Duyarlı kamuoyu ve/veya devletin şefkati
Bahsettiğim iki temel üslûptan ilki, mevsimlik işçileri bir emek biçiminin failleri değil de afet kurbanlarıymış gibi tasvir eder: “Patates çuvalları misali, balık istifi kamyonlara doldurulup taşınırlar. Plastik çadırlarda hijyenden yoksun, insanlık dışı koşullarda yaşarlar. Kadın, yaşlı, çocuk demeden çok düşük bir ücretle güneşin alnında günde on iki saat çalıştırılırlar.” Bu üslûpla mevsimlik işçiler zavallı, yoksul, yoksun ve eksik varlıklar olarak tasvir edilir. Ortada bir insanlık dramı vardır, duyarlı vicdanlara seslenip kamuoyunu harekete geçirmek gerekir. Bu üslûptan “merhamet dili” diye bahsedeceğim. Merhamet dilinin bir de yapışık ikizi vardır: yoksul, yoksun ve çaresiz insanın tekinsizliği. Bu yüzden onlar yalnızca eksik değil, biraz fazladırlar da: geleneğe aşırı bağlıdırlar, çok çocukları vardır, hırsızlık yaparlar, huzursuzluk çıkarırlar, tehlikelidirler.
İkinci üslûp ise sosyal bilimlerin de kategorik, tarafsız ve nesnesine mesafeli dilidir. Bu üslûp, modern yaşamın öncelikle koşullarını, fakat aynı zamanda bilgi ve deneyimini de haiz olmadıklarını iddia ettiği mevsimlik işçileri yaşadıkları sorunların kategorik isimleri üzerinden anlatır: barınma sorunları, kişisel hijyen eksikliği, sağlık sorunları, eğitim eksikliği, yetersiz ve dengesiz beslenme, trafik güvenliğindeki eksiklikler ve hatta yarattıkları görüntü ve koku kirliliği. Bu üslûp vicdanlara değil, yetkili mercilere seslenir ve devleti şimdiye dek “ihmal ettiği” bu sorun alanlarında teknik müdahaleler yapmaya çağırır. Bu üslûptan “devletin ihmali dili” diye bahsedeceğim.
Yazılan metnin türüne bağlı olarak bu iki temel üslûptan biri ağır bassa da bu iki üslûp çoğu metinde bir arada kullanılır. Bu iki üslubun bir araya gelme sebeplerine yine aynı üslubun içinden getirilen açıklama, duyarlı kamu vicdanına seslenenlerin devlete, devlete seslenenlerin duyarlı kamuoyunun desteğine ihtiyacı olduğudur. Fakat, bu ortaklaşma alanlarının meşru ve tehlikesiz söz üretmek için nasıl bir zemin açtığına baktığımızda, bu iki üslubu bu kadar çekici kılanın sosyal sorumluluk/duyarlılık alanının “siyaset dışı” olarak kodlanması olduğunu görebiliriz. Bunu görmek içinse bu iki üslubun söylenebilir kıldığı sözlerin yanı sıra, söylenmesini imkânsızlaştırdığı sözlere de bakmak gerekir.
Bu sayının dosya konusu “Türk sorunu” olduğu için etnisite meselesinden başlayalım. Her iki üslubun içinden yazılan yazılarda mevsimlik tarım işçilerinin ezici çoğunluğunun Kürt olduğundan genellikle bahsedilmez. Etnik aidiyet ya işçilerin geldiği coğrafî bölgeler ve şehirlerden ya da “dil sorunu”ndan (işçilerin bir kısmının Türkçe bilmemesinden) bahsedilerek ancak ima edilebilir. Bu iki üslubun içinden konuşmasına rağmen, siyasî bir dil tutturmaya çalışan ve işçilerin “etnik köken” sebebiyle aşağılandıklarından, daha az ücret aldıklarından, daha zor koşullarda yaşamak zorunda kaldıklarından bahseden, hatta Kürt sözcüğünü kullanmaya cesaret eden metinlerde ise etnisite yalnızca bir yan tema olarak geçebilir. Mevsimlik tarım işçiliğinin temelde etnik bir emek pratiği olduğu gerçeği ise ima bile edilemez, edilse de etnisite yapısal eşitsizliklerin temel ayraçlarından biri olarak görülemez.
