“Katharina Blum” hep gündemde / Ulrike Dufner

Bu imrendirici, hatta kıskandırıcı Türkçe nasıl oldu?

Ulrike Dufner: Çok naziksiniz. Türkçemde çok hata olduğunu biliyorum... 20 yaşındayken Türkçe öğrenmeye başladım. Üniversitede 12 Eylül darbesinden kaçmış çok mülteci arkadaşımız vardı. O dönemde önümde iki seçenek vardı: Arapça veya Türkçe. Arapçanın çok zor bir dil olduğunu düşündüm.

Üniversitede ne okudunuz?

İlk olarak felsefe ve tarih okudum, yan bölümüm de siyasaldı. O yüzden Latince öğrenmek zorunda kaldım. Bir süre sonra felsefe ve tarihin bana uygun olmadığına karar verdim, siyasal bilgilerde devam ettim. Türkçeyi Türkoloji bölümünde öğrendim. Türkçe derslerine kayıt olmadım ama, ders de kaçırmadım. Dönemin solcu öğrencileri arasında uluslararası dayanışma hareketlerinin içinde olmak çok önemliydi. Biz altı kadın ev paylaşıyorduk, her birimiz bir dayanışma hareketinin içindeydik; biri Küba, biri Nikaragua... Nikaragua dayanışması içindeki bazı arkadaşlarımız İspanyolca öğrendi. Filistin dayanışması içindekiler Arapça öğrendi. Ben Türkçeyi tercih ettim.

Hangi yıllardan söz ediyoruz?

1984-85 arasından... ‘85’te Türkçe öğrenmeye başladım. Türkiye’ye ilk gelişim ‘86-‘87. O dönemde, Türkiye’de darbe rejimi olduğu için turizm boykotu ilan edilmişti. Türkiye’ye gelmek günahtı adeta. Biz Türkçe öğrenelim diye geldik. O sırada İnsan Hakları Derneği kurulmuştu. Almanya’dayken dernekten haberdar olmuştuk. “Onlarla görüşelim, davaları izleyelim” dedik. Türkiye’ye geldiğimde hem Türkçe kursuna gittim hem de Ankara Mamak’ta Dev-Yol davasını izledim. Türkçem tabii bu kadar gelişmemişti ama az-çok anlıyordum. İHD’nin ilk yayınlarını Almancaya çevirdik. Türkiye’den bildiğim ilk konular darbe, işkence, tank, asker.

Mamak’tan, Dev-Yol davasından aklınızda kalan görüntüler neler?

Mamak deyince aklıma gelen şu: Mahkeme salonuna gitmek için otobüse biniyorsun. Bir askerî kamp görüntüsü. Kışla. Mahkeme salonunda sanıklar oturmuştu ve izleyicilerle arada asker zinciri vardı. Yakınları mahkûmlarla irtibat kurmak istiyor... Konuşma imkânı yoktu. Gencim, 23 yaşındaydım. Mahkeme salonunda bacak bacak üstüne attım. Hakim beni uyardı: “Bu kadın normal otursun, yoksa devam etmeyeceğiz” diye. Sorunun ne olduğunu anlamadım. Saygısızlık yapmışım. Yanımdakiler işaret etti. Korktum.

O dönem ne kadar kaldınız Türkiye’de?

Altı hafta. Ondan sonra her yaz tatilde geldim. Samsun, Sinop, İzmir, Amasya, Diyarbakır, Ankara, Kapadokya, her yere gittim... Birçok yere tek başıma gittim. Genelde yolda seyahat eden başka gençler buluyordum, erkeklerle anlaşma yapıyordum: “Ben sana Türkçe çeviri yapıyorum, sen de beni kolluyorsun ki, bir sorun çıkmasın”.

Her sene geldiğinize, Türkçeyi bu kadar ilerlettiğinize göre bu ülkeyi, bu dili sevdiniz herhalde. 

