Sürreel bir ruh hali

Okuma süresi: 1 dakika
Teaser Image Caption
7 Haziran genel seçimlerinde 18.867.411 kişinin oyuyla yüzde 40.87 oy alan AKP, koalisyon görüşmelerinin sonuçlanamaması üzerine düzenlenen 1 Kasım seçimlerinde 23.681.926 kişinin oyları ve yüzde 49.50 oranla tek başına hükümet kurma yetkisini elde etti.

AKP 7 Haziran seçimlerinde yaşadığı hezimeti 1 Kasım’da tarihinin en büyük oy oranlarından birine ulaşarak aşmayı başardı. Birçok araştırmacının havlu atmasına neden olan seçimin sonuçlarını Konda araştırma şirketinden Bekir Ağırdır’la konuştuk...

1 Kasım seçimlerinden önce, seçim sonucunun aslında tahmin edilemeyeceğini, ortada belirsizliklerle dolu bir durum olduğunu söylüyordunuz. Bir anlamda, haklı çıktınız. Seçimler için bu yorumu yapmanıza, son yıllarda Türkiye’nin toplumsal hayatı için “tuhaf”, “sürreel” gibi sıfatlar kullanmanıza sebep olan ne?

Beş yıldır her ay izlediğimiz bir moral endeksi var, tüketici güven endeksi gibi bir şey. Özellikle Eylül ve Ekim aylarında, beş yıllık periyodun en yüksek seviyesine gelmiş kriz beklentisi: Yüzde 75. Yani bir ülkenin dörtte üçü “önümüzdeki üç-dört ayda büyük bir ekonomik kriz bekliyorum” diyor. Hükümet kurulamadı, koalisyon görüşmeleri, şu bu oldu, “bu beş ayı nasıl değerlendiriyorsunuz” diyoruz, “yaşananlar büyük bir siyasi krizdir” diyen yüzde 82; bu, ikinci veri. Üç, “çatışma ortamını, terörü nasıl görüyorsun” diye soruyoruz, bunu hemen kapının önündeki bir sorun gibi gören, doğrudan gündelik hayatını etkileyecek olduğunu söyleyen yüzde 62-63’e çıkmış. Bu üç veri, duygusal olarak son derece tedirgin, kaygılı, bütün beklentileri umutsuzluğa, karamsarlığa dönüşmüş bir toplumu gösteriyor. Öyleyken, siyasi tercihlerine bakıyorsun, bir sene, altı ay öncekiyle aynı gözüküyor. Diyelim seçime katılmayacağım diyenler yüzde 50’ye çıksa, o da bir belirti, siyasete tepki veriyor dersin. Bütün siyasi bulgular sanki hiçbir şey değişmiyor gibi gösteriyor, ama siyasetin dışındaki bulgulara bakıyorsun, herkes alarm veriyor. Tuhaf dediğim buydu. Seçim güdüsünde korku, kaygı, endişe belirleyici ise, korkuyla, endişeyle, panikle davranışı ne laboratuarda ne de anketle ölçebiliriz. İnsanların panik ânında ne yapacağı ölçülebilir bir şey değil. Bu ülkede her beş yurttaştan dördü yaşananlara büyük bir kriz diyor. Her dört kişiden biri de önümüzdeki üç-dört ayda kriz gelecek diye düşünüyor. Bu ruh hali çok ölçülebilir bir şey gibi gelmiyordu bana.

Peki 1 Kasım’daki tabloya yol açan ne?

O tabloyu ne umutlar, ne ütopya, ne vaatler ne aday listeleri oluşturdu. 54 milyon seçmen içerisinde 100 bin kişi Beşir Atalay yeniden aday oldu diye oy vermiş olabilir ya da emeklilere 100 lira zam vaat ettiler diyen 120 bin emekli çıkabilir, ama 54 milyondan 47 milyon seçmenin oyunu ve ana karakterini belirleyen umut değil, korku ve kaygı, hanenin birliği, düzenliği arayışı oldu. Bu çok ölçülebilir bir şey değildi. Hiçbir tablonun siyasi verilere yansımıyor olmasıydı tuhaf, sürrealist bir durum var dedirten.