Konuşulamayan fark: Etno-Politik Kimlik
Mevsimlik tarım işçileri üzerine “devletin ihmali” diliyle yazılmış makalelerde mevsimlik tarım işçiliği iki ayrı emek pratiği kategorisinde değerlendirilir. 1) Gezici işçilik: İşçinin hasat mevsiminin başında evinden uzak bir bölgeye, oradan başka bir bölgeye geçip hasat mevsiminin sonunda evine dönmesi. 2) Geçici işçilik: İşçinin evine yakın bir bölgedeki bir tarlaya sabah gidip akşam yine evine dönmesi. Bu makalelerde, hiç bahsedilmese de, iki kategoriyi ayıran temel fark şudur: geçici işçiler çoğunlukla civarda yaşayan Türkler; gezici işçiler, yani iki ila sekiz ay evlerinden uzak kalarak, yabancı bir bölgede sadece iş zamanını değil yaşamlarının tümünü geçirmek zorunda olanlar ise Kürtler, Romanlar ve Araplardır.
Türkler gezici işçi olarak başka bölgelere gittiğinde meselenin etnik boyutu iyice ortaya çıkar. Çünkü, gezici Türk işçiler için köyün içinden bir ev kiralanır ya da örneğin bekâr erkekler kahvenin arkasında bir odada, Kürt, Roman ve Arap işçiler köyün dışında bir bölgede çadırda kalır. Bu fark yalnızca Türklerin çalışma ve yaşam koşullarının diğer etnik gruplardan çok daha iyi olmasını sağlamaz, köy mekânına etnik bir ayrışma da getirir.1 Köyün içi ve dışı dediğimiz alanlar aslında keskin sınırlarla ayrılmış değildir. Fakat, Kürt, Roman ya da Arap işçilere, diyelim ki, köyün son evinin bahçesinin bittiği yerde başlayan koruluk bir arazi tahsis edildiği ve işçiler oraya çadırlarını kurduğu anda, orası “köyün dışı” haline gelir. Köylüler o yeri “tehlikeli ve pis” olarak görüp oraya gitmekten mümkün mertebe kaçınır; Kürt, Roman ve Arap işçilerin köye gelmesinden pek de hoşlanmaz ve bu sınır çizilmiş olur. Bu sınır bir kere çizildikten sonra, Kürt, Roman ve Arap işçilerin çadır alanları ya da çalıştıkları tarlalar dışında görüldükleri her an bir sınır ihlâli olarak kodlanır ve eğer yerli Türk halk bir tehlike sezerse çoğunlukla jandarmaya haber verir. Burada Kürt, Roman ve Arap işçilerin çalışma süreleri boyunca jandarmayla karşılaşma ihtimallerinin Türklere nazaran ne kadar fazla olduğunun ve bunun Kürt, Roman ve Arap işçilerin hareketlerinden neredeyse bağımsız olduğunun altını çizmek gerekir. Bunun yanı sıra, Kürt, Roman ve Arap işçilerle köylüler ya da işveren arasında herhangi bir anlaşmazlık ya da sürtüşme olduğunda hemen jandarma çağırılır ve olay kriminal bir hal alır, fakat Türk işçilerle bir anlaşmazlık olduğunda sorun konuşarak çözülür.
Jandarmayla karşılaşma ihtimali, Kürt, Roman ve Arap işçiler için henüz iş başlamadan Türklere nazaran zaten daha yüksektir. Kürt, Roman ve Arap işçiler bu çadır alanlarına geldiklerinde, hatta gelirken yolda, Türk işçilerin çoğunlukla karşılaşmadıkları bir pratikle karşılaşırlar: jandarma kontrolleri ve genel bilgi taramaları (GBT). Kanunen, belirttiği adres dışında bir yerde kalan herkes kolluk kuvvetlerine geçici adresini bildirmek zorundadır. Fakat pratikte bu, yalnızca çadırda kalan “olağan şüpheliler” için geçerli bir uygulamadır. Jandarma Kürt, Roman ve Arap işçiler çadırlarını kurup yerleştikleri anda gelip işçilerin kimliklerini toplar ya da büyük işletmelerde işletmenin bir çalışanı vasıtasıyla toplattırır, kimliklerin fotokopilerini çeker ve geri dağıtır. Bu şekilde başlayan kimlik kontrolleri, işçiler oradan ayrılıncaya dek düzenli olarak devam eder.
