Türkiye’nin gelmiş geçmiş en güçlü siyasî partisine kafa tutuyor bir cemaat. Bu ürkütücü özgüvenin elle tutulur bir kaynağı olmalı. Tarihten mi geliyor bu güç, yani köklü bir geleneği mi var cemaatin? Pek sayılmaz! 1970’lerde şekillenmeye başlamış bir hareketten söz ediyoruz en nihayetinde. Peki ya ekonomi? Eh işte, ama her işin devlete bağlı olduğu bir ülkede ekonomiden gelen enerji ancak devlet izin verdiği ölçüde işe dönüşür.
Dolayısıyla, bu noktada olağanüstü bir güç biriktiğini söylemek çok zor. Uluslararası bağlantılar mı? FBI’ın soruşturduğu, Almanya’nın “şüpheli” diye nitelediği, Rusya, Özbekistan, İran, Azerbaycan ve Türkmenistan’da okulları yasaklanan, Nijerya, Sudan, Somali gibi üçüncü dünyanın din temelli çatışmalarında istikbal arayan bir cemaat söz konusu. Bu türden bir uluslararası güç yüzde 50’lik oy oranıyla hükümet eden bir siyasî partiye meydan okuyamaz. Başbakan Erdoğan aksini iddia etse de Haşhaşîler gibi ölümle imanı aynı kefede gören bir mü’minler ordusu da değil Gülen’in takipçileri… Peki, nedir mevzu?
Tanıdık bir çıkış noktası: Komünizm ve evrim karşıtlığı
Gülen’in siyasî hayatının başladığı yer, dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda hayli manidar. 1963’te İskenderun’da tamamladığı askerlik hizmetinin ardından Erzurum’a dönen Gülen, burada Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin (TKMD) kuruluşunda görev alıyor. Komünizmle Mücadele Derneği (KMD) Soğuk Savaş döneminde Türkiye için geliştirilen önemli projelerden biri. 1950’de Zonguldak’ta gayrıresmî olarak faaliyete geçen KMD’nin ilk resmî şubesi 1956’da İstanbul’da kuruldu. Ancak ömrü uzun olmadı, dernek 1960 darbesinin ardından kapatıldı. 1963’te, başına Türkiye ismi eklenerek ikinci kez kurulan TKMD, CIA destekli kontrgerilla operasyonlarıyla anılacaktı. TKMD üyelerinin bir bölümü dernek kapatıldıktan sonra Milliyetçi Hareket Partisi ve İlim Yayma Cemiyeti’nin kuruluşunda görev aldılar.
Gülen’in biyografilerinde hayatının bu döneminde TKMD’nin kurucularından olmasının yanı sıra Halkevleri toplantılarına da gittiği bilgisine yer verilmesi muhtemelen örgütün tarihte bıraktığı tatsız izi dengeleme amacı taşıyor.
Gülen’in hayatının takip eden dönemi Trakya ve Ege camilerinde vaizlik yaparak geçiyor; Edirne, Kırklareli ve İzmir başlıca durakları.
Devletle devletlû macera
İlerleyen zamanda Gülen’in adı, hakkında yakalama kararlarının çıktığı, davaların açıldığı ve beraat ettiği iki siyasî vakayla duyuldu. İlki 12 Mart döneminde. 5 Mayıs 1971’de TCK’nın ünlü 163’üncü maddesine binaen, yani “devleti dinîleştirmeye girişmek” şeklinde özetleyebileceğimiz suçtan dolayı tutuklandı. Tutukluluğu yedi ay sürdü ve 1974’te beraat etti. Bu arada, Edremit, Manisa ve Bornova’da vaizlik yapmayı sürdürdü. Gülen’in yıldızının bu tutukluluk ve beraat vakasından sonra parladığı söylenebilir. 1975-76 yıllarında, Gülen Anadolu’yu dolaşarak komünizm ve Darwinizm karşıtı vaazlar verdi. Aynı içerikle 1979’da Sızıntı dergisi yayınlanmaya başladı.
