Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkiler 2015’in 26 Kasım’ına kadar son derece parlaktı. Türkiye, Rusya’da telaffuzu dahi şeytana eşdeğer kabul edilen NATO’nun bir üyesi olsa da, önce başbakan ardından cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın yönetimi altındayken küresel Batı karşıtlığının bir parçası olarak görülmeye başlandı.
Putin ile Erdoğan’ın hükümet etme üslupları arasındaki benzerlikler, eleştirilmekten çok takdirle kabul gördü. Rusya’ya göre, Türkiye de kendisiyle aynı yoldaydı ve yanlış olarak algılanan bir yoldan ayrılıp modern ve açık bir toplumdan, daha ziyade otoriter, güçlü dini izler taşıyan bir yaşam biçimine doğru gidiyordu. Öte yandan, her iki ülkenin de Batı, bilhassa AB tarafından dışlanması, Rusya tarafından iki ülkeyi birleştiren bir başka ortaklık olarak algılanmaktaydı. İmparatorluklar döneminde büyük devletler olarak ortak bir geçmişlerinin bulunması ve az çok otoriter siyasî yönetim biçimlerine sahip piyasa ekonomilerinin olması iki ülkenin diğer ortak yanları. Ancak Rusya ile Türkiye arasındaki paralellikler burada sona eriyor.
Son yirmi yıldır Türkiye’de yaşanan baş döndürücü hızdaki ekonomik kalkınma, Rusya’nın aksine petrol ve doğalgaz başta olmak üzere hammaddelerin sömürülmesine dayalı olmadığından, bu eğilimin daha sürdürülebilir olacağı öngörülebilir. Ayrıca, Rusya ile Türkiye arasındaki demografik değişim de aksi yönlerde ilerliyor. Türkiye nüfusu önümüzdeki on yıllar boyunca hızla büyümeye devam ederken, Rusya’daki demografik dönüşüm, doğum oranlarının düşük seyri ve ortalama yaşın yavaş, ama kaçınılmaz biçimde artması itibariyle AB üyesi ülkelerdekine benziyor. Önümüzdeki on yıl içerisinde istihdam yaşındaki Rus nüfusun her yıl 600 ila 800 bin civarında azalması bekleniyor.
Tarihsel seyre bakıldığında, son birkaç yılın, kısa sürede yeniden Rus-Türk ilişkilerinde yaşanan bir istisna dönemine dönüşeceği anlaşılıyor. Gerek yönetimin gerekse Rus halkının gözünde her ne kadar Rusya’nın bir numaralı düşmanı (önce Avrupa’nın, 20. yüzyılın ortasından itibarense ABD’nin baskın olduğu) Batı olsa da, Türkiye ve bilhassa selefi olan Osmanlı İmparatorluğu, yurtdışı düşmanlar listesinde iki numaraya rahatlıkla yeniden oturabilir.
Çiçeği burnunda Sovyetler Birliği’nin desteklediği Kemalizm devrimlerini izleyen 1920’lerdeki kısa dönem ve bugünlerde bıçak gibi kesilen ılımlı yıllar hariç, Rusya/Sovyetler Birliği ile Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye arasındaki ilişkiler her daim yoğun bir rekabete sahne olmuştur.
Bu durum bilhassa 19. yüzyıl için geçerliydi. Bu dönemde, ister Kafkaslar’da olsun isterse Orta Asya ya da Balkanlar’da, Rusya ile Osmanlının genişleme politikaları kimi zaman sömürgeci, kimi zaman etnik, kimi zamansa dinî sebeplerle karşı karşıya geldi. Rusların kolektif hafızasında en çok yer eden olaysa, bir numaralı baş düşmanları olan (o dönemler Avrupalı) Batı ile ikinci büyük hasımları Osmanlı İmparatorluğu’nun, Rusya’ya karşı ittifak kurdukları Kırım savaşıydı.
