Türkiye’nin Suriyeli mülteci paradigması altı hafta gibi bir sürede tamamıyla değişti. Aşağıda daha ayrıntılı tartışılacak bu değişiklikleri şöyle özetleyebiliriz. Merkel’in yaptığı ziyaret ile hızlanan süreç 29 Kasım’da AB ve Türkiye zirvesinin büyük bir kararı ile sonuçlandı. Bu karara göre AB Türkiye’ye mültecileri barındırması için toplam 3 milyar Euro yardım yapacak. Türkiye ile AB görüşmelerinde yeni fasıllar açılacak. Açılacak ilk fasıl 17. fasıl olarak adlandırılan ekonomik ve parasal politika faslı olarak belirlendi; fasıl planlandığı gibi 14 Aralık tarihinde açıldı.
Ekonomik fasıl Merkez Bankası’nın bağımsızlığını ve kamu kuruluşlarını finanse etmemesi gibi, özel sektörleşmeyi hızlandırıyor. Serbest dolaşıma vurgu yapan bu fasıl, “işgücünün serbest dolaşımı” gibi başlıklar içerse de asıl olarak sermayenin güvenli dolaşımına odaklanıyor.
Fasıl açmakta bir zorluk yok zaten, Türkiye için toplam 33 faslın 14’ü açılmış ve sadece biri kapatılabilmiş. Yani Türkiye sadece bir fasıldan “sınıfı geçmiş”, diğerleri sürüyor, yani bir tane daha açılsa ya da açılmasa pek de bir şey fark etmeyecek. “Ekonomik yardım” olan 3 milyar Euro’nun nasıl ödeneceği belli değil, 500 milyon Euro’nun AB ortak kasasından ödenmesi, kalanının ülkelere bölünerek ödenmesi gibi muğlak bir plan var. Herhangi bir ödeme planı ve parayla ne yapılması gerektiği konusunda netlik yok. Hem AB’nin hem de Türkiye hükümetinin paranın ne konuda harcanacağına dair bir açıklaması olmadı.
Hangi konuda harcanacağı belirtilmeyen bu para, Türkiye’nin “biz mülteciler için dört yılda 7 milyar Euro harcama yaptık, yükü artık paylaşmalıyız” beyanına karşılık bir “yardım” olarak verilmişse, paranın büyük bir yapısal değişim için kullanılmayacağını düşünebiliriz. Hükümet bu paranın Türkiye’nin şimdiye kadar yaptığı harcamaların bir kısmının karşılanması olarak verildiğini varsayabilir; bu da ihtimaller arasında.
Tek bir konuda netlik var: Türkiye Avrupa’ya düzensiz göçmen hareketlerini önleyecek, Avrupa’ya düzensiz geçiş yapanları “güvenli ülke” statüsüyle geri kabul edecek. İşte ayrıntılarıyla tartışacağımız başlıklardan biri bu. Geçici Koruma Yönetmeliği’yle belirlenen Türkiye’nin mülteci paradigması tamamıyla değişecek. Yeni paradigmanın hangi yönde ilerleyeceği kesin olmasa da bazı öngörüler yapabiliriz, bu öngörüler aşağıda ayrıntılı şekilde ele alınacak.
Sınır muhafızlığı ve “rüşvet”
29 Kasım zirvesi ardından hükümet 2016 yılında Avrupa’ya vizesiz giriş “müjde”si verdi. Fakat böyle bir kesinlik yok. Kısacası, 29 Kasım zirvesini hükümet iç politikaya “büyük bir başarı” gibi yansıtsa da böyle bir başarı yok. Mülteci akınıyla gittikçe korunmacı olan, ekonomik anlamda güvenceleri askıya almış, yastıksız bir neoliberalizme sıvanmış Avrupa ile ortaklığın nasıl faydası olacağını bir yana bırakalım. AB Türkiye’yi kucaklamış değil, AB Türkiye’ye kendisinin sınır muhafızı olması için bazı “rüşvet”ler veriyor.
Bu zirvenin ve üç milyar Euro’nun bir “rüşvet” olduğunu söyleyen sadece biz değiliz, Belçika eski Başbakanı Guy Verhofstadt zirvenin hemen ardından Avrupa’nın mülteci meselesinin “Türkiye’ye rüşvet verilerek çözülemeyeceğini” yazdı. Zirve ardından çizilen karikatürlerde, Türkiye bekçi köpeği olarak resmedildi. Kısaca, Türkiye itibar kazanmadı ya da iç politikada resmedildiği gibi AB’ye bir adım yaklaşmadı. Hem yaklaşmış olsa bile, bu yakınlaşma “rüşvet”in gölgesini silecek bir kazanım olmayacak. Mültecilerin hayatları üzerinden yapılan bu pazarlık, hem Türkiye hem de AB tarihinde kara bir leke olarak kalacak.
