Barbara Unmüβig, Heinrich Böll Stiftung Derneği Eş Başkanı
Uluslararası zirveler maratonu hızla devam ediyor. Pittsburg ve Kopenhag İklim Zirvesi’nin arasında, Dünya Bankası ve IMF’nin yıllık toplantıları 4-7 Ekim 2009 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşecek. Küresel finans krizi ve iklim krizinin ışığında her iki kuruluş da ciddi bir şekilde sahneye geri dönüyor. Barbara Unmüβig, Heinrich Böll Stiftung Derneği Eş Başkanı, bir ara bilanço çıkarıyor:
İstanbul konferansının gündeminde en üst sırada finans ve iklim krizlerinin kalkınmakta olan ülkelerdeki sonuçları yer alıyor. Her iki kriz de Güney Yarımküre’de ve Doğu Avrupa’da kimi ülkeleri çok daha ciddi biçimde etkilemiş durumda. Her iki kuruluş da dünya ekonomisinin krizden çıkma eğilimi gösterdiğini söylemekle beraber, gelişmekte olan ülkeler için henüz çok erken olduğunu da belirtiyorlar. Dünya Bankası Başkanı Zoellick durumu çok net olarak ifade etmiş: “Kimi ülkeler çıkış kapısına doğru yönelirken, birçok ülke hala daha yanan evin içinde.”
Krizin galipleri ve mağlupları
2009 yılının Nisan ayında Londra’da gerçekleşen G20 Zirvesi, ekonomik ve finans krizinin Güney Yarımküre’de ve Doğu Avrupa’da başlattığı yangını söndürmek için her iki kuruluşun finans kaynaklarını büyük ölçüde arttırdı. Dünya Bankası bunun ötesinde, küresel iklim finansmanında zaten sahip olduğu başrolü güçlendirmek istiyor. Banka, Kopenhag öncesinde puan toplamak ve gelecekte milyarlarla ifade edilen iklim finansmanının mimarisinde nasıl bir rol üstleneceğini göstermek istiyor.
G20 ülkeleri Dünya Bankası ve IMF’ye boş bir çek vererek, mali yardımı net kriterlere ve hatta yapılacak reformlara bağlayabilme şansını kaçırdı. Bu yüzden İstanbul’daki yıllık toplantıda kriz programları tartışılacak. İstanbul’daki tartışmada sadece üye ülkeler, bu ülkelerin hükümet görevlileri ve merkez bankası temsilcileri değil, uzun yıllar bu iki kuruluşun kriz yönetimini mercek altına almak konusunda uzun bir geleneğe sahip yüzlerce sivil toplum örgütü temsilcisi de yer alıyor. Dünya Bankası’nın az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde iklimin korunması politikalarını finanse edecek doğru adres olup olmadığı sorusu –özellikle de Güney Yarımküre’deki hükümetler tarafından- giderek daha yüksek sesle soruluyor. Özellikle de Kopenhag’da yapılacak ve Kyoto sonrası uygulanacak sözleşmenin müzakere edileceği İklim Zirvesi nedeniyle, bu soru İstanbul’da tartışılacak konuların en çarpıcılarından biri.
Kuşkusuz az gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülke kendilerinin neden olmadığı finans krizinin sarmalına girmiş durumda. Bu ülkeler paranın Güney’den Kuzey’e akmasının, göçmen işçilerin gönderdikleri dövizin ve dünya ticaretindeki ve yatırımlardaki gerilemenin etkilerini yoğun biçimde hissediyorlar. Birleşmiş Milletler bu yüzden 2009’da, yıllardan sonra ilk kez -tüm dünyada ve Güney Yarımküre’nin önemli bölgelerinde- tekrar kişi başına düşen milli gelirde azalma olacağı yönünde bir uyarıda bulunuyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün ( İLO) tahminleri uyarınca, sadece bu yıl 50 milyonun üzerinde insan işini kaybetti. Kuzey’in neden olduğu kriz Güney’deki en yoksulları ve özellikle kadınları ağır biçimde vuruyor. BM’in 2015 yılına kadar yoksulluğu dünya çapında yarı yarıya indirme hedefi bir kez daha ileri bir tarihe ötelenmiş durumda.