Siyaset bilimi diyor ki, 13 yıldır ülkeyi yöneten bir iktidar varsa, doğal olarak bu tür kriz anlarında iktidara bakılır, muhalefete değil. İktidara bir pay çıkmayıp da, aksine, olumlu oy yükselişi sağlamak çok kestirilebilir, normal kabul edilebilir değil, sürrealist. 2002’den 1 Kasım 2015’e bakınca, her üründe, fikirde, partide, markada olduğu gibi normal olarak Ak Parti de 2011’e kadar yükseliyor, sonra geriye doğru düşüyor. Ama, düşme değil bu ve arada hiç iktidar boşluğu vermeden yeniden geriye doğru kıvrılma dünyada da ender görülen bir şey. Bunu yaratan, insanların hanenin birliği, düzenliği üzerindeki tehdit algıları, korkuları, kaygıları oldu.

Haziran seçimlerinde AKP’nin oyu epey düşmüştü, ama aldığı yüzde 40’lık oran yine de Türkiye’nin yakın siyasi tarihi itibariyle hayli yüksekti. Her şeye rağmen AKP’yi destekleyen bu yüzde 40, Kasım seçimleri için bir cazibe merkezi mi oldu?

54 milyonluk büyük kitlede her partinin bir çekirdek oyu var. Kimi fikri, ideolojik yaklaşımlarla, kimi benim Galatasaraylı olduğumu anlatamamam gibi duygusal nedenlerle, kimi lidere olan beğenisiyle, 54 milyonluk pastadaki çekirdek oyunu her parti alıyor. Geride kalanın bir kısmına sempatizan seçmen diyoruz. O partiye tam gönül vermemiş ya da ideolojik olarak o partiyle tam örtüşmüyor olabilir, ama şu veya bu sebeple o partiye oy veriyor. Partide çekirdek seçmenken partisini eleştirmeye başladığında sempatizanlığa kayıyor. Eleştirileri devam ediyorsa, o gri alanın boşluğuna kayıyor. Artık hiçbir partinin seçmeni gibi değilken, o gri alandayken başka bir partinin sözünü dinler hale geliyor, kulağını açıyor. Eğer kulağını, gönlünü, aklını çelen bir şey duymadıysa hâlâ, seçim zamanı tanıdığı cenaha doğru geri geliyor. Bu tabloyu yaratan sebeplerden biri bu siyasi rekabet eksikliği. CHP, MHP veya HDP –tabii diğerlerinden daha farklı bir durumda– büyük kitleleri, Ak Parti’den çözülmüş kitleleri kendilerine çekecek bir ütopya üretemediler. İnsanlar doğal olarak Ak Parti’ye gitti. Ak Parti’nin çekirdek seçmeni 18 milyon. Bu, toplam 54 milyon seçmenden baktığımız zaman yüzde 35 demek! Seçime katılma oranına bağlı olarak bu yüzde 35’in karşılığı yüzde 42-45 gibi oluyor, ki sempatizan seçmenleriyle Ak Parti yüzde 41 ile 47 arasında oynadı şimdiye kadar. 1 Haziran’da 18 buçuk milyondu, yani çekirdeğine kilitlenmişti. 17 Aralık’tan itibaren adım adım 2 milyona yakın seçmenini MHP’ye kaybetmişti. 1 buçuk - 2 milyona yakın seçmeni de HDP’ye kaybetti, ama o çekirdek aşınmadı, 18 milyon orada beton gibi duruyordu. Ötekilerin çekirdekleri yeterince güçlü, heyecan verici bir şey üretemediği için ortadaki insanların önemli bir kısmı yine Ak Parti’ye doğru yattı.

Korku ve rekabet eksikliğinin yanında, ülkede Ak Parti yandaşlığı ve karşıtlığı diye bir kutuplaşma yaşanıyor. Üç parti karşısında Ak Parti tek başına ve 38 milyon seçmenin oyu ne olursa olsun seçimden önce belli. 18 milyon Ak Partili var, 20 milyon da üç parti arasında paylaşılacak. 54 milyonla 38 milyon arasında 16 milyonluk bir gri alan var, kutuplaşmanın zihni ve duygusal ambargosuna teslim olmamış bir alan. Öbürleri Tayyip Erdoğan ne derse kategorik olarak doğru ya da yanlış derken, gri alandaki “Üç olayda Ak Parti haklı olabilir de, şu beş olayda yanlış” diyor, daha aklıselim düşünüyor. Seçimi kutuplaşmaya katılmamış 16 milyonluk gri alandaki insanların ne kadarının sandığa gidip hangi partiye doğru yatacakları, nereye doğru eğilim gösterecekleri belirliyor. Gri alan bu kez Ak Parti’ye yattı.