Gülen’in devletle arası bir kez de 1980 darbesi esnasında bozuldu. Darbe sonrasında aranırken saklandı. Hakkındaki yakalama emri birkaç yıl sonra Turgut Özal sayesinde kaldırılacaktı. Cemaat ve Özal arasında bilgi akışı sağlayan Mehmet Keçeciler Hayy Kitap’tan yayınlanan nehir söyleşide öyküyü şöyle anlatıyor:
“Darbe öncesinde Fethullah Gülen kayıplara karıştı. 1983 seçimlerinin ardından iktidara geldik. ANAP Teşkilat Başkanı’yım o dönemde. Fethullah Hoca arananlar arasında. Burdur Valisi İsmail Günindi -rahmetli oldu şimdi- benim memurluk arkadaşım ve Konya Ereğlili… Bir gün İsmail Günindi teşekkür etmek için ANAP Genel Merkezi’ne geldi. O sırada da odamda Alaattin Kaya ile Mevlüt Saygın var. Alaattin Bey Zaman Gazetesi’nin imtiyaz sahibi, Mevlüt Bey de Fethullah Hoca’nın eğitim kurumlarının idarecisiydi. Konuklarımı tanıştırdım. İsmail söze girdi ve ‘Ya Fethullah Gülen Hoca boşuna kaçıyor. Bizim adliye (Burdur) arıyor kendisini, aslında ifadesini alıp bırakacaklar. Cemaati Fethullah Gülen’i kaçırmakla eziyet ediyor kendisine’ dedi. Tabii, Alaattin Bey’le Mevlüt Bey birden kulak kabarttılar. Neyse İsmail bunları söyledi ve izin istedi, kendisini yolcu ettik. …Birkaç gün sonra tekrar Mevlüt Bey ve Alaattin Bey yanıma gelerek ‘Hoca Efendi’ye durumu anlattık. Kendileri ‘Turgut Özal garanti verirse teslim olurum, gider ifade veririm’ diyor. Sayın Başbakan’la görüşmek istiyoruz’ dediler. Taleplerini Turgut Bey’e ilettim. Tabii içten içe kaygılıyım. Kaygımı gidermek için İsmail’i (Burdur Valisi) aradım ve ‘Sen git iyice savcıya sor. Fethullah Hoca teslim olur ve içeri alınırsa hoş olmaz. Çünkü araya biz giriyoruz’ dedim. İsmail, Burdur Savcısı ile konuşup beni aradı. ‘Sorun yok, tutuklamayacaklar, sadece ifadesini alıp bırakacaklar’ dedi… Tutuklanmayacağı iyice kesinleştikten sonra Mevlüt Bey ve Alaattin Bey’le Turgut Özal’ın yanına gittik. Özal da görüşmede onlara, ‘Mehmet’in söylediği benim söylediğimdir’ dedi. Birkaç gün sonra da Fethullah Hoca İzmir’de teslim oldu, ifadesini aldılar ve serbest kaldı.”
Bu anekdottan da Gülen’in devletle yüksek iltimas ve imtiyaz derecesinde temas etme alışkanlığı olduğunu anlıyoruz. Ne var ki, bu nüfuzun kaynağını anlayabilmek o kadar da kolay değil. Zira her ne kadar Gülen Türkiye’de İslamcılık tarihi açısından önemli yeri olan Said Nursi’nin mirasını taşıyor gibi görünse de ne lafzı ve kelamı ne de siyasî pratikleriyle Nursi’yi temsil ediyor. Nur Cemaati’nin Okuyucular koluyla bir dönem muhabbeti olsa da Gülen 1982 Anayasası’na “hayır” diyen Yeni Asır çevresi ve “evet” diyen Şuracılar arasındaki bölünme sonrasında kendi yolunu çizdi. Bu yol Said Nursi’nin birbirleriyle rekabet ve ciddi ayrılık içinde olan takipçileri tarafından sürekli eleştirildi. Eleştirinin kaynağında ise daima Gülen’in devletle ve ticaretle muhabbeti yer aldı. Gülen’in öğrenci evlerinde, okullarında ve sohbet meclislerinde Said Nursi Külliyatı halen okunmaya devam ediyor. Ancak, hemen her konuda aralarında fikir ayrılığı olan Nur cemaatlerinin üzerinde anlaştığı tek nokta varsa, o da Gülen’in Said Nursi’nin siyasî ve dinî felsefesini temsil etmekten uzak olduğu.