Etnik eksende farklılaşan pratiklerden sonuncusu ise ücretlendirmedir. Mevsimlik tarım işçileri iki biçimde ücretlendirilir: 1) Gündelik yevmiye. 2) Parça başı iş karşılığı ücret. Gündelik yevmiye bir gün içinde belli saat aralıklarında yapılan iş karşılığında işçiye verilen paradır. Parça başı işte ise işçi her yaptığı iş başına para alır. Bazı işler parça başı olarak ücretlendirilemez; örneğin, tarladan toplanan domatesleri kesim sergisine taşıyan kasacıların işi bir saatte kaç kasa taşıyabileceklerine değil, bir saatte tarladan kaç kasa domates çıktığına bağlıdır, bu yüzden kasacılar gündelik yevmiyeyle çalışırlar. Fakat, işlerin çoğu hem parça başı olarak hem de gündelik yevmiyeyle ücretlendirilebilir. Manisa’daki araştırmam boyunca, aynı iş biçimi için hangi ücretlendirme sisteminin uygulandığına baktığımda, Türklerin çoğunlukla gündelik yevmiyeyle, Kürt, Roman ve Arap işçilerin ise parça başı olarak ücretlendirildiğini gördüm. Kürt, Roman ve Arap işçiler gündelik yevmiye aldıklarında ise işlerini iyi yaptıklarından emin olmak için Türklere nazaran çok daha sıkı denetleniyor ve gözetleniyorlardı. Türk patronlar bu farkı şöyle açıklıyordu: “Bunlara (Kürtler, Romanlar ve Araplar için) gündelik yevmiye verirsen çalışmaz, kaytarır.”
Buraya kadar ilk kısımda eleştirdiğim dili böyle donuk bir toplumsal alan resmi çizmekte kullanmaktaki amacım şuydu: İşçilik pratiğini yapısal kategorilere ayıran bir sınır varsa, bunun işçilerin “geçici” ya da “gezici” olması gibi soyut kavramsal farklılıklardan değil, etnik temelli yapısal bir eşitsizlikten kaynaklandığını göstermek. Bu alanın statikliğini bu makalenin ikinci kısmında etnografik bir dille bozup “biz” ve “onlar” kategorilerinin nasıl oluştuğuna geçmeden önce, bu eşitsizliğin tüm işçiler Türkiye vatandaşı olmasına rağmen, neden etnik temelli olduğunu iddia ettiğimi biraz daha açmam gerekiyor.
Şuradan başlamalı: Neden Türk olan ve Türk olmayan diye iki kategori kullanıyorum? Mekânsal ayrışmaya, jandarmanın kimlik kontrollerine ve ücretlendirme pratiklerine bir arada baktığımızda farklılaşan pratiklerin Türkler ve Türk olmayanlar arasında gerçekleştiğinden emin miyiz? Bu ayrışma Türk olan ve olmayan işçilerin farklı coğrafyalardan geliyor olmalarından, farklı kültürlere sahip olmalarından ya da farklı sosyoekonomik konumlarından kaynaklanıyor olamaz mı? En önemlisi, patronların işçilerden bahsederken kullandığı “yerli işçi” kategorisi karşısında konan “Mardin’in amelesi” “Güneydoğulu” “Doğulu” gibi coğrafî yer isimleriyle belirtilen kategorileri düşünürsek, bu işçileri ve maruz kaldıkları pratikleri birbirinden ayıran etnisite değil de coğrafya, kültür ve sosyo-ekonomik konumun bir araya geldiği bir fark olabilir mi?
Coğrafya argümanına ilk itirazım ampirik: bu argüman Roman işçilerin geldikleri yerlere baktığımızda işlemiyor. Romanlar hep evlerinin olduğu illerde ya da yakın illerde çalışıyorlardı, fakat onlardan hiçbir zaman “yerli işçi” diye bahsedilmiyordu. Komşuları olan Türklerden daha az ücret alıyorlar, Araplar ve Kürtler gibi daha sıkı denetime tâbi tutuluyorlardı. Peki, Romanlarla Türkler arasındaki fark coğrafî değil de sosyo-ekonomik ve kültürel olup Araplar ve Kürtlerle Türkler arasındaki fark coğrafî olamaz mı?
Bu soru bizi bu argümana ikinci itirazıma, coğrafyanın etnik ve siyasî meseleleri doğallaştırmak için kullanılmasına getiriyor. Coğrafyanın hiçbir zaman siyasî olarak nötr bir alan olmadığını ve doğu/batı gibi terimlerin her zaman siyasî anlamları ve etkileriyle birlikte düşünülmesi gerektiğini gözden kaçırmamalıyız. Örneğin, Fas, İtalya’ya nazaran coğrafî koordinat bakımından hayli batıda olsa da, herkes bilir ki Fas’ın gireceği kategori şark, İtalya’nınki ise garptır. Doğu ve batı (ya da şark ve garp) terimlerinin bir yerin coğrafî koordinatlarından ziyade, belli bir tarihi taşıyan siyasî gösterenler olduğunun sosyal bilimlerde artık bir ortak kabul olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır.2 Zaten Türk ve Kürt ya da Arap mevsimlik işçilerin arasındaki farkın doğuyla batı arasındaki farktan kaynaklandığını iddia edenler de tarihinden bağımsız bir coğrafyadan bahsetmiyor. Fakat, onların söylemlerinin bu alanda gördüğü iş, tarihi siyasetin dışına itmektir. Bunun birçok yolu var ve mevsimlik işçilerden bahsederken en çok kullanılan yol, doğunun batıya nazaran her nasıl olduysa “geri kalmış” olduğunu belirtmek ve bunun toplumdaki yapısal eşitsizliklerin etnik temelini gizlemesine izin vermek.3 Bu iddianın tehlikesi, bütün totolojik iddialarda olduğu gibi, kendi çerçevesi içinde kalındığında ve hangi sözleri söylenmez kıldığına bakılmadığında, kendi içinde tutarlı bir sebep-sonuç ilişkisi sunmasıdır.