Bu gri alanı oluşturan insanların kutuplaşmaya uzak durmak haricinde sosyal, sınıfsal bir ortakları var mı?

Bu insanların yekpare olarak eğitimliler/eğitimsizler, çalışan/ çalışmayan, erkekler/kadınlar gibi bir tanımı yok. Öteki 38 milyon kadar siyaseti kendi hayatının öznesi ya da temel merkezi haline getirmemiş insanlar bunlar. 54 milyon seçmenin içinde bir kere bir 6 milyon var ki, zaten seçimle ilgilenmiyor, gazetelerin spor sayfası dışında bir şey okumuyor. Aşağı yukarı yüzde 35’lik bir kitle, 20 milyona yakın insan var ki, partileriyle bir fikir beraberliği arayarak oy veriyorlar; bunlara ideolojik seçmen diyoruz. Partinin programını kelime kelime bilmiyor olabilir, ama kendine muhafazakâr İslâmcıyım diyorsa, ilk düşündüğü doğal olarak Ak Parti. Yüzde 25 mertebesinde bir grup, 14 milyona yakın insan, partiyle değil, liderle ilişki kuruyor. Tayyip Erdoğan’ın böyle bir karizması var. Yüzde 20, aşağı yukarı 11 milyon gibi bir küme var ki, ona duygusal, taraftar seçmen diyoruz. Bir de bizim gibi yüzde 10’luk grup var; her naneyi bildiğimizi sanıp, “bu partilerin hiçbiri benim partim değil” deyip o seçimde birine yatıyoruz. Bir yüzde 10 da bizim tam tersimiz.

Kalkınma Bakanlığı verilerine göre illerin sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyeleri. Kahverengi olan iller ülkenin geri kalmış olduğu coğrafyayı, mor renkler (koyulaştıkça seviye yükselerek) ülkenin görece gelişmiş olduğu coğrafyayı gösteriyor. (Kaynak: Konda '15 Barometresi -1 Kasım Sandık ve Seçmen Analizi)
Aslında yıllar içinde siyasetten uzaklaşmış değil, gayet politize bir toplumdan bahsediyoruz bu durumda.

Daha doğrusu, ezberleri güçlü. Bu seçimleri belirleyen en önemli şey şu: Türkiye siyaseti kimliklere kilitlendi. O zaman da aklıselim çalışmıyor. 1 Kasım Sandık Analizi raporumuzdaki iki tablo bu meseleyi çok net açıklıyor. Bilgisayara diyorsun ki, seçim sonuçları açısından 81 ilin birbirine benzerliğini, yakınlığını, uzaklığını uzay boşluğunda yıldız gibi serp. Sonra anlamlandırmaya çalışıyorsun, acaba neye göre bunları ayırmış diye. Türkiye siyasetini ayıran önemli eksenlerden birisi Türk ve Kürt illeri. Bunu açıklamak kolay, ama Edirne’yi, Kırklareli, İzmir ve Aydın’ı ne açıklıyor? Bunun birkaç tane açıklaması var, örneğin sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyesine göre ayırabilirsin. Bu da sadece ekonomik gelişmişlik değil. 100 nüfus başına düşen sinema koltuğu, satılan kitap sayısı, hastane, yatak gibi bir sürü başka veriler de söz konusu. Bunu da TÜİK hesaplıyor ve 81 ilin sıralaması şöyledir diye her sene yayınlıyor. Bunlar gelişmiş, bunlar da gelişmemiş iller demek mümkün. HDP’nin olduğu yerler ülkenin en geri kalmış illeri, CHP’nin olduğu yerler en gelişmiş iller, AK Parti’nin olduğu yerler de gelişme arzusu taşıyan yerler. Bunlara eğitimin düşük veya yüksek olduğu iller demek de mümkün. Üçüncü bir eksen daha var, o da dindarlığın yoğunlaştığı veya yoğunlaşmadığı iller olmaları. Türkiye’nin dört köşesini Kürtçülük, Türkçülük, dindar, laik diye tanımlamak mümkün, Türkiye siyasetinin sıkışmışlığı burada. Bu harita bu toprakların 200 yıllık kalkınma hikâyesinin başardığımız ya da başaramadığımız yerlerini gösteriyor. Bu dört kimliğin, bu dört partinin bir tarihsel sürecin ürünü olduğunu söylemek de mümkün. Güncel kutuplaşma olayı açıklıyor gibi görünüyor, ama birazcık eşeleyince dibinde bu kutuplaşmayı belirleyen tarihsel süreçler var.