Rusya’ya ait SU-24 bombardıman uçağının kasım ayı sonunda bir Türkiye savaş uçağı tarafından Türkiye’nin Suriye sınırında düşürülmesinden bu yana Rus (devlet) kanalları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ipliğini pazara çıkarmakla meşgul. Televizyon kanallarına göre, Erdoğan kendi kişisel iktidarını genişletmek arzusunda; bunun için anayasayı değiştiriyor, tarihi çarpıtıyor, muhalefeti baskı altına alıp demokratik kurumların içini boşaltıyor. Bunun ötesinde, iktidarı kayırmacılık yapıyor ve yolsuzluklara batmış durumda. Rossija-24 televizyon kanalı Rus üst kamarası olan federasyon kurulu Rusya’da “istenmeyen” kurum kabul edilmesini istediği ABD’li örgütlerden Freedom House’tan bile alıntı yapıyor. Buna göre, Türkiye Freedom-House’ın hazırladığı basın özgürlüğü endeksinde “kısmen özgür” kategorisinde ve 120. sırada yer alıyor. Rossija-24 kanalı elbette Rusya’nın aynı listede 176. sırada bulunduğunu açıklama gereği hissetmiyor (“özgür değil” kategorisi).
Rusya’nın “yaptırımları”
Türkiye Rus propagandasında “önemli ortak” statüsünden ışık hızıyla ülkenin en büyük düşmanlarından birine dönüştü(rüldü). Kasım sonu ile aralık ayı başını kapsayan birkaç günlük sürede gerçekleşen olayların kısa, öz (ve eksikleri olan) bir listesini yapacak olursak: Türkiye ile Rusya arasındaki charter uçuşları yasaklandı. 1 Ocak 2016’dan itibaren Türkiye vatandaşları Rusya’ya giriş için yeniden vizeye tabi olacak (vize mecburiyeti 2011 yılında karşılıklı olarak kaldırılmış, bundan bilhassa Türkiye’ye tatile gelen 4,5 milyon Rus turist faydalanmıştı). Rus seyahat acenteleri Türkiye tatili ya da seyahati satamayacak. Uçağın düşürülmesinden dört gün sonra Vladimir Putin, Ukas aracılığıyla Türkiye’den ithal edilen ürünlere ambargo getirdiğini açıkladı. Müteakip haftanın başında hükümet domates, üzüm, şeftali ve diğer birçok gıda maddesini endekse ekledi (ancak dinî bayramlarda meyve, sebze darlığı ya da pahalılığı nedeniyle oluşabilecek huzursuzlukları önlemek için ambargonun Ocaktan itibaren geçerli olması öngörülüyor).
Türkiyeli şirketler Rusya’dan herhangi bir sipariş alamayacak, Türk işçilerineyse iş verilmeyecek. Rusya Spor Bakanı Vitali Mutko, Rus kulüplerine Türk oyuncularla sözleşme imzalama yasağı getirdi. Rusya’da çok sayıda üniversite Türkiye’deki üniversitelerle çok sayıda işbirliği sözleşmesini bir hafta içinde tek taraflı olarak feshederken ortak araştırma projeleri, yine Rusya tarafından süresiz olarak ertelendi.
Üstelik bunlara, bazıları devlet eliyle kararlaştırılmış, bazıları bireysel kanaatten, kraldan çok kralcı tutumla ya da korku nedeniyle alınmış çok sayıda sembolik önlem de eklendi. Rus meclisinin aşağı kanadı Duma, 1915 Ermeni soykırımını reddetmeyi suç kabul eden düzenlemeyi tartışmaya açacak. Moskova’daki Rusya Yabancı Edebiyatları Kütüphanesi, Rus-Türk Bilim ve Kültür Merkezi’ni kapattı ve Türk kitap ve sinema filmlerine erişimin artık mümkün olmadığını açıkladı. Mihail Turetski (Rusçada turetski sıfat olarak, Türk olan anlamını taşıyor) adlı koro şefi, adının Türkiye’yle bir ilgisi olmadığını (gerçekten de öyle), hatta bir süredir soyadını değiştirmeyi düşündüğünü bildirdi. Hatta bir Duma milletvekili, Türkiye’den Ayasofya’nın Ortodoks kilisesine iadesinin talep edilmesini önerdi. Rusya’da sözde muhalefeti temsil eden Vladimir Jirinovski, mecliste yürütülen bir tartışmada, İstanbul’u bir tsunami dalgasıyla sular altında bırakmak için Boğaza bir nükleer bomba atılmasını bile önerdi.
