İşgücü göçü ile siyasi sebeplere dayanan göç hangi noktalarda birbirinden ayrılıyor? Üç ayrı kuşaktan üç göçmenin portresi, hikayelere kulak vermenin kategoriler oluşturmaktan daha önemli olduğunu gösteriyor.
Berlin Neukölln’de, bir apartmanın iç avlusuna bakan bir ev. Tempelhofer Feld yürüme mesafesinde, kafeleri ve marketleriyle Hermannstrasse hemen öte yanda. Üçüncü kattaki dairenin duvarlarında aile fertlerinin ve Türkiye ve Almanya’daki akrabaların fotoğrafları asılı duruyor. “Hoş geldin. İçeri girsene!” Murat ve karısı Dilara 45 yıldır bu evde yaşıyorlar, üç çocuklarını burada büyütmüşler ve yine burada birlikte uzun vakitler geçirmişler. Neukölln'deki evleriyle Murat’ın doğum yeri olan Sivas’taki köy arasında neredeyse 3.200 kilometre mesafe var.
Murat, Almanya ile Türkiye arasında imzalanan İşgücü Anlaşmasını ilk kez 1969’da, elektrikçilik eğitimini tamamladıktan sonra bir öğretmeninden duyar. O sırada 19 yaşındadır. Birçokları gibi o da testlere ve giriş sınavına katılmak üzere İstanbul’un yolunu tutar. Birkaç hafta sonra işlemler biter ve – İşgücü Anlaşmasının bitimine dört yıl kala- üç arkadaşıyla birlikte Almanya’nın yolunu tutar. Ve yanına küçük bir bavul alarak, kendi ifadesiyle “heyecan içinde” İstanbul Sirkeci Garı’ndan ilk uzun yolculuğuna çıkar.
Murat ve arkadaşları Almanya’ya vardıklarında önce trenle Hamburg’a götürülürler. Burada Siemens firmasının işçi lojmanlarına yerleşirler. Bir yıl boyunca çok dar bir alanda günlük hayatı paylaşırlar. Ortalarında her akşam Türkiye’den haber veren bir radyo vardır. Başlangıçta her şey zordur, Türkiyeliler dışındakilerle ilişki kurmak da zordur. İş çoktur, zaman azdır ve bulundukları yerdeki toplumla neredeyse hiçbir temasları yoktur.
“Başka hayat biçimlerine alıştım”
Murat’ın az da olsa Almanca bildiği fabrikada ustabaşıları arasında hemen duyur, ama içinde her zaman tuhaf bir huzursuzluk vardır. Daha önce ailesinden bu kadar uzakta yaşamamıştır hiç ve burada bilmediği, anlamadığı çok şey vardır: Metro nasıl kullanılır? Gündüz sokaklar neden bomboştur? Bir de: İki erkek el ele sokakta dolaşınca neden insanlar tuhaf tuhaf bakarlar?
Murat birkaç yıl sonra Berlin’e taşınır ve arkadaşlarıyla bir işçi gençlik derneği kurar. Burada Türkiyeli göçmenlere, başka hizmetlerin yanı sıra Almanya tarihi hakkında bilgi sunar, Türkiye’den güncel siyasi gelişmeleri paylaşırlar. Türkiye 70’li ve 80’li yıllarda toplumsal gerilimlerin, bombalı saldırıların, siyasi cinayetlerin damgasını vurduğu bir ülkedir. İç savaşı andıran gelişmeler ülkeyi temellerinden sarsmaktadır. Bu noktada, Murat üst üste birkaç kez derin nefes alıyor: “Almanya’ya, başka hayat biçimlerine alışmıştım. Ailemle birlikte bir hukuk devletinde yaşamak da beni çok mutlu ediyordu.”
Köylerin yakılıp yıkılması ve maruz kalınan baskı sonuncunda 70’li yılların sonundan itibaren pek çok Kürt aile Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Özellikle 1980 darbesinin getirdiği Kürtçe konuşma yasağı, siyasi gruplara yönelik baskılar, muhaliflere yönelik takip ve tutuklamalar, ve ağır işkence vakalarının yanı sıra Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile Türkiye ordusu arasında 1984’ten beri süregiden silahlı çatışmalar sonucunda, 80’li yılların sonuna doğru binlerce Kürt ve muhalif Almanya’da iltica başvurusu yaptı.
“Birkaç haftaya geri dönerim”
Bunlardan biri de Hande. Hande ve arkadaşları 1999 yılında, (HDP’nin öncüllerinden olan) HADEP için el ilanları dağıttıkları gerekçesiyle polis tarafından aranmaya başlarlar. Hande sadece parti bürosuna giderken yolda karşılaştığı arkadaşlarının telaşla kendisine arandığını söylediklerini hatırlıyor. Nisan 1999’da parlamento seçimlerine katılmasını engellemek için savcılığın HADEP’e kapatma davası açtığı dönemde olmuştur bu. Özellikle PKK lideri Öcalan tutuklandıktan sonraki süreçte de ordu bir imha savaşı başlatmıştır.