Gülen henüz yakalama emriyle aranırken, 1981’de, devlet memurluğundan istifa etti. Dergi yazıları yazarak ve gayrıresmî vaazlar vererek sürdürdü hayatını. Derken 1989’da, Üsküdar’daki Valide Sultan Camii’nde gönüllü vaizlik yaptı. Gülen külliyatının ilk kitapları da bu vaazların yayınlanmasıyla vücut buldu. 1990’lara gelindiğinde, siyasetin sıkça referans gösterilen simalarından biriydi. Okullarından, öğrencilerinden, dershanelerinden, hatta orduya ve polise kadro yetiştirme girişimlerinden, şirketlerinden söz ediliyordu. 1994’te kurdurup onursal başkanı olarak anıldığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Gülen Cemaati’nin başat kurumsal aracı olarak işlev gördü. Vakıf 28 Şubat sonrası düzenlediği Abant Toplantılarıyla siyasî hayatın önemli bir mecrası oldu. Toplantıların amacı Türkiye’deki siyasî elitleri çeşitli meselelerde asgarî müşterekte buluşturmaktı. Aslına bakarsanız, AKP bu asgarî müştereklerden mütevellit bir siyasî proje olarak şekillendi. Gülen Cemaati’nin bürokratik desteğine, Tayyip Erdoğan ve ekibinin siyasî popülaritesi eklenecekti. Liberal aydınlar bu ittifaka demokrasi referansıyla ürettikleri bir meşruiyet söylemiyle destek verdiler. 1990’ları siyasal çalkantılar, faili meçhuller, türlü çeşit yolsuzluklarla geçiren Türkiye çaresizdi. Tek alternatifi Cem Uzan’ın Genç Partisi olan AKP’nin merkez sağın yeni adresi olması neredeyse kaçınılmazdı.
Cemaat’in yükseliş dinamikleri
Gülen Cemaati bunca büyümesini ve önem kazanmasını dindarlığın, siyasetin ve devletin dönüşüm süreçlerinde şekillenen çeşitli dinamiklere borçlu. İlkinden başlayalım:
Gülen Cemaati, benzer şekilde ortaya çıkan Süleymancılar ve siyasî bir proje olarak ortaya çıkıp cemaatleşen Millî Görüş hareketi tarikatların aksine tarihsel bir geleneğe bağlı değiller. Her ne kadar Gülen felsefî köklerini Said Nursi’ye dayandırsa ve hatta kimi dindarlar Gülen Cemaati’nin Kadiriliğin modern bir kolu olduğunu iddia etseler de, Gülen siyaseten ve felsefî olarak bu kaynaklardan beslenmeyi çoktan bıraktı. Süleymancılığın yeterince faydalanamadığı bu köksüzlük Millî Görüş’ün ve Gülen Cemaati’nin en önemli avantajlarından. Her ikisi de siyasî ve ekonomik pratiklerinin sorgulanmasına neden olacak geleneksel ilke ve pratiklerden bağımsız bir dindarlık öğretisini bu sayede geliştirebiliyor. Uzun yıllar boyunca ekonomik alandan ve paylaşım ağlarından dışlanan Anadolulu dindarlara kapitalizmin güncel koşullarında varolabilecekleri olanakları da yine bu sayede sunabiliyorlar. Geleneksel, köklü cemaatlerin tevazuyu ve kanaati önerdikleri, otonomilerini devletten mümkün olduğunca uzak durarak korumaya çalıştıkları bir dünyada köksüzlük Gülen Cemaati’ne ve Millî Görüş hareketine “Allah rızası” –hizmet– için hırsı ve örgütlenmeyi, imanın gücünü göstermek için gösterişi ve tüketimi, nihayet var kalma savaşında düşmanın silahlarıyla silahlanmayı caiz kılıyor, bir başka deyişle araçla mesaj, yöntemle tebliğ arasındaki ilişkiyi ihmal etme serbestisi tanıyor. Millî Görüş’ün dönüşmüş temsilcisi AKP ile Cemaat arasındaki rekabet bu açıdan bakıldığında hiç de şaşırtıcı değil.