Dili tabii ki çok sevdim. Ülkeyi sevdim mi, emin değilim. İnsanları sevdim. Bu aynı zamanda, bir öğrenme dönemiydi; mesela, uluslararası dayanışma nedir? Biz Almanya’da genç, solcu kesim olarak dayanışma olsun diyoruz. Ama, Türkiye’de senden dayanışma, destek istenmeyebilir. Bu konuda eşitlik nedir? Dayanışma karşılıklı olabilir mi? Almanya’da düşündüğümüz uluslararası dayanışmanın Türkiye’de bir cevabı yoktu. Uluslararası dayanışma diye gelenler emperyalistler olarak görülüyordu. Biz bunu anlamadık. Biz demokratikleşme için hep birlikte mücadele edelim, sizi güçlendirelim diye buraya geldik. Batılı bir kadın Türkiye’ye geliyorsa, Türkiye’nin erkekleriyle yatmak istiyordur, önyargı buydu. Solcular arasında da öyleydi. O yüzden, karşılıklı öğrenme süreciydi.

Karşılaştığınız tatsızlıklara rağmen sizi cezbeden neydi?

Merak. Türkiye bambaşka bir ülke olduğu için merak ettim. Buradaki yaşam tarzı, tartışmalar Almanya’dan çok farklıydı. Gençken bu çok cazipti. Sürekli yeni şeyler öğreniyorsun. Türkiye’yi Türkiye olarak sevdim mi? Belki o anda anlamamışım. Gittikçe... Ondan sonra Türkiye’nin tarihini öğreniyorsun. Bizim üniversitelerde öğrendiğimiz Türkiye tarihi de Kemalistlerin yazdığı tarihti. Üniversiteden çok sonra Ermeni soykırımını öğrendim. Cumhuriyetin kuruluş tarihi üzerine Almanca çok kitap okudum, onlarda soykırım, 6-7 Eylül olayları yoktu.

Türkçe edebiyatla aranız var mıydı?

Almanya’da çok önemsediğimiz yayınevleri vardı, mesela Dağyeli Yayınevi. Almanca yazan Türkiyeli yazarların kitaplarını basıyordu, sonra Türkçe edebiyatı Almancaya çevirmeye başladılar. Yaşar Kemal’i Almanca okudum, Orhan Pamuk’u da. Türkçe edebiyat okumaya cesaret edemiyorum.

Okuduğunuz ilk Türkiyeli yazar kimdi?

Dağyeli’nin yayınladığı bir şiir antolojisindeki şairler... O kitapta yer alan bazı şiirleri daha sonra Cem Karaca’nın şarkıları olarak dinledim... Orhan Veli’yi hatırlıyorum. Almanya’da Nâzım Hikmet çok önemliydi o zaman. İsmail Beşikçi’nin kitapları Almancaya çevrilmişti, onlar önemliydi.

O tarihlerde Cem Karaca da Almanya’da sürgündeydi, konserine gitmişliğiniz var mı?

Konserlerine gitmedim. Konsere gidebilmek için param yoktu. Bayağı yoksul bir öğrenciydim. Dersler haricinde, yaşayabilmek için çalışmam lâzımdı. Sinema, konser gibi sosyal etkinliklere gidecek param yoktu. Orta sınıf çocuğuyum ama, hep yoksulluk sınırında yaşadım.

Üniversitedeyken ne tür işlerde çalıştınız?

Gece ondan sabah beşe kadar postanede çalıştım. Sonra sabah sekizde üniversiteye gidiyordum. Öğleden sonra çocuklara ders veriyordum. Temizlik işi yaptım, yaşlılara baktım, fabrikada çalıştım, garsonluk yaptım...  Dördüncü sömestir sonrasında Berlin’e taşındım. Berlin’de daha şanslıydım, yaşam daha ucuzdu. Üniversitede iş buldum. Orada siyaset yaptık, IMF karşıtı harekette aktiftik. Bu arada, Türkiye Araştırmaları Merkezi’nde üç ay çalıştım. Doktora için burs alınca, altı sene tezimle uğraştım.

Doktora tezinizin konusu neydi?

Türkiye’deki Refah Partisi’nin gençleri ile Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in siyasî görüşlerinin karşılaştırması. Mısır’da darbe olmadan önce hükümette olan Müslüman Kardeşler yöneticilerinin hepsiyle mülâkat yapmıştım. Tez çalışmalarım sırasında onlar öğrenciydi.