AB’nin acil durumu
Türkiye resmi rakamlara göre 2,4 milyon, gayri resmi tahminlere göre yaklaşık 3 milyon Suriyeli mülteci barındırıyor. Resmi rakamların yüzde 15’ine denk gelen mültecinin 2015’in ilk altı ayı içinde Avrupa’ya düzensiz geçişler yaptığı hesaplanıyor. Düzensiz geçiş yapanların yaklaşık yüzde 80’inin Türkiye kara sınırlarından çok deniz yoluyla Yunan adalarına geçmeyi tercih ettikleri görülüyor. Yaz ayları boyunca iki kıyıya da vuran mülteci bedenleri sivil halkı harekete geçirdi. Hem Türkiye kıyılarında hem de Yunan adalarında ve Avrupa içinde mültecilere yardım için dayanışma ağları oluşturuldu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük “mülteci krizi”ni yaşıyoruz. Krize “insanî” olarak yaklaşan sivil toplumlar “insanî” bakış açısının indirgemeci bir bakış açısı olduğunu gözden kaçıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı ortada yokken bu kadar büyük bir mülteci krizinin insanî kriz yaratan politik ve ekonomik bir kriz olduğu gözden kaçıyor.
Mülteci cenazeleri bölgede oynanan vekalet savaşlarının bir sonucu, mültecilere bakarken bu vekalet savaşlarına dahil olan devletlerin politikalarının üzerlerini örtmesine izin veremeyiz.1 AB, Avrupa ulus-devletlerini tek bir şemsiye altına toplayıp kendi içinde sınırları kaldırmış olsa da ortak “piyasa projesi” olarak her zaman yüksek sınırlara sahip olacaktır.
Avrupa’nın “özgürlük ve eşitlik” gibi kavramları kendinden olmayan insanlara uygulaması nadirdir. Bu değerleri sırtımızı Avrupa’nın piyasa projesine dayanarak değil, AB’ye rağmen savunmamız gerektiğini unutmayalım. AB mülteci akınından sonra mülteci olarak kabul etse hak ve malî destek vereceği insanların akınına uğramak istemedi ve sınırlarını güçlendirmek istedi. AB’nin bu krize “insanî” tepki vermesi pek de beklenemezdi, çünkü AB “insanî” bir birlik olmadı –AB ülkelerindeki insanların mültecileri kucaklayan tavırları devletlerin temel politikaları haline gelmedi. Politik ve ekonomik birlik olarak AB, kapitalist ekonominin gereklerini yaptı.
Mültecilerin Avrupa’ya düzensiz geçişlerinde birkaç temel sebep vardı. Birincisi, Geçici Koruma Yönetmeliği’yle korunan mültecilerin mülteci statüsü yoktu. Eğitim, sağlık gibi temel hizmetlere yönetmelik gereği ulaşma hakları olsa da, (bu hizmetlere ulaşmakta da güçlük çektikleri gibi) çalışma ve mültecilik için başvurma hakları yoktu. Türkiye, “araf”tı; mültecilerin hiçbir statüsünün olmadığı, garip boyutta “sığınmacı/ misafir” olarak görülüp bekletildikleri bir yerdi. Türkiye mültecilerin düzensiz akınını Avrupa’ya kendisinin vazgeçilmez bir ülke olduğunu göstermek için durdurmadı ve bu akını bir pazarlık kozu olarak kullandı; hem Avrupa’ya hem de bölgedeki diğer ülkelere karşı.
Yeni mülteci paradigmasının temel şartları
Avrupa 3 milyar Euro vererek Türkiye’den Geçici Koruma kanunu değiştirmesini ve yeni bir kanun ya da yönetmelikle onlara mülteci statüsü verilmesini istiyor. Dolayısıyla dört seneyi aşkın bir senedir uygulamada olan Geçici Koruma Yönetmeliğinin paradigması değişiyor. Avrupa’nın Türkiye’ye 3 milyar Euro karşılığında kabul ettirdiği yeni mülteci paradigmasının temel şartları şunlar: 1) Geri Kabul Anlaşması’nın hayata geçirilmesinin öne çekilmesi. Belirtelim; Avrupa Birliği’nin Geri Kabul Anlaşması’nı sadece Türkiye ile imzalamadı. AB, bu anlaşmayı eski aday ülkelerin tümüyle ve ayrıca AB’ye komşu pek çok ülkeyle de imzaladı. Avrupa Birliği bu düzenlemeyi komşuluk politikası olarak ele alıyor. 2) Türkiye’den AB’ye gerçekleşen düzensiz göçün önlenmesi, meşru yolla mülteci göndermenin hayata geçmesi, bu nedenle kota artırımının uygulanması. 3) Türkiye’deki mültecilerin yaşam standartlarının yükseltilmesi.