Gülen Cemaati’nin 1990’larda ortaya koyduğu yükseliş grafiğinin önemli dinamiklerinden biri de geniş anlamda siyasî yelpazedeki boşluklarda şekillendi. Gülen Hareketi sınıfsal ve kültürel ayrımları biliyor ve iyi değerlendiriyordu. O yıllarda, bir üniversite öğrencisi olarak ODTÜ sohbet grubuna katılmakla, Gazi Üniversitesi sohbet grubuna katılmak arasında neden ciddi bir hiyerarşi farkı olduğunu anlamam hayli zor olmuştu. Daha da şaşırtıcı olan, sohbet içeriklerinin bu hiyerarşi doğrultusunda değişmesiydi. Gazi Üniversitesi’nde milliyetçi, ODTÜ’de evrenselci olmak mümkündü. Gülen Cemaati’nin amacı bir toplumsal armoni yaratmak değildi; varolan sınıfsal ve kültürel çatışmaları bir tür cemaat içi dinamiğe dönüştürüyor, sınıfsal geçişkenliği vaat ve motivasyon kaynağı olarak sunuyordu. Dersinizi çalışırsanız, bir üst sınıfa geçebiliyordunuz. Çalışmazsanız, cemaate bir şekilde dahil olarak edindiğiniz avantajları kaybetme ya da hayatınız boyunca olduğunuz yerde sayma ihtimaliniz vardı. Böyle anlatınca büyük bir holding yönetiminden, ödüllerin ve cezaların performansın yanı sıra ailede edinilen sosyal sermaye üzerinden paylaştırıldığı bir çıkar ortaklığından söz ediliyor hissi veriyor öykü.
Ve nihayet üçüncü dinamik, devletin boş bıraktığı alanda şekillendi. Cemaat üyeleri dövizzede olduklarında borçlarını kolayca kapatabildiler dayanışma sayesinde. Araba, ev alırken ve iş kurarken birbirlerine yardımcı oluyorlardı. Ayrıca, iş adamlarından kurulu çok geniş bir ağ, piyasa mekanizmasının sürekliliği için en çok gereken şeyi, güven ortamını sağlıyordu. Birbirlerine güven duydukları için uzun vadeli iş anlaşmalarına girebiliyorlardı. Yerel ticaret ve sanayi odalarında bu iş ağları siyasî güce dönüştü zamanla. Aynı durum okullar ve öğrenci evleri için de geçerliydi. Gencecik bir üniversite öğrencisi olarak Cemaat evine girip imtihanları yüz akıyla atlattıktan sonra, nerede çalışacağınızı, hatta eşinizi nasıl seçeceğinizi ve çocuğunuzun adını ne koyacağınızı bile düşünmenize gerek kalmıyordu. Cemaat devletin sağlayamadığı sermaye güvencesiyle birlikte sosyal güvencenin de teminatıydı. Devlet güvenilmezleştikçe cemaatler daha güvenilir olmaya başladı. Ancak, bu durum da son yıllarda ciddi anlamda değişti. Artık esnekliğini yitiren Gülen Cemaati –ve elbette diğerleri de– kendilerini dışarıya kapatmaya, inanma biçimlerini ve cemaatin “tarihsel” kazanımlarını mevcut daire içinde paylaşmaya başladılar. Cemaatler daha fazla insana güvence sağlamak suretiyle genişleyerek değil, birlikte üretilen refahtan var olan üyelere daha fazla pay vermeye, dolayısıyla cemaatin ürettiği sosyal ve ekonomik ilişkileri bir tür “soyluluk” ve “ayrıcalık” alanı olarak konumlamaya başladılar.
Sermayenin dönüşümü, rekabetin alanı
Gülenci olarak anılan sermaye, geleneksel İslam’dan ve köklü İslamî geleneklerden özgürleşmesi sayesinde büyüyüp serpildi. Başlangıçta MÜSİAD içinde örgütlenen, ancak iş yapma biçimleriyle MÜSİAD sermayedarlarından ve KOBİ’lerinden farklılaşan Gülen’e bağlı işadamları 2005’te TUSKON’u kurdular. Aslında, Cemaat’le AKP arasında ittifak kurulduğu anda başlayan rekabetin önemli bir işaretiydi bu ayrışma. Bürokraside genişleyen Cemaat yerelde, daha önemlisi dış ticarette, kendi üyelerine öncelik tanıyordu. MÜSİAD 2007 sonrasında AKP’ye “Benim desteğim boşuna mı, neden Cemaat daha fazla kayırılıyor?” şeklinde gergin mesajlar vermeye başladı. Bu rekabetin ayrıntılarını görmek için AKP döneminde kurulan kalkınma ve yatırım ajansları aracılığıyla kime, ne kadar kaynak dağıtıldığını; kaynak kullandırılan şirketlerin siyasî bağlantılarını araştırmak gerek. Bununla birlikte, AKP’deki Cemaat karşıtlığının MÜSİAD’ın gücü oranında görünürleştiği gözlemini de eklemekte yarar var. MÜSİAD-TUSKON rekabetinin en görünür olduğu İstanbul Ticaret Odası 2012 seçimlerinden, MÜSİAD’ın ve AKP’nin kurucu üyelerinden İbrahim Çağlar’ın, TUSKON’un adayı ve Türkiye-Çin İşadamları Derneği Başkanı Murat Sungurlu’yu geride bırakarak zaferle çıkması bu açıdan önemli bir gösterge.