“Bu işe mahkûmlar, çünkü devlet onları ihmal etmiş”
Bu iddia şöyle ilerler: Mevsimlik işçilik kayıt dışı, sosyal güvencesi olmayan ve çok kötü koşullarda çalışılan bir iş koludur. Neden? Çünkü, devlet bu alanı kayıt içine almayı ihmal etmiştir. Bu alanda “gezici” ve “geçici” işçiler vardır, geçici işçilerin durumu gezicilere nazaran daha iyidir. Neden? Çünkü, evleri yakındadır ve akşam evlerinde kalırlar. Gezici işçilerin çoğu Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizden gelmektedir. Neden? Çünkü, Doğu ve Güneydoğu illeri geri kalmış ve yoksuldur. Hâlbuki, Batı illerimiz Güneydoğu ve Doğu yerinde sayarken kalkınmış ve yalnızca kendine değil, başka bölgelerimize de iş imkânı sunmaya başlamıştır. Ayrıca, Batı bölgelerimizdeki genç nüfus 1950’lerden itibaren kırdan kente göç etmiş ve kendine tarımsal üretim dışında iş alanları bulmuştur. Bu sebeple, bu iş alanlarını bulamayan Doğu ve Güneydoğulular bu iş koluna yönelmiş, burada kendilerine bir geçim kaynağı bulmuştur. Peki, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimiz neden geri kalmıştır? Çünkü, devlet bu bölgeleri ihmal etmiştir; Batı’da yaptığı gibi o bölgeleri kalkındıramamış, modern yaşam koşullarını götürememiş, fabrikalar açamamış, insanları eğitememiş, kalifiye işçiler olmalarını sağlayamamış, yoksulluktan kurtaramamış, çok şey yapmak istemiş, fakat bir türlü yapamamıştır. O bölgenin insanları da eğitimsizlikten, cahillikten, yoksulluktan, geleneksellikten kurtulamamış, bir sürü çocuk doğurmuş ve bu çok zor koşullarda çalışılan ve hiçbir beceri gerektirmeyen işe mahkûm olmuş, çocuklarını okula göndermeyip bu işe mahkûm etmişlerdir.
Böylece coğrafî konum sosyo-ekonomik durumu (yoksulluk) ve tarihinden ve bağlamından bağımsız özcü bir kültür anlayışını (geleneksellik, çok çocuk, vs.) da kapsar hale gelir. Mevsimlik işçilerle ilgili en geniş kapsamlı araştırma olan ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) raporu, çoğu devletin “ihmal ettiği” Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizden gelen işçiler hakkında şöyle der: “Gözlemlenen kitlenin yoksulluğu bir kültür, bir yaşam tarzı haline getirdikleri görülmüştür. Yoksulluğun bir kültür haline getirilmesi kendilerinden önceki ve sonraki kuşaklara aynı koşulları devam ettirecek bir yaşam tarzıyla gerçekleşmiştir.”4 Yani, bu Doğu denen sosyal çöküntü alanı, coğrafyasıyla, sosyo-ekonomik koşullarıyla, kültürüyle, geleneğiyle tam bir sefalet yuvasıdır.