Vladimir Putin, her iki mecliste de yaptığı yıllık konuşmalarında, “Yaptıklarının nedenini belki de Allah biliyordur. Allah Türk yönetimini akıldan yoksun bırakarak cezalandırdı,” dedi. Bunun ardından “sorumluluk sahibi” olmakla beraber “kararlı” ve “sert” tepkiler vereceklerini sözlerine ekledi. Nihayetinde, Türkiye ile ilişkilerin (2008’de Gürcistan örneğinde olduğunun aksine) tamamen kesilmesi amaçlanmıyordu.
Her ne kadar Putin, Türkiye cumhurbaşkanıyla görüşmekten kaçınsa, Paris’teki iklim zirvesi için çekilen grup fotoğrafına bilinçli olarak geç katılsa ve mevkidaşının telefonlarına çıkmasa da, şimdiye dek diplomatik ilişkiler ciddi anlamında tartışmaya açılmış değil. Devlete ait Rus Rosatom şirketinin Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında inşa edeceği nükleer enerji santrali de yaptırımlardan etkilenmeyecek; ancak, bu senenin Ocak ayında karara bağlanmış olan Karadeniz’den geçecek yeni bir boru hattının inşası, daha başlamadan rafa kaldırılabilir. Türk Akımı zaten başından itibaren Avrupa’ya yapılacak gaz ihracatında Ukrayna’yı baypas etmek için geliştirilmiş siyasi bir proje olagelmişti. Bu haliyle ekonomik açıdan Rusya için anlamlı bir proje değil.
Gürcistan ve Ukrayna’da olanlar-olmayanlar
Ancak şaşırtıcı olan tüm bu ilişkiler ağı içerisinde Türkiye’nin bir anlamda Rusya’nın bir numaralı düşmanına dönüştürülmüş olması değil, bu sürecin ne kadar hızlı, kökten ve hiçbir dirençle karşılaşmadan gerçekleşmekte olması. Buna benzer bir olay, örneğin 2006’da Gürcistan ya da geçen sene Ukrayna’yla da yaşandı, ancak her iki durumda da ilişkilerin bu denli gerilmesi için gerek devletin gerekse halkın belli bir zamana ihtiyacı olmuştu. 2006 sonbaharında, polisler sınır dışı edilmek üzere ülkenin her yerinde Gürcistan vatandaşı ya da Gürcistan asıllı Rusya vatandaşlarının peşine düştüklerinde, ülke genelinde bu konuda fikir birliği sağlanmış değildi. 2008 Ağustos’undaki kısa süreli çatışmaların ardından bile hava oldukça kısa sürede duruldu.
Bir yıl önce, Kırım’ın işgalini izleyen Doğu Ukrayna’daki çatışmaların hemen ardından her ne kadar süreç biraz daha hızlansa da Rus propaganda makinesi, ülke genelinde yeterli nefret havasını yaratmak için epey uğraşmak zorunda kalmıştı. Üstelik propaganda memurları 2006 tarihli Turuncu Devrim’in akabinde yoğun bir çalışma yürüttükleri ve 2009’daki gaz çatışmalarını kullandıkları halde. Bu yaz olduğu gibi, bu konudaki tutumlarını biraz gevşettikleri takdirde de, Ukrayna ve Ukraynalılarla ilişki konusunda yapılan kamuoyu yoklamaları kısa sürede (az da olsa) yumuşama gösteriyor. Tavırlardaki bu hızlı yumuşama, her iki kampanyanın da simgesel nitelikte olduğunu gösteriyor, zira savaşta olduğunuz ülkelerle ilişkiler böyle olur. Her iki komşu ülkeye, kamuoyu nezdinde yöneltilen açık nefret, Rusya’nın ve Rusların duygusal hayatında köklü bir yere sahip değil, varlığının da gerçekdışı bir niteliği var.