Peki bu kimliklere mahkûm muyuz? Örneğin HDP’nin bu kimlik siyasetini aştığı ölçüde başarı kaydettiği hep söylendi...

HDP, aşabildiği yere kadar bunu aşmayı denedi, yüzde 13 aldı, ama Kürt milliyetçileri ya da PKK engel oldu. Artık bir daha hayal. Gerçekten başarabilseydi, belki CHP’nin yerini alıp seküler kesimin oylarıyla yüzde 25’lere çıkabilirdi. 1983’ten 2002’ye kadar yapılan bütün genel seçimlerde birinci parti farklı olagelmiş. SHP bir dönem öne çıktı, sonra DSP, sonra Refah, MHP... 1987’den itibaren Türkiye’deki sosyolojik, toplumsal, demografik değişimin en hızlı olduğu dönemde toplumun üzerinde mutabık kaldığı bir ütopya olamamış, o yüzden de her seçimde birinci parti farklı, hepsine bir kere şans vermiş. O sırada DSP, SHP, Refah kendisine sıra geldiği için mi iktidara geldi sorusu ayrı tartışma konusu, ama en azından onlar da o gün için farklı bir şey yapmış ki seçmen onlara oy vermiş. Bu sebeple Ak Parti bir sürecin ürünü, sonucu. Üstüne üstlük, toplumsal olarak büyük bir değişimin yaşandığı bir dönemin sonucu: eğitim seviyesi, bilgisayar, ulaşım, yollar, arabalar, uçaklar, telefonlar, ihracat, küreselleşme, bilgi toplumu... Hem küresel hem de toplumun iç dinamiklerinden dolayı bütün hayatının değiştiği bir dönemde toplum bir cevap, bir ütopya aramış, ama hiçbir partide de onu bulamamış. Bulamadığı gibi, var olan bütün sistemin dehşetle duvara çarptığı bir zaman aralığı var: 28 Şubat, ‘99 Marmara Depremi, 2000-2001 krizi. Bu dört yılda toplumun bütün sistemi duvara çakıldı. Ak Parti 2000-2007 aralığını doğru kullandı. Refah Partisi olarak devam etseydi, o fırsatı yakalayamayacaktı. Belki o da birincilik hakkını kullanmış olacak, 2007’de sıra başkasına gelecekti. Ama o fırsatı kullandı, hikâye başka bir yere döndü.

TÜİK verilerine göre hanedeki fert başına gelir rakamlarına göre 26 alt bölgenin renklendirilmesi ile elde edilmiş haritadır. Açık mavi olan alt bölgeler gelirin enTÜİK verilerine göre hanedeki fert başına gelir rakamlarına göre 26 alt bölgenin renklendirilmesi ile elde edilmiş harita. Açık mavi olan alt bölgeler gelirin en düşük olduğu, koyu mavi yerler ise gelirin en yüksek olduğu bölgeleri gösteriyor. (Kaynak: Konda '15 Barometresi -1 Kasım Sandık ve Seçmen Analizi) düşük olduğu, koyu mavi yerler ise gelirin en yüksek olduğu bölgeleri gösteriyor.
AKP Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en güçlü iktidarlarından bazılarını kurdu, ama bunu 13 yılın ardından hâlâ korumasını ve sürdürmesini nasıl açıklayabiliriz?