Bu raporun yazarlarından biri, bir toplantıda şunu bile iddia etmişti: “Onların evleri de zaten çadırdan çok farklı değil!” Yani, alışkınlar bu insanlık-dışı/ilkel koşullara; yani, doğru düzgün bir eve ihtiyaç duymazlar; yani, pek de bizim bildiğimiz insanlar gibi değil bunlar: yoksulluk, cehalet, ilkellik evlerine, bedenlerine, içlerine işlemiş! Yani, “o bölge”nin insanları sadece koşullar izin vermediği için değil, modern yaşamın bilgi ve deneyimini haiz olmadıkları için, eksikliklerine bağlı, hatta bağımlı oldukları için doğru düzgün yaşayamazlar. Mesela, çocuklarına doğru düzgün bakamazlar, onları okula göndereceklerine çalıştırırlar, hijyenik ortamlar yaratmak için “elektrik süpürgesi, bulaşık makinası, ütü ve hatta masa, karyola gibi, alışkanlıklarını değiştirecek ev eşyalarına sahip olmaya yönelik çabaları” yoktur. Çünkü, alışkanlıklarını değiştirmeleri gerektiğini bilmezler.5
Bu insanlar her ne kadar eksikliklerine bağımlı olsalar, modern yaşama direnseler, alışkanlıklarını değiştirmek için çaba göstermeseler de, bu direncin teknik ve sosyal birkaç müdahaleyle çözülebilir hale geleceğine, onların ilkelliklerinden kurtulup modernleşebileceklerine dair inanç hiçbir zaman yitirilmez. O yüzden, bu sorunların tanımlanmasının hemen arkasından şu soru geliverir: Öyleyse ne yapmalı? Bu sorunun cevabı, çoğu metinde aşağı yukarı aynıdır. Örneğin, CHP’nin mevsimlik işçilerle ilgili soru önergesinin getirdiği çözümlere bakalım: “Mevsimlik tarım işçilerinin yaşamak zorunda bırakıldıkları ilkel koşulların düzeltilmesi için acil önlem alınmalıdır. Uzun vadede bulundukları yerlerde iş ve üretim olanakları yaratılmalıdır. Kısa vadede ise sosyal güvenceleri sağlanmalı, çalışma ve barınma koşulları iyileştirilmelidir. Ayrıca, temiz içme ve kullanma suyuna rahatça ulaşabilmelidirler. Aileleriyle birlikte geldikleri yerlerde, çocuklar için eğitim verecek birimler oluşturulmalıdır.”6 Öyle ya, eğitim şart! ILO raporunun önerileri de bunlara benzerdir: “Toplumun ekonomik yaşamına bağlı durumları nedeniyle özellikle zarar görebilecek sefalet içinde bulunan bu kitlenin korunması için sosyal güvenlik ve toplumsal uyumun sağlanması, halkın ve devletin varlığı ve yardımıyla içinde bulundukları zor durumdan kurtarılmaları gerekmektedir.”7
Bu önerilere kim itiraz edebilir ki? Kötü durumda olan işçilerin daha iyi koşullarda çalışmasına ve yaşamasına, evlerinin yakınında çalışma imkânları olmasına, çocukların çalışmak yerine okula gitmelerine, hele de işçiler tam da bunları isterken, bunlara itiraz etmek için herhalde deli olmak gerekir. Fakat, burada iki soru sormak gerekiyor: 1) Bu dil yalnızca sunduğu önerilerden mi ibaret? Bu dilin yaşama çözüm önerileri dışında bir etkisi yok mu? 2) Bu sorunlar, bu tip çözümler daha önce kimsenin aklına gelmediği için mi devam ediyor?
Kurbanlaştıran dil aslında ne yapar?
Şimdi en başa dönelim ve bu dilin etkilerine bu dilin dışından bakalım ve belli bir coğrafyayı ve o coğrafyanın tarihini siyasetin dışına iterek nasıl bir alan yarattığını ve bu alanda hangi sözleri söylenemez ve değersiz kıldığını anlamaya çalışalım. Tanımlardan başlayalım: Mevsimlik işçilik nedir? Mevzubahis metinler, mevsimlik işçiliğin bir emek biçimi olmasından çok, bir sosyal ve insanî sorun alanı olmasına odaklanır. Bu işçiler kapitalist sisteme entegre bir sınıfsal ilişki içinde konumlanmış ucuz iş gücü olarak tarif edilmediklerinde, emeklerinin ürettiği artı değerin patronları olan küçük çiftçilerin hayatta kalmalarına, daha büyük çiftlik sahiplerinin ya da besin işleme endüstrisinin ise kârlarını arttırmalarına yaradığı arka planda kalır. Bu dil bu sınıfsal ilişkiyi yalnızca görünmez ya da önemsiz kılmaz, aynı zamanda bu ilişkiyi yeniden tanımlar. Batı’daki patronun tarlası var, (ucuz) işgücü yoktur, işçinin de emek-gücü var sermayesi yoktur. Aslında, Marx bu sınıfsal ilişkiyi anlatmak için tam da buradan yola çıkar değil mi? Fakat, bahsettiğimiz metinler, Marx’ın yaptığı gibi, sınıfsal ilişkiyi çatışkıya dayalı (antagonistik) bir ilişki olarak tanımlamak yerine, karşılıklı anlaşma ve güvene dayalı olması gereken bir ihtiyaç ilişkisine dönüştürürler. Şu cümleyi bu dil içerisinden konuşan neredeyse her metinde görürüz: “İki tarafın da birbirine ihtiyacı vardır; o yüzden, anlaşmazlıklar çok şiddetli boyutlara ulaşmaz.” Peki, “biz görmüyorsak şiddet yoktur” gibi bir mantık yürütmek yerine, burada bu dilin görünmez kıldığı bir şiddet olduğunu düşünebilir miyiz?