Bugün AKP gençliği ile Müslüman Kardeşler’e baktığınızda, yirmi yıl öncesine kıyaslayarak ne görüyorsunuz?

Ak Parti ve Müslüman Kardeşler arasında çok fark yok. Bu yakınlık o dönemde de belliydi, ilişkileri vardı. Savundukları ekonomik liberalizm, ülkeyi şirket olarak görme ve yönetme anlayışı hem Müslüman Kardeşler’de hem de Refah Partisi’nde vardı. Hâlâ tam olarak anlamakta zorlandığım nokta şu: Son iki senede, daha çok Erdoğan endeksli olarak aşırı radikal İslâmcılara destek verilmesi. Bu anlayış Müslüman Kardeşler’in de Ak Parti’nin de başlangıcında yoktu. Ama belli ki, kendilerini bir İslâmî trend olarak görüyorlar. Bunun radikal ve ılımlı grupları var, onlar kendilerini bir bütün olarak görüyor. Müslüman Kardeşler Mısır’da Selefilerle işbirliği yaparken, onlara bir şey vermek adına radikalleşti tabii. Aynı şeyi bugün Türkiye’de de yaşıyoruz. Bunu öngöremedik. Doktora tezimi yazarken Mısır’da radikal İslâmcılar çok aktifti. Turistleri öldürmeye kalkmışlardı. Radikal İslâmcılarla da konuştum. Genç bir kadınla bir odada görüşmeyi reddetmişlerdi. Müslüman Kardeşler onlardan farklıydı, biraz geleneksel, ama daha ılımlıydı. Mısır’daki ayaklanmadan sonra Müslüman Kardeşler ve Selefiler hükümete gelince bu çok kötü bir koalisyona dönüştü. Selefiler Müslüman Kardeşler’e baskı uygulama şansına sahip oldu. Müslüman Kardeşler de İslâmiyet temelli politika yapmaya başladı. Bu beklemediğim bir durumdu. Erdoğan’ın da kendini yeni bir sultan, ikinci Atatürk olarak görüp göstermesini beklemezdim.

Refah gençliğini çalışırken bunların ipuçları yok muydu?

Refah gençliği ile Mısır’daki gençler arasında hep bir fark vardı. O farkı şu anda Mazlum-Der’de de görebiliyorsun. İstanbul’daki Refah gençliği daha radikal, Ankara’daki daha ılımlıydı. Mısır’daki ise daha donanımlıydı, İslâmî siyasî teorilerden, literatürden haberleri vardı. Türkiye’dekilerin haberi yoktu. Türkiye’de yaygın olarak okunan bir tek Ali Bulaç, Abdurrahman Dilipak vardı. Trend bu iki isimdi. Ali Bulaç’ın Medine Vesikası tezi çok konuşuluyordu. Şu anda da o yola gitmeye çalışıyorlar.

2002’de AKP’nin iktidara gelmesini nasıl yorumlamıştınız?

2004’ün Ocak ayında Türkiye’ye geldim. O günlerde, Heinrich Böll Stiftung Derneği üzerinden tanıştığım herkes çok umutluydu, sanki bir reform baharı yaşanıyordu. Ben de dahil, bir reform sürecinin başlangıcında olduğumuzu düşündük. 2005’te AB’ye giriş müzakereleri başladı. Bu, topluma bir enerji verdi. Belki naiflik ama, demokrasi yolunda hep ileri gidileceğini, 10-20 sene sonra bayağı bir adım atılmış olacağını umut ediyorduk.

Umudunuz ne zaman kırılmaya başladı?