Öte yandan, MÜSİAD ve TUSKON’un Türkiye’nin en büyük şirketleri arasındaki üye sayıları hem bu rekabetin ne kadar dar alanda yaşandığını, hem de sermaye oluşumu sürecinin arzu edilen, siyasetten bağımsız kendi yaşam koşullarını sürdürebilecek düzeye ulaşmadığını gösteriyor.
İstanbul Sanayi Odası’nın 2010 rakamlarına göre, odaya üye en büyük 500 şirket içinde MÜSİAD ve TUSKON üyelerinin toplamı yüzü bile bulmuyor. Bu iki rakip kuruluşun istihdamdaki payı sadece yüzde on civarında. Toplam kârdaki payları da yine yaklaşık yüzde on seviyesinde. MÜSİAD’ın söz konusu listedeki üye sayısının 1990’da yalnızca 8 olduğu düşünülürse, bir gelişme kaydedildiği su götürmez. Aşağıdaki tabloya bakarak İslamî sermayenin İSO 500 içinde sayısal hakimiyete sahip olmadığı, AKP vasıtasıyla edindiği siyasî ve bürokratik avantaj dolayısıyla sayısal azlığının yarattığı dezavantajları bertaraf ettiği söylenebilir. TUSKON ile MÜSİAD arasındaki rekabetin alanı işte bu nedenle hem dar hem d e alabildiğine riskli bir görünüm arz ediyor. TUSKON ihracat alanında MÜSİAD’ın 2.5 katı kadar önde götürdüğü yarışta ciddi bir mesafe kaydetmiş olsa da, AKP-Cemaat kavgası sonrasında bu durumun değişmesi muhtemel görünüyor.
tablo
Kavganın vitrini siyaset
Gelelim bu rekabetin siyaset sahnesine nasıl yansıdığı meselesine. Gülen 28 Şubat süreci sonrasında, işlerin Cemaat ve kendisi için bir anda düzelmeyeceği düşüncesiyle ABD’ye gitti ve oraya yerleşti. 2000’de hakkında Türkiye Cumhuriyeti’ni devirmek amacıyla yasadışı terör örgütü kurmaktan açılan dava önce askıya alındı, sonra 2006’da Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan değişiklikle yeniden görülüp beraatle sonuçlandı.
Gülen’le AKP arasındaki gerginliğin ilk belirtileri ise 2007’de görülmeye başladı. Çatışmanın nedeni 2002’de yapılan ittifakın nedeniyle aynıydı: Erdoğan ve çevresinin siyasal popülaritesine bir diyecek yoktu, ancak, ellerinde 28 Şubat çemberinden geçmiş bürokrasiyi “adam edecek” bir kadro da bulunmuyordu. İlk pazarlığa göre, Gülen Cemaati, okullarından mezun edip dünyanın her yerinde eğittiği kadrolarla bu desteği verecek, daha doğrusu AKP hükümetinden bu imtiyazı alacaktı. Böyle de oldu. Hükümet başkanı sıfatıyla Erdoğan’ın sık sık övünerek tekrarladığı “bürokrasiyi ortadan kaldırdık” cümlesi aslında bürokraside yaşanan bu kan değişimine işaret ediyordu. Bürokrasi partinin hizmetine girmişti. Parti ile kamu, meşhur yüzde 50’lik oy oranı nedeniyle bir ve aynı sayılıyordu bu denklemde.