Şartların uygulanması
AB’nin şartları şöyle işleyecek: 1) Avrupa’ya düzensiz geçiş yapan her mülteci geldiği ülke neresi olursa olsun, Türkiye’ye iade edilecek. 2) Türkiye ve Avrupa düzensiz geçişleri önlemek için sınır güvenliğini arttıracak. 3) Avrupa kabul edeceği mülteci kotasını belirledikten sonra, mülteci kabulü için Türkiye’de merkezler açacak ve Türkiye’den bu merkezlere başvuru yapılabilecek ama hangi mültecinin kabul edileceği AB ülkeleri tarafından belirlenecek. Bu kotanın yaklaşık 400 bin olacağı konuşuluyor. AB’nin uyum yasaları göz önüne alınırsa genellikle kalifiye kişiler kabul edilecek. 4) Türkiye, Suriyeli mültecileri “misafir/sığınmacı” statüsünden çıkartarak, Geçici Koruma Yönetmeliğini değiştirerek, daha “kalıcı” bir yönetmelik ya da kanun yapacak. Buna göre mültecilere çalışma hakkı tanınacak.
Bir piyasa birliği olarak AB, kendisinin de içinde olduğu vekalet savaşıyla yaratılan bir ülke trajedisinin yarattığı insanî krizden, “para verip” kurtulmaya çalışıyor. AB, bu paranın verilme takvimini ve nasıl yollarla verileceğine dair bir plan açıklamadı. Paranın denetlenmesi konusunda kurullar oluşturacağı yönünde söylentiler var, ama Türkiye hükümetinin “bize parayı verin, gerisine karışmayın” yönünde bir tavrı olduğu da konuşuluyor. Kısacası, kirli pazarlığın parası belirlendi ama bir ihtimal mültecilerin hayatını iyileştirir mi diye düşünsek de adı üzerinde “kirli pazarlık” mültecilerden çok devletlerin, kapitalist ekonomilerin iyiliğini düşünüyor.
Kirli pazarlık ve “ucuz işçiler”
Mülteci Dayanışma Derneği, 29 kasım zirvesi gününde tüm liderlere bu “kirli pazarlık”a son vermeleri için çağrı yaptı, fakat pazarlığı liderler yapıyor olduğu için bu çağrıya güçlü bir karşılık gelmedi. Türkiye, yukarıda da bahsedildiği gibi, mültecileri alıkoyma, kapatma ve Avrupa’ya gitmemeleri sağlamak karşılığında 3 milyar Euro almayı garantiledi. Fakat bu paranın nasıl alınacağı ve nasıl harcanacağı konusunda hiçbir açıklama yapılmadı –ne Avrupa’dan ne Türkiye’den.
Mültecilere tanınacak çalışma hakkı, zaten kronik işsizlik sorunu olan bir ülkenin karşılaşacağı büyük sorunlardan biri. Hükümet, “ek çalışma alanları yaratmak” adına, bu parayı özel sektöre yatırım amacıyla aktarırsa, işletmelerin şeffaflığını izlemek zorlaşabilir. Ayrıca, yıllardır işverenlerin “ucuz işçi” olarak gördüğü mültecilerin daha fazla sömürülmesi için yollar döşeniyor olabilir; yereldeki “ucuz işçiler”in daha da ucuzlaması için mültecileri yerel işçilere karşı kullanılabilir, ki piyasa mantığı işçiyi işçiye kırdırma mantığına dayandığı için bu ihtimalin uzak olduğunu düşünemeyiz.
Eğitim şartlarının iyileştirilmesi de AB’nin şartlarından biri ancak bu konuda bir altyapı hazırlığı henüz görülmedi. Kısacası, Türkiye şu anda sadece para karşılığı sınır muhafızlığını üstlenmiş görünüyor. Mültecilerin Türkiye’deki yaşantılarının onlara büyük faydalar sağlayacağı konusunda mültecilerin de büyük kuşkuları var. Hatay’da görüştüğüm mülteciler, AB parasının kendilerine harcanmayacağını düşünüyorlar.