“Sakaşvili tuzağı”
Oysa konu Türkiye olduğunda çatışmanın köklerinin daha derine indiği görülüyor. Kesin olan, bir uçağın düşürülmesinin yarattığı öfke ya da kırgınlığın, Kremlin’den basılan tek bir düğmeyle ilişkilerin bu boyutta hasar görmesini açıklamaya yetmediği. Anlaşılan o ki, Putin, 2008’de dönemin Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Sakaşvili’ye kurduğu tuzağın bu kez Erdoğan tarafından kendisine kurulduğunun farkında değil. Sakaşvili, uluslararası antlaşmalar uyarınca Gürcistan’a ait kabul edilen Güney Osetya’da Rus birliklerine karşı yürüttüğü (askerî) saldırıların, ABD’nin kendilerini desteklemesi nedeniyle, yaptırımsız kalacağından emindi. Ancak Rusya Gürcistan’a saldırmak için uygun bir gerekçe arıyordu ve bunu da hemen kullanmasını bildi.
Konu Suriye olunca şimdi Ruslar, Türkiye’nin (bir NATO ülkesi olarak), Rusya’nın irili ufaklı sınır ihlâllerine ciddi bir tepki vermeye, başta ABD olmak üzere müttefiklerinin baskısı nedeniyle, cesaret edemeyeceği kanaatindeydi. Nitekim Kuzey Avrupa’daki NATO sınırlarında (bilhassa Baltık devletleri, Büyük Britanya ve Norveç) bugüne kadar düzenli olarak yapılan riskli hava manevralarıyla NATO üyesi ülkelerin hava sahalarının ihlâllerinde de NATO sesini çıkarmamıştı. Anlaşılan, Moskova’daki yaygın görüş, Suriye’de de Rusya’yla doğrudan bir askerî yüzleşme riskine girmek istemeyecek NATO’nun Türkiye’yi dizginleyeceğiydi.
Ancak, Türkiye konusunda bu kez bir hata yapılmış oldu. Bu aşamada Rus bombardıman uçağını düşürme kararının Türkiye’nin bireysel kararı mı olduğu (ki şahsen bu görüşteyim) yoksa Rusya’nın yorumundan bağımsız olarak ABD’nin (açık ya da zımnî) onayının mı alındığı önem arz etmiyor; zira mesele, Rusya uçağının Türk hava sahasını ihlâl edip etmediği, dolayısıyla Türkiye’nin uçağı düşürmekte haklı olup olmadığı. Baltık devletleri, Norveç ya da Büyük Britanya, bırakın kendi sınırları içinde, doğrudan sınırlarında bile bir savaş durumu yaşamazken, Türkiye tam da bu durumda.
Kendisini oyunun galibi olarak gören birinin tavrı
Bu hatalı karar, Rusya’nın gösterdiği sert tepkiyi en azından kısmen açıklıyor: Haklı olduğundan emin, ama ansızın bir dirençle karşılaşan bir kabadayının tepkisi bu. Aynı zamanda, baştan kendisini (en azından bu) oyunun galibi olarak gören birinin takındığı tavır. Rusya’nın bu tepkisi, 2013/14 kışında Ukrayna “Maidan”ına verdiği sert karşılığa benziyor. Nasıl ki, o zaman Kremlin, Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i AB ile uyum antlaşmasını imzalamaktan vazgeçirip bunun yerine Rusya’nın baskın olduğu Avrasya Birliği’ne yakınlaşmaya ikna ettiyse, Rusya hükümeti şimdi de Suriye’de Batı’yı gafil avlayıp sırtını yere getirdiğine inanıyor.
