Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye ve Almanya temsilciliklerinin ortaklaşa düzenlediği Türkiye Forumları’nın dördüncüsü 28 Nisan 2014’te, İstanbul’da toplandı. Birbirinden kıymetli kırka yakın katılımcının Türkiye’nin güncel siyasî meselelerini tartıştığı “Siyasî Karmaşadan Bir Çıkış Yolu Var mı?” başlıklı yuvarlak masa toplantısında yasama, yürütme ve yargı kurumlarında yaşanan tıkanıklıklar ve Türkiye ekonomisinin geleceği ele alındı. Forum’un çerçeve sunumlarından birini yapan Serpil Sancar’ın toplantıya katkısını özetleyen kısa bir değerlendirme yazısını sizlerle de paylaşmak istedik.
17 Aralık 2013’te başlayan ve hükümet ile bazı yargı mensupları arasında cereyan eden siyasal kavga 30 Mart 2014 seçimleriyle bir çözüme kavuşmadı. Bundan sonra ne tür gelişmelerin olabileceğini ve krizden çıkışın olası yollarını öngörebilmek için siyasetin belirleyici aktörlerini gözden geçirmekte yarar var. Bu çerçevede hükümet partisi ve bileşenlerini, Kürt siyasetini ve Gezi protestolarını yaratan sivil siyaset camiasını üç temel siyasal aktör olarak ele almak gerek.
Bunlardan ilki olan AKP sıradan bir hükümet partisi olmanın ötesinde, kendine özgü bir yapı yaratarak iktidarını sürdürüyor. İktidara geldiğinde devraldığı enfomel üretim, rant ekonomisi ve İslamî siyaset bileşenlerini özgün biçimde sentezleyerek yarattığı “kentsel rant kapitalizmi”ni yönetiyor; yarattığı avantajlarla seçimleri kazanıyor ve bu sayede seçim siyaseti üzerinde bir tekel oluşturabiliyor.
“Havuz ekonomisi” nin lideri
Kuzey Atlantik coğrafyasında sömürgecilikle palazlanmış kapitalist merkez ekonomilerinin dışında kalan, geç ama hızlı kapitalistleşme arzusundaki üçüncü dünya siyasetlerinin uyguladığı yeni bir model “havuz ekonomisi”. Aslında bu ad Türkiye’ye özgü, ama benzer model Rusya ve Latin Amerika’daki bazı yeni “küreselleşen kapitalist ekonomiler”de de görülüyor. Model hükümet eliyle (özellikle imar yasaları değiştirme yoluyla) yaratılan rantın yandaş şirketlere ihale yoluyla devredilmesine ve bu şirketlerin kârlarının bir kısmına el koyarak oluşturulan “finansal havuz”a dayanıyor. Bu şirketler borsalara gelen uluslararası sıcak parayla finanse edilen banka-kredi sisteminden aktarılan bol kredilerle besleniyor. Şirketlerin ürettikleri konutlar, ofisler ve ticaret merkezlerinin inşaat sektörünü büyütmesiyle oluşan konut ve diğer dayanıklı tüketim malları, özellikle “mortgage” türü devlet garantili kredilerle fonlanarak uzun vadeli boçlandırılmış vatandaşlara/tüketicilere satılıyor.
“İmar-ihale-kredi” çarkını yöneten ve burada oluşan artıktan pay alan hükümet aktörlerinin farklı amaçlarla kullanabileceği büyük tutarlar oluşuyor. Bu, hızlı artık üretme kapasitesi olmayan güçsüz kapitalist ekonomilerde ortaya çıkan bir “artık biriktirme modeli”. Doğrudan kapitalist piyasanın işleyişiyle oluşan ve üretim sürecinden transfer edilen artıklardan değil, siyasal süreçlerde, devletin tek yanlı yetkilerini kullanarak el koyduğu rantlardan oluşan bu “rant havuzu”nun paylaşımına dayalı bir model.
Bu model enformel ve yasadışı yollardan elde edilen paranın paylaşılmasına dayanmakla birlikte, birçok piyasa ve siyaset aktörü bunu meşru kabul edip havuzdan “pay kapma” yarışına aleni biçimde girebiliyor. Dahası, bu çark sadece siyaset-rant-yandaş şirket rotasında dönmüyor. Böyle olsaydı, basit bir siyasî yolsuzluk ve rüşvet çarkı olarak yorumlayabilirdik. Havuzdaki para hükümetle birlikte çalışan sivil örgütler, vakıflar ve kamu yararına dernek ilan edilmiş yandaş örgütlere bağış veya proje fonu olarak döndürülüyor ve bunların çoğu dinî içerikli örgürler olduğundan dindarlık adına yapılan okullar, yurtlar, sosyal tesisler ve yardımlara dönüşüyor. Bu şekilde sürece Sünni inanç dayanışması/halka hizmet çarkı da ekleniyor. Ama aynı zamanda, hükümet yandaşı her tür siyasî faaliyet de bu havuzdan finanse ediliyor. Muhalefet partilerinin sahip olamayacağı büyüklükteki meblağlarla yapılan siyaset de rakiplerini gölgede bırakarak oyları topluyor. Böylece, yolsuzlukla toplanan para ticarî, dinî ve siyasî süreçlerde, yandaşlar arasında, hükümet partisi yönetiminde -elbette eşit olmayan paylarla- dağıtılıyor. Bu mekanizma doğrudan devlet bütçesinde toplanan vergilerin harcanması şeklinde olmayıp tamamen kayıt-dışı süreçlerde cereyan ettiği için görünürde kaybedeni yok. Hem şirket sermayedarları, hem iktidar politikacıları, hem de bundan nemalanan vatandaşlar memnun; zaten verdikleri oyla sistemin politik aktörlerine desteklerini açıklayıp bu işleyişi meşrulaştırıyorlar.