Sınıf sorusunu coğrafya sorusuyla birlikte düşündüğümüzde, siyasî tarihin sınıfsal ve etnik eşitsizliğe nasıl yol açtığına dair bir soru sorabiliriz: Doğuyla Batı arasındaki bu sosyo-ekonomik fark nereden kaynaklanıyor? Bu makale bu farkın tarihini anlatmanın yeri olmamakla birlikte, doğunun mülksüzleşmesinin tarihinin hem Türkiye devletinin hem de bu bölgelerin etno-politik yapısıyla doğrudan ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Devletin kuruluşundan itibaren bu coğrafyada uyguladığı sistematik şiddet mülksüzleşmenin ana sebeplerinden biridir ve bu şiddet etno-politik bir şiddettir.8 Doğu ve Güneydoğu tabir edilen bölgelerin yalnızca nüfusunun çok büyük bir kısmı Kürt olmakla kalmaz,9 bu bölge tarihsel ve siyasî olarak da Kürt bölgesidir ve Kürdistan adıyla anılır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun düşünsel ve fiilî tarihinin homojen bir ulus hayaliyle yoğrulmuş olduğunu düşündüğümüzde, devletin uyguladığı tüm şiddete ve ayrımcılığa rağmen, tamamen Türklüğe asimile edilemeyen, nüfusun yüzde 15 ila 20’sini oluşturan tek Müslüman etnik grup olan Kürtlerle etno-politik sorunlar yaşaması bizim için şaşırtıcı olmamalı.
Dicle Koğacıoğlu’nun Çağlar Keyder’den alıntı yaparak iddia ettiği gibi, Türkiye’de tarihsel olarak parasal kaynakların kontrolü ve dağıtımı merkezî devletin elindedir ve farklı bölgelerin bu kaynaklara erişimi farklı seviyelerde olmuştur. Bu kaynakların dağıtımında siyasî patronaj ilişkilerinin etkili olduğunu söyleyen Koğacıoğlu, merkezî devletin bölgelere o bölgenin kendisine ne kadar sadık olduğunu düşündüğünün bu ilişkide çok büyük bir önemi olduğunu iddia eder.10 Mesut Yeğen de Müstabel Türk’ten Sözde Vatandaşa adlı kitabında bu sadakat faktörünün Kürtlüğün siyaset dışına itilmesinin bir sonucu olduğunu söyler. Kürtlerle Türklük arasındaki ilişkinin muğlâklığı, hem Kürtlerin siyasî statüsünün belirsizliğinden hem de Türklük kavramının anlamı ve tanımına dair muğlâklıktan11 kaynaklanır. Fakat, Yeğen bu muğlâklığın açtığı alanın çok üretken bir alan olduğundan, devletin asimilasyoncu ve ayrımcı politikalarını uygulamasını mümkün kılan alanın tam da bu muğlâk alan olduğundan bahseder. Yeğen devletin ideolojik bir hamleyle Kürtleri yanlış tanıttığı tezine karşı çıkar; devletin, ana hattını milliyetçilik, laiklik, batılılaşma/modernleşme ve merkezîleşme söylemlerinin oluşturduğu bir söylemsel bütünlüğü vardır ve Kürtlük bu hat üzerinden tanımlanınca etno-politik sahasından kovulup “tepkisel siyaset, aşiretlerin devlete direnişi ve bölgesel geri kalmışlık” olarak yeniden kurulur. (Yeğen 2006)
“Tanımaksızın-tanıma”ya karşı ne yapmalı?