Tayyip Erdoğan ve ekibi ile Gülen Cemaati arasında ittifakın başından itibaren çeşitli gerginlikler yaşandığını tahmin etmek zor değil. Ancak, kamuoyuna malum olan ilk vaka Mavi Marmara kriziydi. Gazze’ye “yardım götürmek” isteyen Mavi Marmara gemisi ve inisiyatif sahibi İHH Erdoğan tarafından desteklenirken Gülen bu yolculuk için İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Dokuz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ölümüyle son bulan bu girişim Gülen-AKP ilişkilerindeki ilk dönüm noktasıydı.
İkinci kriz kamuoyunu çok ilgilendirse de fazlaca dillendirilmeksizin üstü kapatıldı, çünkü her iki tarafa da zarar verebilir nitelikteydi. Krizin önemi ÖSYM etrafında yaşanıyor, dolayısıyla milyonlarca kişiyi ilgilendiriyor olmasından kaynaklanıyordu. Üniversiteye ve memuriyetlere girişte kilit önemdeki ÖSYM etrafındaki şaibenin fazla büyümemesine hem hükümet hem de Cemaat büyük özen gösterdi. 2010’da KPSS sorularının çalındığı yolundaki iddialar üzerine sınavın iptal edilmesi, işin içinde Gülenci dershanelerin olduğunun öne sürülmesi ve sonuçsuz kalsa da AKP’nin ÖSYM’yi doğrudan hükümete bağlama girişimiyle iddiaları doğrular bir tavır takınması manidardı. Benzer iddialar ÖSYM’nin yaptığı bütün sınavlarda ortaya atılmaya başladı. Ancak mevzunun hassasiyeti kadrolaşma rekabetinden doğan bu daimi krizin su yüzüne çıkmasını engelledi.
Cemaat-AKP geriliminde üçüncü kırılma noktası Hakan Fidan kriziydi. Kriz 7 Şubat 2012 tarihinde, KCK davasına bakan özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifade vermeye çağırmasıyla patlak verdi. Başbakan Erdoğan net bir tavırla Fidan’ın ifade vermeye gitmeyeceğini söyledi. Hemen ardından yasal bir düzenlemeyle Fidan ve ekibi bir çeşit dokunulmazlık zırhıyla koruma altına alındı. Aslında, yargı ve polis kadrolarındaki Gülen desteğini kullanarak, Ergenekon, Balyoz gibi davalar aracılığıyla siyaset üzerindeki askerî vesayeti sona erdiren AKP için rüyanın kâbusa döndüğü andı bu adım. Çünkü Erdoğan, kendisine destek olması için bürokrasiye ektiği Gülen tohumlarının herhangi bir çıkar çatışmasında fena halde köstek olabileceğini ilk kez net olarak anladı.
Nihayet yaklaşık bir yıl sonra, dershane krizi patlak verdiğinde artık işler çığırından çıkmıştı. Hükümet dershaneleri kaldırmak, bunun yerine kolejlerin sayısını artırmak istiyordu. Oysa dershaneler Cemaat’in temel toplumsallaşma alanlarıydı. Daha da önemlisi, verdiği bürokratik destekle var ettiği AKP’nin, kendisine ait bir alanı ortadan kaldırmak üzere bu kadar açık bir hamleye girişmesi Cemaat’i çileden çıkartmıştı. Dershanelerin kapatılmasını iki yıl erteleyen düzenleme, sonraki büyük krizi engelleyemedi.
17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk operasyonları sonrasında yaşananlar Türkiye İslamcılığının iki çağdaş-köksüz ekolü (Gülen ve AKP) arasında bitmek bilmez bir düellonun safhaları. Bir tarafta bürokrasi, yargı ve kolluk kuvvetleri içindeki gücüyle Fethullah Gülen Cemaati ve sermayesi, diğer yanda yasama ve yürütmedeki gücüyle AKP. Bütün bu olanların olumlu tarafı ise iki İslamcı grup arasındaki kavganın yolsuzluk, nüfuz ticareti vb. dünyevî meseleler üzerinden yürümesi dolayısıyla Türkiye İslamcılığının profanlaşma seviyesinin iyiden iyiye görünürleşmesi. Gülen ve AKP el birliğiyle, İslam’ın bir din olarak taşıdığı tarihsel gücün İslamcılığa siyasî meşruiyet zemini olarak koşulduğu bir çağı kapatmış oldular.