Kriz yönetimi iyileştirildi mi?
Tarihin cilvesine bakın ki, özellikle IMF bu krizde muazzam ölçülerde önem ve değer kazanıyor. Kuruluş zaten çok uzun zamandır Kuzey Yarımküre’de krizleri önleyecek bir kuruluş olarak görülmüyordu. IMF’nin kuruluşunda tespit edilen, uluslararası finans sisteminin denetimi, döviz krizlerinin ve ekonomik eşitsizliklerin önlenmesi gibi görevleri yerine getirmesi sanayi ülkeleri tarafından engellendi ve verdiği tavsiyeler ve risk uyarıları genelde dikkate alınmadı.
IMF, 1980’li ve 1990’lı yılların borçlanma kriz dönemlerinde giderek, milyarlarla ifade edilen kredi paketleriyle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki yangınları söndürmeye üstelenen bir kuruluşa, ekonomiyi zaptı rapta alan bir uzmana dönüştü. Ancak IMF kredileri Güney’deki hükümetler nezdinde makroekonomik yaptırımları nedeniyle cazibesini yitirdi. Doğu Avrupa dışındaki birçok az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke, IMF’yle yaşadıkları acı deneyimlerden sonra ithal finans krizlerinden korunma çabasına girdi, ekonomik konjonktürün canlandığı yıllarda borç dağlarını beklenenden erken eritti ve bunun ötesinde, örneğin sermaye dolaşımı denetimiyle bankacılık sistemini korumayı öğrendi. 113 az gelişmiş ülkeden 42’si geçtiğimiz yıllarda para rezervlerini arttırdı.
Peki IMF’nin 850 milyar dolarlık yeni parayla kriz yönetiminde eskisinden daha iyi olduğu söylenebilir mi? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, IMF yönetimi 2009 yılı hesap raporunda finans krizinin nedenlerini şaşılacak bir netlikte analiz etmiş. Raporda finans piyasalarının denetim ve kontrolünün yapılmadığı, kontrol mekanizmasının eksikleri olduğu, bir bütünlüğe sahip olmadığı, finans denetiminin görevlerini layıkıyla yerine getirmediği belirtiliyor, siyaset dünyası, küresel ekonomik eşitsizliğin üzerine gitmemekle ciddi biçimde suçlanıyor ve merkez bankalarının sadece enflasyonla mücadeleye yoğunlaştığı dile getiriliyor. IMF bu bağlamda daha çok düzenleme, finans piyasalarının daha iyi denetlenmesi, daha iyi finansal mekanizmalar ve daha iyi bir uluslararası işbirliği talep ediyor.
Çelişkili Kredi Koşulları
En geç bu noktada IMF’nin eski ve yeni kredi politikalarını sorgulamak gerekiyor. Çünkü IMF’nin kredi vermek için öngördüğü makroekonomik koşullar hala daha son derece çelişkili. Kredi alan ülkeler durgunlukta olmalarına rağmen, IMF, bu ülkelerden, bütçe açıklarının kapatılmasını ve kredi faizlerinin yükseltilmesini istiyor. IMF’nin borçsuz bir şekilde krize yakalanan az gelişmiş ülkelere önerdiklerini, Avrupa ve ABD’deki büyük ekonomilere önermesi asla mümkün değil. Çünkü bu ülkeler IMF’nin söylediğinin tam tersini yaparak, faizleri indirip para topluyor ve “bail-out” aksiyonlarıyla devleti borçlandırıyor.
Benzer şeyler ticaret politikaları için de geçerli: ABD ve Avrupa, ekonomilerini dün olduğu gibi bugün de korumacılıkla himaye ediyor. Üstelik bu sadece tarım sektörü için de geçerli değil. IMF ise hala daha kredileri karşılığında sınırların açılmasını talep ediyor. Ancak tam da serbest ticaret olarak propagandası yapılan bu olgu, çoğu ülkenin doğal kaynaklarının tüketilmesi ve gıda maddeleri ihracatının devamı anlamına geliyor. Ve nihayet ithalat için döviz gerekiyor ve uluslararası borçlar da geri ödenmek zorunda. Bu kısır döngünün kırılmak zorunda, çünkü iklim değişikliği Güney Yarımküre’deki yoksulluk krizlerini daha da arttıracak.