2007’de. O sene Hrant Dink öldürüldü. Cumhuriyet mitingleri oldu. E-muhtıra verildi. O zaman anladım, bu süreç hiç istikrarlı değildi. O dönemde ayrıca, yabancılara karşı da milliyetçi bir dalga vardı. Mesela biz Heinrich Böll Stiftung Derneği olarak çok tehdit aldık. Kırılma noktası 2007’ydi, ama yine de umudu kesmek isteyen yoktu, sallantılı şekilde devam ediyordu. Ergenekon Davası’nı da ilk başta olumlu bulduk. 2010 referandumu konusunda yüzde 100 emin değildik. Ama 2010-2012 arasında geri gitmeye başladı. 2011’de Ahmet Şık, Nedim Şener yazdıkları kitaplar nedeniyle hapse girdi. Sivil toplumun belli bir kısmı ancak o zaman durumu kavramaya başladı. Daha önce etrafımızda olanlar “evet ama...” diyordu. Anayasa reformu tartışmaları sırasında beni en çok rahatsız eden ise yakın çevredeki arkadaşların arasındaki kopmalar oldu. Aynı masada oturamaz hale geldiler. Referandumdaki tercihine göre, ya AKP’li oluyordun ya da Kemalist. Farklı görüşte olmak ihanet anlamına geliyordu.  

Gezi direnişi sizin için sürpriz oldu mu?

Hiç beklemiyordum. Geriye dönüp bakarsan ama, beklenebilirdi. Belki geniş kitlelerin desteğini düşünemezdim. Ama, Karadeniz’deki kitle hareketlerini biliyorduk, HES’lere karşı ciddi toplumsal muhalefet vardı.

Gezi’de tanık olduklarınız ne düşündürdü?

Gezi ne kadar tarihsel, yirmi sene sonra Gezi’den bahsedecek miyiz, emin değilim. Bugün hâlâ onun etkisi altında olduğumuz için bence büyütüyoruz. Gezi o anlarda çok önemli bir toplumsal birliktelikti, ama bu birlikteliği çok hızlı bir şekilde yok ettik. Bugünkü Türkiye’de, “farklarımızı unutmayalım ama, birlikte bir direniş hareketi olalım” anlayışının kalmadığını düşünüyorum. Yine, “ben senden farklıyım ve seninle aynı masanın etrafına oturmak istemiyorum” bakışı hâkim. Heinrich Böll Stiftung Derneği olarak, Gezi’den bir buçuk yıl sonra, çevreci hareketleri bir araya getirelim, görüşlerini alalım istedik. Mümkün olmadı. Çevreciler bir masanın etrafına oturamıyorlar. Feminist harekette de farklılığımızı çok, birlikteliğimizi az vurguluyoruz. Ben çok umutlu değilim.

2004’te Türkiye’ye gelmenizin üzerinden on bir yıl geçti. Bu sürede ne tür sosyal ve kültürel değişimler gözlemlediniz?

AKP’nin yükselişi ve uzun vadeli hükümette kalışı ciddi bir muhafazakârlaşma yolunu açtı. Bunu gündelik hayatta görüyorum. Bazen gülüyorum, çünkü öğrenciyken Refah Partisi üzerine yaptığım araştırmada kadınlara dair söylenenleri şimdi Erdoğancılar tekrarlıyor. Mesela, bir kadın açık açık gülmez. Refah’lı gençler hep bunu söylüyordu. Arınç da geçen aylarda aynen bunu söyledi. İdeolojik anlamda hâkim olduktan sonra, eski düşünceleri de ortaya çıktı. Muhafazakârlaşmayla ilgili bir başka gözlemim de mesela, neden çocuğum yok diye kendimi savunmak zorunda kalıyorum. On bir yıl önce böyle değildi, bu kadar açık sorulmazdı da. Kendimi hiçbir konuda böyle savunma konumuna getirmem, ama artık gücün öbür tarafta olduğunu biliyorsun. Bir başka değişiklik de şu: Almanların çok disiplinli ve çalışkan olduğu imajı hâlâ var, ama eskiden bu yüksek bir yere konurdu, şimdi o kompleks yok.

Bu özgüvenin milliyetçi bir boyutu var mı?

Bunun bayağı agresif bir yönü bile var: “İstersek eski imparatorluk gücüne dönebiliriz.” Almanların da çok şoven boyutu var. Türkiye ve Almanya arasındaki ilişki özel bir ilişki bence. Almanya’da gerçekten İslâmofobi var. Bir AKP’li bir Almanı vurmak istese, hep bir sebep bulabilir. Almanya’da bugün ırkçı, şoven eğilimlerin hepsi İslâm üzerinden şekilleniyor, yabancı düşmanlığı İslamofobi şeklinde yorumlanıyor.

