Türkiye dışındaki siyasetçiler ve uzmanlarla görüştüğümüzde, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri hakkında en sık karşılaştığımız sorulardan biri “Türkiye ne istiyor?” sorusu oluyor. Yani, “Türkiye Avrupa Birliği’nin bir üyesi olmak istiyor mu, istemiyor mu?”
Bir-iki yıl öncesine kadar, bu soruya genellikle Türkiye-AB ilişkilerinin tarihinden, müzakerelerin başlamasından sonraki hayal kırıklığından, Kıbrıs sorunu ve Annan Planı’ndan ve son olarak AB’nin kararsızlığından söz ederek cevap vermeye çalışıyorduk. Bu makalede ise Perspectives’in bu sayısının kapak konusunda sorduğumuz “Kürt sorunu mu, Türk sorunu mu?”sorusuyla olduğu gibi, geleneksel bakışı bir yana bırakarak dikkatinizi farklı boyutlara çekmeye çalışacağım.
Öncelikle, “Türkiye ne istiyor?” sorusu dışarıdan geldiğinde, sanki “AB ne istiyor?” sorusunun net bir karşılığı varmış gibi bir anlam çıkıyor. Halbuki, durumun böyle olmadığı herkesin malûmu. AB’nin Türkiye ile yakın ilişki içinde olmak istediği bilinmekle birlikte, bu ilişkinin üyelik statüsüne kavuşmasını isteyip istemediği müzakerenin başlangıcından beri tartışma konusu.
Müzakerenin daha başlangıcında, Almanya’nın sürecin üyelikle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını açık bırakmaya çalıştığı ve bu tavırdan bugüne dek vazgeçmediği biliniyor. Birlikte çıkılan bu uzun yolun daha ilk adımlarında, coşku yerine tereddütlü bir tavır sergilenmiştir.
Her ne kadar aynı dönemde, Türkiye tarafında da çeşitli kesimlerde tereddüt ve soru işaretleri hakim olmuşsa da, bu eşit olmayan ilişkide “güçlü” tarafın tereddütlerini vurgulaması Türkiye tarafında itibarının zedelendiği, aşağılandığı hissi uyandırmış ve öfke ya da hayal kırıklığından kaynaklanan bir tepkiye yol açmıştır. Yaratılan bu aşağılanmışlık hissi nedeniyle, Türkiye toplumunda AB üyeliği için duyulan heyecan gittikçe azalmış, AB üyeliğini istemenin arkasında yatan sebepler de geri plana itilmiştir.
Her ne kadar toplumun çeşitli kesimlerinde AB’ye üyelik müzakereleri farklı umut ve beklentiler yaratmışsa da ve her ne kadar Türkiye toplumunun genelinin müzakerelerin üyelik statüsüne kavuşmasını isteyip istemediği netleşmemişse de “güçlü” taraftan gelen tereddütlerle yüz yüze gelmek bir karşı tepki doğurmuştur. Başka bir ifadeyle, Türkiye’den gelen tereddütlerin dile getirilmesiyle, AB’nin Türkiye’nin üyeliğine dair tereddütlerinin dile getirilmesi mevcut güç dengesini göz önünde bulundurduğumuzda aynı ağırlıkta değildir.
Brüksel kriterlerinden Ankara kriterlerine
Türkiye hükümeti bu aşağılanmışlık hissine karşı ve AB tarafından “üyelik statüsü istiyorsanız, değerlerimizi ve standartlarımızı içselleştirmeniz gerek” tavrına cevaben o dönemde, “Ankara kriterleri”nden bahsetmeye başlamıştır. “Türkiye demokratikleşmeyi AB yüzünden değil kendisi istediği için önemsiyor ve bu müzakereleri de yine kendi istediği için sürdürüyor” mesajı topluma iletilerek Türkiye-AB ilişkileri daha dengeli bir hale getirilmeye ve gösterilmeye çalışılmıştır. Böylece, hükümetin en azından söyleminde, “Brüksel kriterleri”nin yerini artık “Ankara kriterleri” almıştır. Bu arada, “Ankara kriterleri”nin de meydan okuma tavrından ötürü nereden nereye geldiğini sorgulamak lâzım. Müzakerelerin başlaması ve “Ankara kriterleri” söylentileri Türkiye toplumunda bir demokratikleşme coşkusu ve umuduyla birlikte somut beklentiler de yaratmıştı. Ancak, hem AB’nin Türkiye’nin üyeliğine dair güçlü tereddütleri hem de Türkiye’nin “Ankara kriterleri” söyleminin lafta kalması, demokratik reform sürecinin yavaşlatılmasına veya bir ileri bir geri gitme politikasına yansımaktadır. Müzakere süreci sonunda demokratik bir siyasal sistemin oluşmasında AB’nin güçlü bir itici etken olacağı umudu beslemenin daha en baştan çok gerçekçi olmadığını da kabul etmemiz gerekir. AB’nin güçlü ülkelerinin tereddütleri AB üyeliğine talep gücünü zayıflatmıştır.