İki ay boyunca Esad rejiminin tüm düşmanlarına (ki bunların epey bir kısmı Türkiye ve başka NATO ülkelerinin müttefiki) bomba yağdırdıktan sonra, Ukrayna’dan (neredeyse) hiç bahsedilmez olmuş, Rusya’ysa bir kez daha Ortadoğu’da (artık) kendisi olmadan tek bir adımın dahi atılamadığı hatırı sayılır bir aktör haline gelmişti. Obama Kırım’ın ilhakından sonra aldığı temasları dondurma kararını kaldırdı ve Rusya açısından arzu edilen şeyi yaptı ve tıpkı Kasım ortasındaki Antalya’da yapılan G20 zirvesinde ve aynı ayın sonunda Paris’teki iklim konferansında da olduğu gibi, Rusya ile ABD arasında müzakereleri başkanlar seviyesinde, yani “eşit göz hizasında” yürüttü. Bundan daha da önemlisi, Rusya’ya göre, ABD bunu kendi isteğiyle değil, “biz”, yani Ruslar onları buna zorladığı için yapmışlardı. Eşzamanlı olarak Paris’teki terör saldırılarının yanı sıra Suriye’den Avrupa’ya gelen yoğun göçmen dalgasının da etkisiyle, her şeye rağmen (yani Ukrayna’nın zararına da olsa) Rusya’yla Ortadoğu’da bir terör koalisyonu kurulması gerektiğini savunan sesler arttı.
Tüm bunlar Rusya’nın tepkisini neden (neredeyse) sadece Türkiye’ye yönelttiğini, ABD ya da NATO’nunsa bu çıkıştan şaşırtıcı şekilde muaf tutulduğunu tamamen olmasa da kısmen açıklar nitelikte. Rusya’nın bombardıman uçağının düşürülmesini sindirmesi ne kadar zor olsa da, ABD ya da NATO’ya karşı da katı bir tutum sergilemek, Kırım ve Donbass’a rağmen Rusya’yla yeniden çalışma konusundaki ılımlı yaklaşımı kısa sürede tersine çevirecektir. Üstelik en üst seviyelerde bile görülen tüm yiğit söylemlerine karşın, Rusya NATO’yla (NATO olarak) doğrudan bir çatışmaya ne askerî ne de ekonomik olarak hazır değil. Rus siyasî yönetimi bunun elbette farkında.
Türkiye’nin bu kadar hızlı bir şekilde bir numaralı Rusya düşmanına dönüşmesinin üçüncü sebebi olarak ise, yukarıda sözü edilen tarihsel bağlam sayılabilir.
Bağımsız bir kutup: Zayıf bir kutup
Ancak, Türklere karşı ansızın patlak veren nefret ve korkunun sebepleri ne olursa olsun, yaşanan bu gelişmeler bize Rusya’nın dış politikasının istikrarlı olmaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Bir fikirden, dolayısıyla bir ideolojiden mahrum olan, ancak mutlak bağımsızlık peşinde koşan bir rejimin, sağlam ve gerçek anlamda sürdürülebilir ittifaklar kurması olanaksız görünüyor.
Görünen o ki, Rusya şu anda dış siyasetindeki aşırı ihtiraslı hedeflere batmış durumda. Çok kutuplu bir dünyada bir süper güç statüsüne erişmek konusunda sergilenen neredeyse hastalıklı ısrar, Rusya’yı bağımsız bir kutup haline getirmiş olsa da, onu yalnız ve oldukça zayıf bir kutba da dönüştürdü. En azından üst liglerde mücadele eden (etmek isteyen) devletler arasındaki en zayıf güç olduğu söylenebilir.
Rus siyasî kurmaylarının hayal ettiği türden 19. yüzyıl üslûbu salt iktidar politikalarının hakim olduğu bir dünyada, gerçek anlamda dostunuzdan ziyade ancak süreli müttefikleriniz olur. Bu müttefik de bazen Çin olur, bazen kısa süreliğine Türkiye ya da onun yerine geçebilmesi muhtemel İran. Bu sayede birçok düşman edinir, seçmenlerden karşılık görür ve böylelikle (iktidarda kalmanın yegâne meşruiyet zemini olan) başkanlık reytinginizi arttırırsınız, ancak bu tutumun uzun vadede ülkenin (henüz) sahip olduğundan fazla bir enerjiye mal olacağı da düşünülmeli.