Tarihimizde 1 Kasım’la birlikte 18 genel seçim, beş tane çok önemli kırılma var. Birincisi 1950 seçimleri, cumhuriyeti kuran partiye karşı Demokrat Parti. 1961-65 seçimleri, darbeye ve generallere rağmen Adalet Partisi; liderini asmışsın ülkeyi sattı diye, beş sene sonra aynı parti tek başına iktidar. ‘73 Ecevit’in başarısı. ‘83 Özal, generallere rağmen. Bir de Ak Parti. Deniyor ya Türkiye toplumu değişim, demokrasi istemiyor mu diye, bundan iyi belirti olur mu? Bütün kırılmalar var olan sistemi değiştireceğim diyen parti lehine. Bugün de gerçekten bu düzeni değiştirmek istiyorum diyen, kadrosuyla ve sözüyle güven veren, var olanların dışında bir parti olsaydı, oyları o alacaktı.

Fakat ülkenin içine girdiği kaotik durumu yaratan, ekonominin iplerini elinde tutup sorumluluğunu taşıyan, müzakere masasını devirip çatışmalı ortama dönen, vaktiyle vaat ettiği AB normlarından uzaklaşan yine AKP. Bu çelişkilere rağmen bu toplumsal desteği nasıl koruyor?

Geceyle gündüz kadar birbirine zıt, iki yüzü var Ak Parti’nin. Bir yüzünde reformcu ya da değiştirme iddiasında olan, öbür yüzünde bu uğurda son dört yıldır hiçbir şey yapmamış bir Ak Parti var. Şöyle tuhaf bir durum var, bugün bile Tayyip Erdoğan “sistem tıkandı, sistemi yenilememiz lâzım” diyor. “Anayasayı değiştirelim” diyor, CHP “anayasanın ilk dört maddesini konuşmam” diyor. Biri iktidarda, “sistem tıkandı” diyor, öbürü muhalefette, “değiştirmeyelim sistemi” diyor. Ak Parti’nin hükümet programı, seçim beyannamesi, şeffaflık paketi CHP’ninkinden daha kapsamlı. Yaparlar yapamazlar, samimiler değiller, ayrı konu. Ama algı ve imaj olarak toplumun önüne hâlâ “sistemi değiştirmemiz lâzım” diye çıkan Ak Parti. Toplum bir yandan inanılmaz tedirgin, Suriye’deki meseleyi görüyor, çatışma sürecini, düşürülen Rus uçağını görüyor... Ama mesele toplumun nereye kadar, neye razı olup olmayacağı, onu bilmiyoruz. Aktörler üzerinden bakınca şöyle görüyorum: Kürt, kadın, Alevi, çevre, nereden bakarsan bak, bugün Türkiye 100 ya da 200 yıllık kalkınma modelinde de, modernleşme modelinde de tıkandı. Gidebileceğimiz yer yok. Bütün problemler kapımızın önünde; aynı anda hepsi birden görünür, hem de hepsi birden şiddet üretir halde. Çevre eylemleri bile şiddetle yürüyor. Dolayısıyla mesele Türkiye’nin modeli yenileme meselesi ve bu ihtiyaç her aktörün içinde var. Ak Parti’nin içinde de eski modeli sürdürelim diyenler veya yeni modeli kuralım, arayalım diyenler var. Bu CHP’nin de, askerin de içinde var. Ülkenin bu noktadan çıkışı, selamete erişi hangi aktörün içindeki yenilikçi kanatların hâkim olacağına bağlı. Beni HDP’de heyecanlandıran da, katkıda bulunmaya çalıştığım kısmı da buydu. Bütün bu oyunu bozacak, etkileyecek bir mesele daha var: Tayyip Erdoğan’ın başkanlık kanırtmasını nereye kadar sürdüreceği veya toplumu başkanlığa razı etmek uğruna hangi kontrollü krizleri nereye kadar sürdüreceği. Bir üçüncü unsur da var tabii: Ortadoğu. Suriye ve Irak diye iki devlet yok olmuş, ama daha da vahimi, 200 yıllık modelin tıkandığı noktalar aynı zamanda bölgenin de problemleri. Yarın öbür gün bölgedeki din, mezhep kavgası bizim iç problemimiz haline gelecek. Kürt meselesi, kendi içimizdeki problem zaten. Vatandaş oyunu verdi, evet, Ak Parti’nin kendisinin bile beklemediği bir desteği üretti, şimdi kenara çekildi, bekliyor, oy verdiği parti çözüm üretecek diye. Ama bu çözümler gelmezse toplum sadece kimlik ve kutuplaşmayla bu belirsizliğin içinde sürekli yaşamaya razı olur mu, emin değilim.