Hande ülkede kalırsa ne kadar az şansı olduğunu bilmektedir. Birçok arkadaşı tutuklanmış durumdadır. Türkiye’de cezaevlerinde yaşanan işkence ve tecavüz hikayelerini çok sık duymuştur. İlk yapması gerekenin gitmek olduğunu çok iyi biliyordur Hande. Bu gürültü patırtı nasıl olsa birkaç hafta içinde biter, diye düşünür... Yedi sığınmacıyla birlikte bir kamyonun kasasında, kartonların arasında Almanya’ya doğru uzun ve zahmetli bir yolculuğa çıkar. Her an yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kamyonun kasasında çok yer yoktur, sadece akşamları, hava karardığında ve gözlerden uzak bir park alanı bulduklarında çıkabilirler dışarı. Bir ay süren korkunç bir yolculuğun ardından sonunda Aachen’e varır.
Hande bir kadın arkadaşıyla önce Sachsen-Anhalt’ta bir mülteci yurduna yerleştirilir. Burada altı kadınla aynı odayı paylaşır. O günleri, kadınlar arasındaki tartışmaları, dil sorunlarını, ortak kullanılan tuvaletleri hatırlamak dahi istemiyor Hande. O süreçte yerli halka ilişkileri de yok denecek kadar azdır. “Tek bir kişiyi dahi görmüyorduk. Bence korkuyorlardı bizden.” Ama onu üzen ve yoran sadece bu değil, markette de benzer şeyler yaşar: “Her alışverişe gittiğimde kontrol ediliyordum, çantalarımı açıp göstermek zorundaydım.” Hande bir süre sonra bu yurtta sadece resmi olarak kayıtlı kalıp zamanının çoğunu Berlin’de, arkadaşlarının yanında geçirmeye başlar. Burada kendini iyi hisseder Hande, Türkiye’den muhalif insanlarla buluşma imkanı bulmaktadır. Ama Berlin’e taşınması imkansızdır. İltica başvurusu yapmış biri olarak kayıtlı olduğu yerden başka bir yere yerleşmesi mümkün değildir. Resmi olarak bağlı olduğu kurumun yetki bölgesinde kalmak zorundadır.
Böyle gitmez!
Sığınmak üzere birkaç haftalığına geldiğini düşündüğü Almanya ziyareti yıllar sürer ve sonunda burası onun yuvası haline gelir. Buradaki ilk iki yılında tekrar geri dönebileceği umuduyla yaşar. Sonra bir karar verir: “Böyle devam edemez!” Ülkenin dilini öğrenmeye, bir akşam okuluna devam etmeye, sonunda Almanya’da gerçek anlamda yaşamaya karar verir. Hande bir daha ancak on bir yıl sonra, 2021 yazında Türkiye’ye gidebilecektir. “Ailem çocuklarımı görsün istiyordum. Alman vatandaşlığım vardı artık ve kendimi güvende hissediyordum.”
Türkiye hükümetinin 2013’ten itibaren PKK’yla yürütmeye başladığı barış görüşmeleri, 2015 Temmuz’unda yeniden olayların patlak vermesiyle sona erdi. Güneydoğudaki sivil Kürt halkı için korkunç bir dönemdi bu: Barış mitingleri sırasında ve HDP etkinliklerinde bombalar patlıyor, olayların yoğun olduğu yerlerde ilan edilen ve haftalarca süren sokağa çıkma yasakları nedeniyle yiyecek ve ilaç temini dahi zorlaşıyordu. Olaylar sırasında kimi mahallelerde ve ilçelerde taş üstünde taş kalmadı.
Bizden değilsen onlardansın
“Barış İçin Akademisyenler” girişiminin 2016 Ocak’ında yayınladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız“ bildirisi internette yayımlandığında insan hakları örgütleri ve yerel girişimler uzun süredir yaşananların korkunç sonuçlarıyla mücadele içindeydiler. Bildiriyi imzalayanlar Türkiye ordusunun Güneydoğu’daki operasyonlarını eleştiriyor, sokağa çıkma yasaklarının ivedilikle kaldırılmasını, yaşanan kıyıma son verilmesini ve görüşmelerin yeniden başlatılmasını talep ediyorlardı.