Bunun ötesinde Dünya Bankası ve IMF’nin yeni kredilerinin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri yeniden bir borç sarmalına sokması tehlikesi mevcut. Devletlerin yeniden borçlanması, yoksullukla mücadele ve çevrenin korunması ile ilgili çalışmaları dün olduğu gibi bugün de ağır biçimde kısıtlayacak. İnfilak eden borç yükü ve devletin, vergiler, ihracat gelirleri v.b. girdilerinin azalması, sosyal harcamalarının üzerindeki baskıyı arttıracak. Oysa özellikle de krize borçsuz olarak yakalanan yoksul ülkelerin paraya ihtiyacı var, ve eğer bu ülkelerin borçlarının, zaten mütevazı olan borçtan kurtarma girişimlerinden önceki seviyeye ulaşması istenmiyorsa, bu paranın kredi olarak değil, destek olarak verilmesi gerekiyor.
Kuzey Yarımküre’nin neden olduğu araçsallaştırma
Bir tarafta IMF’nin rapor ve analizlerindeki eleştiriler, diğer tarafta kredi verme politikaları. Bu konuda İMF Kuzey Yarımküre’deki hissedarlarının ekonomik çıkarlarına uygun davranıyor. Sanayi ülkelerinin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere uyguladığı çifte standardı Dünya Bankası’nın eski baş ekonomisti, bugün Beyaz Saray’ın baş danışmanı olan Larry Summers, çok net bir şekilde dile getirmiş: “Bir yangını söndürmek, insanın kendi evinin yanmasından çok farklı bir şeydir.” IMF’nin kredi verme koşullarının kimileri değiştirildi gerçi, ancak kredilerin tutarlı bir şekilde yoksullukla mücadele ve iklimin ve doğal kaynakların korunması gibi alanlara kaymasını sağlayacak derin bir reformdan söz etmek henüz mümkün değil.
Oy hakkı dağılımı kısmen değişse bile, bu durumda çok büyük bir farklılık olmayacaktır. Gelişmekte olan ülkeler G20’deki güçlerinin artmasını, bir ilk başarıyla taçlandırdılar: Bu ülkeler, Pittsburg kararları doğrultusunda İMF’de % 5 oranında oy hakkına sahip oldu. Özellikle Avrupa sahip olduğu gücün bir kısmını devretmek zorunda. Ekonomik olarak daha az sözü geçen ülkeler IMF’nin karar organlarında dün olduğu gibi bugün de yoğun biçimde azınlıkla olmasalardı, bu gelişmeyi belli ölçüde bir ilerleme saymak mümkün olabilirdi.
IMF’de yeni bir gelişme, yönetimin sivil toplumla daha çok fikir alışverişinde bulunma yönünde çaba harcaması. Bunun artması ve kurumsallaşması bekleniyor.
Sonuç: IMF’ye yeniden ihtiyaç var
Kriz, IMF’yi anlamsızlığından kurtardı. Uluslararası bir kuruluş olarak IMF’ye, örneğin finans piyasalarında daha iyi ve daha koordineli bir denetim için gerçekten de ihtiyaç var. Ancak gücü ve etkisi, hissedarlarının kendisine bahşettiği güçle sınırlı. Hatta bu anlamda IMF BM’le aynı kaderi paylaşıyor. Kurumsal olarak kendi ilkelerine göre var olsa da, onların talimatlarına uymak zorunda.
IMF’ye kısa vadeli bütçe açıkları ve nakit para darboğazlarının aşılmasında da finansör olarak ihtiyaç var. Ancak az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere kısa ve uzun vadeli kredi sağlayan bir kuruluş olarak hala daha kuşkuyla bakılan bir rolü var. Kuruluşunda kendisine biçilmemiş olan kuşkulu bir rol bu. Ama öte yandan sanayi ülkelerinin IMF’ye severek verdikleri bir rol, çünkü bu ülkeler bu şekilde hala Güney Yarımküre’deki ülkelerde ekonomik çıkarlarını yönetebiliyorlar.