Koğacıoğlu Kürtleri bu şekilde tanımaya tanımaksızın-tanıma (non-recognizing recognition) adını veriyor ve bunu şöyle açıklıyor: “Ötekiyi tamamen devletin önceliklerine göre değerlendirmek, fakat bunu yaptığını beyan etmemek”. Bu pratiğin sonucu olarak Kürtler Yeğen’in bahsettiği muğlak alana hapsedilmiş olur, ne etno-politik bir grup olarak tanınırlar ne de varlıkları tamamen inkâr edilir. Koğacıoğlu bunu şöyle açıklar: “Öteki’nin maruz kaldığı eşitsizlik ve çektiği çile onun devlet ve kapitalist yapılarla girdiği ilişkinin bir sonucu olarak tanınmadığında, bu eşitsizlik ve çile ötekinin kimliğine atfedilir.” Bu makalede merhamet dili ve devletin ihmali dili dediğim üslûplarla mevsimlik tarım işçileri hakkında söz üreten metinlerin yaptığını iddia ettiğim şey budur: Çoğunluğu Kürt olan mevsimlik işçileri ve çoğu mevsimlik işçinin geldiği Doğu tabir edilen coğrafyayı ancak belli eksiklikler üzerinden tanımlanabilir hale getirerek onları devletin önceliklerine göre değerlendirmek. Bunu yapmanın koşulu ise mevsimlik işçiliğin varoluş sebebi olan sınıf ilişkilerini, Türkler ile Kürtler arasındaki egemenlik ilişkilerini12 ve devletin bu alandaki varlığını inkâr ederek, “öteki”yi devletin önceliklerine göre sıraladığını beyan etmemektir. İşte tam da bu dil yüzünden, devlet ve uyguladığı şiddet bu alanda çok da görünmeden varolabilir ve devletin tek hatası ihmalmiş gibi görülebilir.
Yalnız burada bir sorun var: Bu yapısal sınırları çizdiğimiz andan itibaren elimize faillerin, onların sınıfsal konumlarının, sürecin ve mekânın sınırlarının ve bunlar arasındaki ilişkilerin etnik yapılarla belirlenmiş olduğu bir tablo geçiyor. İşte resmin donduğu, sosyal alanın başka tüm ihtimallere kapandığı bu an, tam da bu tablodan şüphelenmeye başlamamız gereken andır. Sosyal alanın dinamizmi hiçbir zaman bu tip yapılar tarafından tamamen dondurulamayacağı için şimdi yapmamız gereken hamle bu genel ve yapısal resmî harekete geçirmek. Bunu yapabilmek için ise öncelikle bu resmi donduran kategorileri bozmak lâzım: Bu sınırlar nasıl ihlâl ediliyor? Her ihlâl edildiğinde nasıl yeniden inşa ediliyor? Bu kategorilerin dışında kalanlar kim? Ya da daha somut olarak: Bu işteki tüm patronlar etnik olarak Türk, tüm işçiler de Kürt, Roman ve Arap mı? Bu işte patronlar ve işçiler dışında kalan aracılar, iş denetçileri, köyün yerli halkı gibi kişilerin tamamı etnik olarak Türk mü? Ya da kendini bazen Türk vatandaşı, bazen Roman olarak tanımlayan, patronunun ise Roman olarak tanımladığı işçiyi Roman kategorisinde mi yoksa Türkiye vatandaşı kategorisinde mi değerlendirmeli? Kendini Bulgar göçmeni olarak tanımlayan denetçi, Kürt meselesinden bahsederken kendini Türk olarak tanımlıyorsa onu hangi kategoriye koymalıyız?
Bu resmi bozmak için yapmamız gereken ikinci hamle ise tanınmaksızın-tanınanların bir köşede oturup devletin onları tanımasını bekleyen kurbanlar olmadıklarını göstermektir. Tanınmadan-tanınanlar yaşadıkları eşitsizlikleri, çektikleri çileyi, işle tükenen bedenlerini, eksiklikle eşitlenen yurtlarını, onları tüketen sosyal, ekonomik ve siyasî ilişkileri her gün, her saat yeniden değerlendirerek nasıl bir adalet ve eşitlik talebi üretirler ve biz bu dili nasıl duyabiliriz? Bunun için bu makalenin ikinci kısmında etnografiye başvuracağım. Amacım “Onlar, ki devletin ihmal ettiği pis, cahil ve zavallı kurbanlar, 21. yüzyıl Türkiye’sine yakışmayan insanlık dışı manzaraların nesneleri” demekle “Bizi bu rezil halde yaşamaya mahkûm etmek insanlık mıdır?” demek arasındaki farkı göstermek ve ilkinde ötekine devletin ve duyarlı kamuoyunun şefkatini çağıran dil altında gizlenen ve ancak ikincisinde radikal bir şekilde ortaya çıkabilen eşitlik ve adalet talebini duyulur ve görünür kılmak olacak.
Dipnotlar
1. Bu ayrışma mekânın özgün koşullarına göre değişse de farklı etnik grupları yerli Türklerden ayrı tutma arzusu ve pratiği oldukça geneldir. Köyün içi ve dışı ayrımı Manisa’da yaptığım alan araştırmasında gözlemlediğim bir pratiğin analizine dayanıyor. Örneğin, mekânın böyle keskin bir ayrışmaya izin vermediği Karadeniz’de Kürt işçiler çoğunlukla patronun evinin eskiden ahır olarak kullanılan giriş katlarında kalırlar. Bu pratiği işçilerin mekânsal olarak ötelenmek yerine, patronlarının mümkün olduğu kadar yakınına yerleştirilerek sürekli gözlem altında tutuldukları şeklinde okumak mümkün. Öte yandan, bu tür bir mekânsal ayrışmanın yatay değil, dikey eksende gerçekleştiğini de düşünebiliriz.