Gri alandaki kitle AKP’nin kolayca manipüle edebileceği, barışa da, çatışmalara da kolayca ikna edebileceği bir kitle mi?

2007’ye kadar Ak Parti bence gerçekten de başarılı oldu. Ergenekon, cumhuriyet yürüyüşleri, 27 Nisan Muhtırası ve daha nice sorun üzerine, Ak Parti baktı ve bürokrasinin, devletin içinde yaslanabileceği, ittifak kurabileceği kümeler olmayınca savunma hattını sokaktan kurdu. Kimini sosyal devlet uygulaması olarak, vicdan politikaları olarak yaptı belki ama, hemen arkasından o ilişkiyi, ekonomideki büyümeyi, aynı zamanda kitleleri Ak Partilileştirmenin aracı olarak da kullanmaya yöneldi. 2010’dan itibaren bir üçüncü aşamaya gelindi; 2010 referandumu, yüzde 58 ve arkasından Gezi’yle beraber Ak Partili kitleyi Erdoğancılaştırmaya döndü iş. 2011 aday listelerini, seçim beyannamelerini düzenlerken bile adım adım bunları kurguladı. 2011 aday listeleri en çok devletçi bürokratın olduğu Ak Parti listesidir; Muammer Güler’ler de o dönem girdi. Üç dönemden geri adım atmayacağım kararlığını göstererek parti içindeki muhalifleri de temizledi. Gezi de o Ak Partici olmuş kitleyi Erdoğancılaşmaya doğru çevirdi. O 18 milyona birdenbire kavuşulmadı, adım adım gelindi. Şimdi? 7 Haziran’daki 18,5 milyondan 1 Kasım’daki 23,5 milyona gelirken kazandığı 4,5-5 milyon insanı kendi etrafında şimdi nasıl tutacak? Şu anda sadece ulusal gururla, dünyanın egemenleriyle kavga ediyor gibi bir stratejiyle gidiliyor gibi. Bu strateji çalışır mı? Çalışır. Bu topraklarda şovenizm güçlü. Otoriterliğe yatkınlık elbette var. Zaten hukukun üstünlüğüne inanç düşük. Hukuki mekanizmalar yerine her şeye karar veren bir tane güçlü adam olsun diyenlerin lider arayışı güçlü, dolayısıyla bunun olabilirliğine imkân sağlayacak toplumsal bir ruh hali var. Bir yandan da bu eski Türkiye değil. Yüzde 93 kentlerde, bu 93’ün 52’si de 11 metropolde yaşıyor. Kentle metropol ayrımının önemi şurada: Uşak da, İstanbul da kent, ama Uşak’taki dayanışma ilişkileri, ahlâki ve kültürel kodlarla İstanbul’dakiler aynı değil. Ak Parti’nin arkasındaki modern muhafazakâr dediğimiz kesimler de başka bir hayatı gördüler; küresel düşünüyor, küresel ticaret yapıyorlar. Tayyip Bey’in arkasında 23 milyon beton gibi diktatörlüğe omuz verecek bir iklim var, ama tersi bir iklim de var.

Seçim sonuçlarına göre oluşturulan 6 farklı il kümesi. İlk üç küme, AKP’nin neredeyse tek hakim olduğu illerden oluşuyor. 4. küme AKP, CHP ve MHP’nin beraberce varoldukları iller, 5. küme CHP’nin kendi oylarının ağırlıklı olduğu, 6. küme ise HDP’nin etkin olduğu iller. (Kaynak: Konda '15 Barometresi -1 Kasım Sandık ve Seçmen Analizi)
Çözüm sürecinin en benimsenmiş olduğu dönemde toplumun desteği ne kadardı?