AKP hükümetinin ve tabanının farklı kesimlerinin güç kazanmasıyla, Türkiye toplumunun geçirmekte olduğu değişim süreci ivme kazanmıştır. Türkiye toplumu adeta iki toplumsal anlayış veya modelle karşı karşıya kalmış durumdadır. İki anlayış arasında, kimin daha modern, yenilikçi olduğuna dair ciddi bir ideolojik ve toplumsal mücadele sürmektedir. AKP hükümeti yeni nesli, yeni çağı, dünyada güçlü, kendine güvenen bir Türkiye’yi temsil ettiği iddiasındaki muhafazakâr bir söylemle CHP’yi tarihin bir ögesi, bir kalıntısı olarak yansıtıyor ve CHP’yi Türkiye toplumunun geleceğini asla temsil edemeyecek bir konuma yerleştirmeye çalışıyor. AKP’nin muhafazakâr anlayışına karşı çıkanların tahammül kapasitesi de gittikçe azalıyor. AKP’nin “Güçlü Türkiye” kavramı ile demokratik bir çoğulluğun uzun vadede bağdaşmayacağının şimdiden belli olduğu söylenebilir. Bu anlamda, AKP hükümetinin ilk döneminde (2002-2007) sözü edilen demokratik reformların geride kaldığı tespiti yanlış olmaz. Bunun yerine, “güçlü Türkiye için güçlü lider” veya lider kadrosu en doğal ihtiyaç olarak sunulmaktadır. Sonuçta, Türkiye toplumu bir hegemonya çatışmasıyla karşı karşıyadır. Dün reform motorunu simgeleyen AKP hükümeti, bugün demokratik toplum ve sistemin gerektirdiği hakların önünde bir engel haline gelmiştir.
“Güçlü Türkiye”, zayıf demokrasi
Bu durum hükümetin dış politikasına ve doğal olarak AB ile ilişkilerine de yansımaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun komşularla “sıfır sorun” politikası ve Türkiye’nin dış ilişkilerini kendi çıkarlarına göre şekillendirme isteğinin vurgulanması bu bağlamda önem kazanmaktadır. “Güçlü Türkiye” söylemi başlangıçta daha çok iç politikaya yönelikken, Türkiye hükümeti bunun dış ilişkilerde de geçerli olduğuna inanmaya başlamıştır. Türkiye’nin uluslararası ekonomik krizden fazla etkilenmemiş olması, özellikle AB ülkeleri kriz içindeyken istikrarını sürdürmesi AKP hükümetinin “Güçlü Türkiye” sloganının bir gerçek olduğuna inanmasına yol açmıştır.
Bununla birlikte, Arap reform baharı ve Ortadoğu’daki belirsizliklerle beraber, Türkiye hem ABD hem de AB için bölgede gerçekten de yeniden önem kazanmaya başlamıştır. ABD’li dış politika uzmanları, yaptığımız görüşmelerde, Türkiye’nin demokrasi krizinin farkında olduklarını, fakat stratejik gerekçeler nedeniyle demokratik reformlara yönelik taleplerde bulunmanın zamanı olmadığını defalarca vurgulamıştır. AB ise içinde bulunduğu kriz nedeniyle, kendini güçlenmiş hisseden Türkiye karşısında demokrasi taleplerinde zayıf kalmaktadır. Avrupa Komisyonu’nun 2012 İlerleme Raporu’nda, Türkiye’nin ciddi demokrasi eksikleri olduğu ve sınıfta kaldığı tespitinin Türkiye hükümeti tarafından pek tepkiyle karşılanmadığı veya dikkate alınmadığı görülmektedir. AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın İlerleme Raporu’na yönelik cevabı son derece kısaydı: “Türkiye kendi yıl sonu raporunu dikkate alacaktır”.
Türkiye’nin istikameti
Bu çerçevede, Türkiye dışında çok yankı yaratan AKP kongresi de bir sürpriz değildir. Başbakan Erdoğan’ın iki saatten hayli uzun süren konuşmasında AB’den bahsetmemesi Avrupa kamuoyunun dikkatini çekmiş ve “Türkiye AB üyeliğinden vazgeçiyor mu? Doğu’ya mı yöneliyor?”sorularına yol açmıştır.
Gelinen noktada, bugünkü “Güçlü Türkiye” söyleminde AB’nin eski rolünün kalmadığını kavramak gerektiği kanaatindeyim. Buradan yola çıkarak Türkiye’nin AB üyeliği projesinden vazgeçmiş olduğu sonucuna varmak da zorunlu değil. Türkiye hükümeti Ortadoğu’da ve genel anlamda kendi bölgesinde bir güç oluşturmaya çabalıyor. Ancak, hükümet bu hedefte Türkiye’den bağımsız birçok faktörün de belirleyici olacağını özellikle Arap ülkelerindeki gelişmelerden ve Suriye’de yaşananlardan anlamıştır. Bu nedenle de AKP hükümeti AB projesinden vazgeçmek için en azından doğru zaman olmadığını görmektedir ve bu sorunun cevabı ertelenmiş durumdadır. AB gibi Türkiye de bu konjonktürde, ilişkiden vazgeçmek yerine, AB’nin özellikle demokratik reformlar konusunda dişsiz kalmasından memnun, herhangi bir karar vermektense ilişkilerin düşük seviyede devam etmesini tercih etmektedir. Baştaki “Türkiye ne istiyor?” sorusuna dönersek; Türkiye bu dönemde, siyaseten ve özellikle reformlar konusunda zayıf bir AB ile ilişki sürdürmekten zarar görmediği gibi, “Güçlü Türkiye” imajının yeniden yaratılmasında işlevsel olduğu için bu durumdan özellikle de iç politikasında faydalanıyor.
Ulrike Dufner
Ulrike Dufner 1996’da Siyasal Bilimler, Tarih ve Türkoloji bölümlerinde doktorasını tamamladı. 2004’ten bu yana Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye temsilciliğini yürüten Dufner Türkiye’nin dış siyasetinin çeşitli boyutlarıyla ilgilenmektedir.