2. Said, Edward (2012): Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları. İstanbul: Metis.
3. Elbette, Doğu ve Batı terimlerini yalnızca bu iddiada bulunanların kullandığını savunmuyorum. Buradaki amacım Doğu/Batı ikiliğinin ve ona yüklenen anlamların mevsimlik işçilerle ilgili söz üretmekteki etkilerine bakmak. “Doğu” ve “Doğulu” kavramlarının kullanımının ve bunlara yüklenen anlamların yalnızca devletin ya da devletin sözüyle konuşanların tekelinde olmadığını, yeniden anlamlandırma ve farklı söylemlerde ve bağlamlarda kullanıldığında, bu sözün açtığı alanların yukarıda bahsettiğim kullanımlarının etkilerinden çok farklı olduğunu görmek gerekir. Bkz. Gündoğan, Azat Zana (2011): Space, State-Making and Contentious Kurdish Politics in the East of Turkey: The Case of Eastern Meetings, 1967. Journal of Balkan and Near Eastern Studies 13:4. s. 389-416; Üstündağ, Zülal Nazan (2005): Belonging to the Modern: Women’s Suffering and Subjectivities in Urban Turkey . Doktora Tezi, Department of Sociology Indiana University.
4. Yıldırak, Nurettin- Gülçubuk, Bülent- Gün, Sema- Olhan, Emine and Kılıç, Mehmet (2002): Türkiye’de Gezici ve Geçici Kadın Tarım İşçilerinin Çalışma ve Yaşam Koşulları ve Sorunları. Labour Report, Ankara: Uluslararası Çalışma Örgütü Türkiye Temsilciliği. s.28-29.
5. Sahil, Sare, and Şule Özbekmezci (2004) “Mevsimlik Tarım İşçilerinin Sosyal, Ekonomik Ve Barınma Sorunlarının Analizi.” Gazi Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt 19, No 3, s.272.
6. “CHP`den Mevsimlik Tarım İşçileri Önergesi.” Tüm Gazeteler. 28 Nisan 2008. http://www.tumgazeteler.com/?a=2790465.
7. Yıldırak, Nurettin, Bülent Gülçubuk, Sema Gün, Emine Olhan, and Mehmet Kılıç (2002): Türkiye’de Gezici ve Geçici Kadın Tarım İşçilerinin Çalışma ve Yaşam Koşulları ve Sorunları. Labor Report, Ankara: Uluslar arası Çalışma Örgütü Türkiye Temsilciliği. s.29.
8. Ahıska, Meltem, vd. 1988, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 7. cilt. İstanbul: İletişim Yayınları; Bozarslan, Hamit. 1992. Political Aspects of the Kurdish Problem. Contemporary Turkey Kurds: A Contemporary Review ed. Philip G. Kreyenbroek and Stefan Sperl. New York: Routledge; Ayata, Bilgin and Yükseker, Deniz, 2005. A belated awakening: National and international responses to the internal displacement of Kurds in Turkey. New Perspectives on Turkey No. 32: 5-42.
9. Türkiye’de her ne kadar etnisiteye göre nüfus istatistiği tutulmasa da, yapılan araştırmaların çoğunda Kürtlerin tüm nüfusa oranının yüzde15-20, Arap ve Romanların oranının ise yüzde 1’erlik dilimlerin altında olduğu tahmin ediliyor. Bu oranlardan mevsimlik işçilerin etnik kimliğine dair istatistiksel bir çıkarım yapmak elbette mümkün değil, fakat gerek gözlemlerime gerek okuduğum metinlere bakarak mevsimlik işçilerin çok büyük bir çoğunluğunun Kürt olduğunu iddia etmenin yanlış olmayacağını düşünüyorum.
10. Koğacıoğlu, Dicle (2011): Knowledge, Practice, and Political Community: The Making of the “Custom” in Turkey. Differences: A Journal of Feminist Cultural Studies. s. 172-228.
11. Türklük hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını hem de bir etnik grubu tanımladığı için hangi kullanımda hangi anlamdan bahsedildiği belirsizlik yaratır.
- Bu egemenlik ilişkilerinin dönüşümünü görmek için Mesut Yeğen’in Türklerin unsur-u aslî’den millet-i hakime’ye geçişi olarak değerlendirdiği sürece bakmak faydalı olacaktır.