“Halep sizi affetmeyecek”
Türkiye, kendisini bölgedeki Sünni nüfusun ve mültecilerin hamisi olarak göstermeye çalışsa da, Türkiye’de yaşayan mülteciler Türkiye’nin muhalifleri silahlandırdığını ve bölgede mezhepçi bir politika güttüğünü biliyor. Baas rejiminin baskısına karşı Arap Baharı’nın devamı olarak demokratik devrim için sokağa çıkmış gençler birkaç ay içinde sokaklardan çekilmek zorunda kaldı. Devrimleri çalınmış, ülkeleri savaşa sürüklenmiş mülteciler Türkiye’yi hami olarak görmüyorlar.
Hatay’da konuştuğum genç bir mülteci, “biz kim Alevi, kim değil bilmezdik, mezhep sorunu yoktu” diyor ve Türkiye’nin mezhepçi tavırlarından, onları onurlarını koruyacak şekilde mülteci haklarıyla donatmadan insanî yardımlara muhtaç bırakmasından dolayı da Türkiye’ye kızgınlar. Türkiye’nin vekalet savaşındaki rolünün farkındalar, Hatay’da selefi sakallarıyla dolaşanlardan da rahatsızlar. “Sivil gösteriler yapıyorduk, Baas rejiminin tepkisi sert oldu, ama muhalefet denen unsurların bizlerle artık hiçbir alakası yok”, diyor. Fehim Taştekin’in Samir Aita’yla yaptığı röportajı yankılarcasına, “Halep Türkiye’yi affetmeyecek” diyor, henüz 26 yaşında olan mülteci, “Türkiye bizlere yuva olmadı, evimizi yaktı”.
Yanıltıcı bir mülteci profili: “Uslu, itaatkâr, Sünni”
Türkiye, gelecek dönemde bekçi rolü oynamayı kabul ederken, “uslu, itaatkâr, Sünni olduğu için Türkiye’yi seven” bir mülteci profiliyle uğraşacağını düşünebilir, ama mülteci nüfusun büyük bir kısmı Türkiye’nin Suriye içinde oynadığı rolden, muhalifleri silahlandırmasından, onlara yıllardır hak tanımamasından, mülteci olarak başvuru yapma haklarının olmamasından, ancak ucuz işlerde kaçak çalışmak zorunda kalmalarından dolayı Türkiye’ye kızgın. Mültecilere tanınacak mülteci statüsü, onların misafir olarak sustukları konularda ses çıkarmalarını sağlayacak. Ucuz işçi olarak sömürülmek, eğitimsiz kalmak, demokratik haklardan mahrum olmak istemiyorlar.
Mültecilerle “aynı gemide” olduğumuzu görmek
Dolayısıyla, Türkiye mülteci nüfusu Türkiyeli nüfusa yaptığı gibi sadece baskı ve güvenliği ön plana çıkarak yönetemeyecek. Mültecilerin bekçi ülke konumundaki Türkiye’ye artacak kızgınlıkları yanı sıra, Türkiye’nin müzakere sürecini durdurarak Kürt bölgesini savaşa sürüklemesi, demokratik hakların azaltılarak güvenlik devleti olmaya doğru gidilmesi ve genç nüfustaki işsizlik oranı düşünülürse, yakın dönemde büyük toplumsal patlamalar beklenebilir.
Bu büyük sorunlarla karşılaşmadan, mülteci meselesini, Kürt siyasî hareketiyle müzakere meselesini ve ekonomik meseleleri demokratik ilkelerle ele almazsa, Türkiye yeni bir Suriye olacaktır.
Avrupa, Türkiye’yi mülteci kampı yapabilmek için “güvenli ülke” olarak görmekte ısrar etse de, hükümete gülücüklerle yaklaşsa da, toplumsal gerilimleri demokratik yaklaşımla çözmeyen bir Türkiye sadece mülteciler için değil, kendi vatandaşları için de “güvenli” bir ülke olmayacaktır.
Ancak ve ancak mültecilerle aynı gemide olduğumuzu görerek, ortak demokratik mücadeleler örgütleyerek, Türkiye’nin hem mülteciler hem de bizler için bir hapishane olmasını önleyerek bu kabustan uyanabiliriz.
1 Vekalet savaşının ayrıntılı bir tartışması için bkz. Fehim Taştekin, Suriye, Yıkıl Git, Diren Kal, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015.