2003’te, siz henüz Türkiye’ye gelmemişken, Almanya’daki resim nasıldı?

İslâmofobi vardı, ama ılımlı İslâm’ı temsil eden Erdoğan’ı bir umut olarak gördüler. Erdoğan çıldırmaya başlayınca Almanya da ondan kopmaya başladı. Bugünse, IŞİD meselesiyle birlikte, Müslümanlar terörist olarak görülür oldu.

IŞİD'in ortaya çıkışı ve hızla güçlenmesi sizin için sürpriz oldu mu?

Suriye’de zaten El Nusra vardı. Şu anda Suriye muhalefetini destekleyenler arasında en ılımlılar Müslüman Kardeşler. Irak’ta sürekli saldırılar var. Bunlar da radikal İslâm adınaydı. Suriye’deki rejim muhalifleri kendi güçlerini yeterince kestiremediği gibi, Batı’dan destek beklemeleri tarihî bir hataya dönüştü ve bu da radikal İslâmcıların ekmeğine yağ sürdü. Suriye’de muhalif gruplar ortaya çıktığında, Mısır’daki “Arap baharı” da sonbaharına gelmişti. Libya örneği iyi gitmemişti. Suriye muhalefeti Batı’nın onlara silah vs. vermesini ve desteklemesini neden bekledi? Bu soru kafama çok takılıyor.

Kürt hareketinin seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürt sorunuyla tanışıklığım ‘90’ların başındaydı. Uluslararası dayanışma hareketinin bir parçası olarak iki defa Newroz günlerinde Diyarbakır’a gelmiştik, biri 1991’de, diğeri 1993’te. Diyarbakır, Nusaybin ve Cizre’ye gittik. Sokağa çıkma yasağı vardı. Diyarbakır’da otelin lobisinde MİT, sivil polis, her köşede tank. Diyarbakır’la böyle tanıştım. Bu dönemde en ilgimi çeken nokta, Kürt hareketinin kadın ve cinsiyet politikası. Müthiş bir yaklaşım bu. Tam da AKP’nin üç çocuk ısrarı ve muhafazakârlaşmasını düşünürsek, Kürt kadınlar siyasî güç olarak ortaya çıkıyor ve tamamen farklı bir alternatif sunuyor.

Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oya ve HDP’nin bu seçimde barajı geçme ihtimaline ne diyorsunuz?

En az yüzde 15; 20 hayal, ama 18 alabilirler. Demirtaş Türkiye toplumuna siyasetin ne olduğunu hatırlattı. Cumhurbaşkanlığı kampanyası sırasında saldırgan bir üslûp takınmadı, karşısındakileri düşman ilan etmedi. Akıllı, cevap verebilen, gerçekten siyaset üretmeye çalışan biri olarak kendini tanıttı. Türkiye’de siyasetten kabalık anlıyorsun, parlamentoda kavga ediyorlar; kaba bir erkek dili konuşuluyor... Yolsuzluk yapıyorsan, sağlam bir network’ün olsun ki deşifre edilmesin kirli işlerin, o zaman zengin oluyorsun, siyaset budur. Demirtaş geliyor ve “pardon, siyaset başka bir şey” diyor. Bu bence çok büyük bir etki yarattı. Almanya’daki Aleviler CHP hattındadır, ilk defa HDP’ye oy vereceklerini beyan ettiler. Heinrich Böll Derneği olarak yerel yönetim ve cinsiyet politikaları üzerine bir araştırma yaptırıyoruz. HDP’nin en küçük köylere kadar nasıl bir toplumsal dinamik yarattığını anlamak istiyoruz. En büyük hayal kırıklığı ise Haziran Hareketi. Hem Gezi mirasını temsil ettiğini söyleyen bir grup, hem de benim bildiğim Gezi hareketinin içinde aktif olanların görüşlerini savunmayan bir tavır içindeler. Türkiye solunun hâlâ tarihle yüzleşmediğini düşünüyorum.