İmzacılar Türkiye hükümetinin hedefi haline geldiler. O dönemde İstanbul Nişantaşı Üniversitesinde ders veren Çetin de bildiriyi imzalayan 2.200’e yakın kişiden biri. Yüzlerce insan gibi o da kamudaki görevinden atıldığını medyadan öğrendi. Büyük bir darbe alan Çetin, Türkiye’nin en pahalı kenti İstanbul’da işsiz olarak yaşamaya çalıştı.
Humboldt Vakfı’ndan aldığı bir burs sayesinde Almanya’da yeni bir hayat kurabildi Çetin. 2016’daki darbe girişiminden sonra ise bir daha geri dönemeyeceğini anladığını söylüyor: “Ailemi, arkadaşlarımı özlüyorum. Ama Türkiye ülke olarak yaşanacak bir yer değil artık.” Çetin buraya geldiğinde Almanca biliyor, ülkeyi, insanlarını tanıyordu. Bunlar hayatını kolaylaştıran şeylerdi. Ajandası da birden randevularla dolmuştu. Gazeteciler ve çeşitli girişimler Türkiye’deki durumu konuşmak istiyordu onunla: “Birden bire dinleyen değil, konuşan kişi olmuştum.”
Çetin burada düşündüklerini söyleyebilmenin mutluluğunu da yaşıyor bir taraftan. Ama yine de tamamen özgür hissetmiyor kendini. Ölüm listelerinden haberi var; Erdoğan’ın aleyhine bir şeyler yazanların başına neler gelebileceğinin farkında. “Türk faşistler tıpkı Neonaziler kadar tehlikeli.” Sokakta bu cümleyi söylerken azami dikkat gösteriyor, dönüp dönüp arkasına bakıyor.
Bir çocuk babasının mezarına gidemezse...
Hande en son 2019’da Türkiye’ye gitmeye niyet ettiğini anlatıyor. O süreçte, bir yıl önce ölen babasının mezarını ziyaret etmek istemiş. Yolculuk için her şey hazır, ama tam o anda telefon çalmış. Arayan kız kardeşi: “Gelme buraya, seni sormaya başladılar yine.” Hande avukatı aracılığıyla 20 yıl önce de niçin arandığını öğrenmeye çalışmış ama resmi makamlardan bilgi alamamış. “Bildiri dağıttım, beni tek suçladıkları şey bu olamaz.”
Öte yandan Hande burada, Almanya’da da Kürt karşıtı bir ırkçılık olduğunu da hissediyor. Kürtçe bir isim taşıyan oğlunun, doğum günlerine çağrılmadığına tanık oluyor. Kürt olduğunu söylediğinde sürekli Türklerin suçlamalarına maruz kalıyor. Hande’yi inciten bir başka şey de, kendisinin Türk olmadığını kabul etmeyen ve Türkiye’deki marjinalleştirilmiş gruplar hakkında yok denecek kadar az bilgisi olan çoğunluk toplumunun cehaleti. “Hepimizi aynı sepete koymaları beni çok yaralıyor.”
“Bu konu çok nadir dile getiriliyor”
Murat ve Dilara, söyleşimizin ardından vedalaşırken elime bir ev poğaçası tutuşturuyorlar. Yetmiş yaşındaki Murat elli yıldır Almanya’da yaşıyor. Alman toplumunun burada kalmalarına, buraya ait olduklarına zaman içinde alıştıklarından emin.
Eve dönerken o buluşmada duyduğum bazı cümleler üzerine düşünüyorum: “Bu konu çok nadir dile getiriliyor.” Haklı. Bu konuyu daha çok duymalı, daha sık sorgulamalı, ve “misafir işçi” ya da “göçmen kökenli” gibi boş sözlere hayat üflemeli, onların yaşamlarına daha çok alan açmalıyız. Bu yazıda hayatları anlatılan Murat, Hande ve Çetin bu gerçeğin sadece küçük bir bölümü yansıtıyor olsalar da, üç kuşaktır süre giden göçü ve kaçışı simgeliyorlar.
2015-2016 yıllarında Türkiye’de yaşadım. O zamandan beri sık sık Türkiyeli insanlar hakkında ne kadar tek taraflı düşündüğümüzü, Türkiye toplumunu ve tarihini ne kadar az tanıdığımızı fark ediyorum. Kürtlerin yaşadığı bölgeye yaptığım gezi bu açıdan çok belirleyiciydi. Bu yüzden de bu yazı için Murat, Hande ve Çetin’le görüşmeye karar verdim. Daha önce bu hikayeleri bilmiyordum. Bunun nedeni Almanya tarihinin bu döneminin ders kitaplarında yer almaması belki de. Bunu değiştirmek için, çoğunluk toplumu olarak bizim de gelecekte daha çok soru sormamız ve insanlara daha fazla kulak vermemiz gerekiyor.