2014’te Konda olarak süreci izlemeyi bıraktık, zaten toplumsal destek de yüzde 80-90 hiç olmadı. Zaten öyle olsaydı, adama sorarlar yüzde 90 toplumsal destek varsa niye bu sorunun çözümü gecikiyor diye. Öyle değil ki. Kürt meselesi esas itibariyle Kürtlerle devlet arasındaki bir gerilim, ama çözülmeden geçen kırk yıl içinde Kürt meselesine ikinci bir toplumsal katman daha eklendi. 2013’te süreç başladığı zaman destek yüzde 35-40’lardan başladı, karşı çıkan da 30 filandı. Aradaki kitle bilmiyorum filan diyordu, ama Kürtlerde her zaman destek hep çok yüksekti. Ocaktan Temmuz’a kadar yüzde 55’lere doğru çıktı, karşı olanlar da azaldı. Ama sonra 55’ten geriye doğru düşmeye başladı. Yılsonu itibariyle de önceki haline döndü. Biz de bir değerlendirme raporu yazdık ve dedik ki “artık bunu ölçmeyeceğiz”. Bir defa sürecin topluma ne vaat ettiği belli değildi. Barıştık da ne kastediyoruz, yarın sabah ne olacak? Hükümetin eksiği, ortak yaşama iradesini, demokrasiyi, kültürel çoğulculuğu anlatmaktı. Yoksa bunu anlatmayıp kardeşlik gibi kuru, ulvi bir laftan gidilecek yer ancak oraya kadardı. Sivil toplum ve yerel yönetimler arasında farklı çalışmalara, alanların ve aktörlerin çoğaltılmasına ihtiyaç vardı. Asıl önemlisi parlamentoda, meşru siyaset alanında başka formel müzakerelerin yürütülmesi lâzımdı. Kaldı ki, iki taraf arasında da güven problemi aşılamadı. Türklerde bölünüyor muyuz paranoyasını, Kürtlerde kandırılıyor muyuz vehmini aşacak hiçbir çaba gösterilmedi. Ama bugün itibariyle herkes o gün yeterince sahip çıkılmayan Dolmabahçe mutabakatıyla yeniden başlayalım istiyor. Paradoks da bu. Eğer o gün canla başla sahip çıkılsaydı, Dolmabahçe mutabakatı denilen şey bu kadar kolay feda edilemeyecekti.

Bu, milletvekili sayısı açısından değil belki ama, nüfus itibariyle aldığı en çok oy, değil mi?

7 Haziran sonuçları hariç, milletvekili sayısı açısından ilk defa bu kadar düşük kaldı. Buna mukabil, seçmen sayısı açısından oyunu 23 milyona çıkardı, daha önce en çok 22 milyon oy almıştı.

Erdoğan’a “anayasayı fiili duruma uyarlayın” dedirten tablo bu mu?

Bu topraklarda geri gelen iki yüzyıllık model bu: Son derece merkeziyetçi, hem her soruna tek yöntemle hem vatandaşa tek kimlikle yaklaşması açısından tektipçi, “mass production” çağının devlet modeli. Bu bakışın keyfilik üretmemesi mümkün değil. Sen başbakan olsaydın belki 15. yılda “başkan olmak lâzım”a gelirdin, Tayyip Bey sekizinci yılda geldi. Helikopterle gezerek üçüncü köprü yeri seçebileceğin, “4 değil, 4.5G olsun” diyebileceğin bir nizam ve hukuk var ortada. Bu gücü bir kere kullandıktan sonra ona aşık olmamak mümkün değil. Dolayısıyla, tam da bu sebepten dolayı başkanlık olmamalı. Adem-i merkeziyetçilikle, karar süreçlerini demokratikleştirerek, karar süreçlerinin aktörlerini ve odaklarını çoğaltarak yürümemiz gereken bir karmaşıklıkta hayatımız var, giderek her şeyi merkezileştiren ve tektipleştiren bir sistem tartışması yapıyoruz. Tayyip Bey meselesi değil ki bu sadece, onun arzusundan da bağımsız olarak, daha sakin konuşabilmemiz lâzım. Bugünkü parlamenter sistem de özü itibariyle istedikleri başkanlıktan farklı değil ki. Onu da çözüm olarak öneremeyiz, ama yenisini de tartışamıyoruz, bir yere varamıyoruz.