Yine de Türkiye solunun önemlice bir kısmı HDP’nin içinde... Dışında kalanların da bir kısmı HDP’yi destekliyor.

Emin değilim. Gezi sırasında ve sonrasında dile getirilen konulardan biri de “Kürtler bize destek vermedi, bizi yalnız bıraktılar”... Türkiye solu bazen acımasız bir şekilde söylüyor ya, “bu cumhuriyetin tek mağduru sanki onlar, biz de işkence gördük”. Çok yaygın bir bakış bu. Kürt ve Türk solunun birlikte hareket etmeme sebeplerinden biri.

2004’e dönelim, Heinrich Böll Stiftung Derneği temsilcisi olarak Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu?

Ondan hemen önce Alman Dışişleri Bakanlığı’nda çalışıyordum. Orada çalıştığım iki yıl içinde, Almanya’nın katılmadığı Irak Savaşı başlamıştı. Yeşiller-Sosyal Demokrat koalisyonu vardı. Dışişleri Bakanlığı’nda Irak Çalışma Grubu’na Türkiye masası adına katıldım. Savunma, İçişleri Bakanlığı ve istihbarattan kişiler vardı. Çok ilginçti. Tartışmalar benim için ufuk açıcıydı. Ama iki sene sonra, bunu devam ettirmek istemedim. Diplomatlık bana göre değildi. Dışişlerinden önce Yeşiller’in parti grubunda çalışmıştım, Heinrich Böll Stiftung Derneği Yeşiller’e yakın olduğu için buraya başvurdum. Bütün öğrencilik ve meslekî hayatım Türkiye ve Ortadoğu’yla ilgili olduğu için bu iş normaldi.

“Orta sınıf çocuğuyum ama, hep yoksulluk sınırında yaşadım” dediniz. Nasıl bir aileydi sizinki?

Çok ilginç bir aile. Anne tarafımın bir bölümü Nazi, bir bölüm komünistti. Annemin babasının kızkardeşi son nefesine kadar Nazi’ydi! Annemin babasının babası ise komünistti. Annemin babası işsiz olarak Hitler’in çalışma programına giriyor, bisikletle Baden Württemberg’e gidiyor. Orada kapıcılık yapıyor. Anneannemle de o sırada tanışıyor. Savaşın başında Nazilerle ilişkisi oluyor. Gittikçe yoksullaşıyorlar, dedem savaşa katılıyor, 1946’da dönüyor, çok yoksullar, dilencilik yapıyor... Savaş sonrasının bütün travmasını yaşıyorlar aslında. Böyle bir aileden geliyorum. Dedemin kızkardeşi temizlik işleri yapan biriydi, ömrünün sonuna kadar Nazi kaldı.

Olanları kendilerine nasıl açıklıyorlardı?

“Bilmiyorduk” diyorlar, “Holokost’u bilmiyorduk”... “Hitler iyiydi, istihdam sağladı.” 15-16 yaşlarındayken, anneannem ve dedeme gittiğimde bir gün, dedemin mazisini hiç düşünmeden “bütün askerler katildir” demiştim. Dedem ağlamaya başladı, “Sen neden bahsettiğini bilmiyorsun...” Yaşamının sonuna kadar savaş hatıralarını hep ağlayarak anlattı. Dedem savaşa gittiğinde, anneannem iki küçük çocukla kalakalmış. O da gündelik hayatın içinde hayatta kalma savaşı vermiş.

Alman toplumunun tarihiyle ilişkisi nasıl?

Suçluluk duygusu var. Yeni nesilde suçluluk duygusu kalmamış olabilir. Biz dedelerimizin bunları yapabildiğini öğrendiğimizde inanamadık. Çünkü biz onları sevdik, onların kucağında büyüdük. Dedemiz, büyükannemiz bizim için sevdiğimiz, bizi seven insanlardı. Bize iyi duygu veren, iyilik yapan insanlardı. Onların Nazi olmalarını insan kabullenemiyor. Bizden sonra gelen nesil Nazi geçmişi olan insanlarla tanışmadı.

Heinrich Böll’ün en çok sevdiğiniz romanları hangileri?

En sevdiğim romanı “Katharina Blum”. Hep gündemde olan bir konu “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru.” İkinci sırada da “Ademoğlu Neredeydin?” gelir. Ama en sevdiğim yazar Oskar Maria Graf’tır. Bütün kitaplarını okudum. Romanlarında 1920’li, ‘30’lu yıllarda Nazizmin nasıl geliştiğini anlatıyor. Müthiş bir yazar. Alman edebiyatının mihenk taşlarından biri. Mesela “Anton Sittinger” diye bir romanı var, Almanya’da bütün öğrencilere okutulmalı diye düşünüyorum.

Böll bir Katolik varoluşçuydu ve Yeşil Parti’nin kurucularındandı. Sizin yolunuz Yeşiller’e nasıl uzandı?

Ben iki hareketin içindeydim, biri kadın hareketi, diğeri barış hareketi, hâlâ en çok onlara yakın olduğumu düşünüyorum. Anti-nükleer hareketin içindeydik, ama kendimi çevreci olarak ifade etmezdim. O dönemde, Batı Almanya’da Komünist Birliği isimli bir örgütün üyesiydim. O örgütün bir kısmı Yeşiller’e katıldı, bir kısmı da dışarıda kaldı. Yeşiller’e üye olmadım. Yeşiller’in içindeki sol kanat içinde çalıştım, kendimi oraya yakın hissediyorum.

İki Almanya’nın birleşmesini nasıl yaşadınız?

O dönemde Berlin’deydim. Biz örgüt olarak iki Almanya’nın birleşmesini istemedik. Korktuk. Yeniden Büyük Almanya olmasın diye gösterilerler yaptık.

Doğu Almanya’ya gidip gelir miydiniz?

Ucuz Marx kitaplarını almaya giderdik. Oradaki Yeni Forum gibi grupları ziyaret ederdik. Bizim istediğimiz sol bir alternatif yaratmaktı. Doğu Almanya’daki muhalif gruplar “önce özgürlük istiyoruz” diyorlardı. Şimdi dönüp bakınca onları da anlıyorum, ama o zamanlar bu muhalefetle birlikte yol alamayız hissiyatı hâkimdi. Çok mesafeliydik onlara. Yeşiller Partisi ise Doğu Almanya muhalefetiyle daha organik bir ilişki içindeydi.

Türkiye’de ve Heinrich Böll Stiftung Derneği’nde on bir yılı geride bırakmış biri olarak bu sayfaya nokta koyarken nasıl bir muhasebe yapıyorsunuz?

Bardağın dolu tarafına bakmak istersem, bu on bir senede belli konularda çok ilerleme oldu, mesela tarihle yüzleşmek konusunda. Şimdi rahatlıkla soykırım kelimesini kullanabiliyorsun. Böll’e geldiğim ilk zamanlarda hatırlıyorum, mail’leşirken bile merkezdeki arkadaşlarıma belirtmiştim “lütfen soykırım kelimesini kullanmayın, hapse girmek istemiyorum” diye. Kürt sorununda da on bir yıl önce barışçıl çözüm olasılıkları olduğunu söyleseydim belli kesimlerden tepki çekerdi. Kürt sorununu ve HDP’nin yüzde 15-20 oy alabileceğini konuşmak bile inanılmaz bir değişim ifade ediyor. Kadın meselesinde ise bir ilerleme olduğunu düşünmüyorum. İdeolojik anlamda konuşulur hale geldi, ama toplumsal uyanış yaratılabildiğini düşünmüyorum.

AKP’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Buna cevap vermek için daha erken. Ama, bu dönem bana AKP’nin kuruluş dönemini hatırlatıyor. Aslında AKP’nin misyonu tıkanmıştır, bitmiştir. Bu akımın bir yenilenme ihtiyacı var. Bu yenilenme ya içerden olacaktır, ki bu ihtimal düşük ya da yeni bir parti kurulacaktır. İkinci seçenek daha gerçekçi –ama ne zaman olacağını henüz bilemiyoruz.