Elbette her şey bu kadar basitçe olup bitmiyor. İmar-siyaset-ticaret çarkına İslamî kurumların ve aktörlerin de eklenmesiyle sadece uluslararası finans çevreleri, ulusal siyasî sistem, ihale alan şirketler, hükümetle içiçe geçmiş “sivil örgüt ve vakıflar” ilişkilenmiyor. Bu mekanizmalar aynı zamanda, piyasa-devlet-din çarkını seçim-seçmen desteğine eklemliyor. Sonuçta, sadece bir ekonomik sistem değil, bir siyasal sistem de ortaya çıkıyor.
“Havuz ekonomisi”nin girdisi sadece kentsel rant (arsa üretimi, kredi dağıtımı, yandaş şirket ihalelerinden havuza pay transferi) değil. Devletin düzenleme yetkisinin yarattığı petrol ithalatı, enerji ihaleleri, enformel ihracat-ithalat gibi uluslararası enformel ticaret ağları da (Zarrab rüşvetleri vb.) rant yaratarak havuza aktarılan alanlar. Böylece, üç çevrim içiçe geçiyor: Siyasî çevrimde devlet egemenlik yetkisi kullanılarak devlet aygıtları hükümet kontrolünde devreye sokuluyor. Ticarî çevrimde ise rantın yaratılıp aktarıldığı şirketlerin yaratılması ve yandaş kılınarak denetlenebilmesi sağlanıyor. Burada el konan artık ile finanse edilen siyaset “yandaş vatandaş”a İslamî inançla verdiği destek oranında hizmet sunuyor. Böylece, din temelli sosyal yardım/dayanışma ağları hükümet siyasetine ve “havuz ekonomisi”ne göbekten bağlı hale geliyor.
“Havuz ekonomisi” hem artık/rant oluşturma modeli hem de siyasetin finansmanı modeli. Türkiye’de yaşanan kriz bu modelin yürütücülerinin içlerinde patlakveren bir çatışmayla açığa çıktı; modeldeki bazı yasadışı işler ihbar edildi. İfşa edilenler sayesinde modeli daha net görmeye başladık.
“Havuz ekonomisi” modelinin siyasal sonuçları
Havuz ekonomisi yandaş olanların pastadan pay almasını sağlayan ve kayırmacılık (clientalism) ilişkileriyle siyasal desteği oya çeviren bir yapı yaratıyor. Bu nedenle, bu işleri örgütleyecek becerikli bir siyasî örgüt/parti de modelin olmazsa olmazlarından.
Yapı sadece “yandaş seçmen” yaratmakla kalmıyor, hukukun ve hak arama süreçlerinin askıya alındığı bir “yasakçı-otoriter” rejim de üretiyor. Temel derdi “havuz ekonomisini kim kontrol edecek?” olan siyasî klikler arası savaş ortaya çıkıyor; kuralsız siyasal mücadele meşrulaşıyor. Ortaya çıkan sonuçlardan en çarpıcı olanıysa devlet aygıtlarında hukuksuz emirleri yerine getirme, bürokrasinin çalışamaz hale gelmesi ve sürgün ve baskılarla işleyemez hale gelen yargı. Bugün sadece emniyet teşkilatı değil, diğer devlet kurumlarındaki tasfiyelerle de birçok hizmette durma noktasına gelindiği ortada.
“Havuz ekonomisi” modelinin sürdürülebilirliği
Bu modelin sürdürülebilirliği birkaç temel koşula bağlı. Bunlardan biri ciddi bir ekonomik krizin olmaması. Böyle bir olasılık hep masada olmakla birlikte, şimdilik ortada kriz görülmüyor. Öte yandan, modelin siyasal aktörü olarak AKP’nin bir krize girerek hükümetten düşmemesi de gerekli.
AKP bir “otoriter lider partisi”, “seçimle gelen despot lider” örneğine uyuyor. Sürekli, liderle anlaşamadığı için partiden tasfiye edilen politikacılar var; üst kadrolardaki değişim sıklığıyla oluşan boşluğun “piyasa işi uzmanlar”la telafi edilmesine dayalı bir parti modeli. Böyle bir partide liderin yerinden oynaması genellikle partinin sonu oluyor. Lider çevresinin örgütte ortaya çıkacak her muhalefeti tasfiye ederek parti yönetimini her ne pahasına olursa olsun sürdürme gücü ve olanakları da var. Partinin otoriter despotik yapısı bu olanağı lider makamına sunuyor. Bu alanda şimdiye kadar gemiyi yüzdürmüş lider şimdi de cumhurbaşkanlığı makamından hem partiyi hem havuz ekonomisini yönetmeyi arzuluyor.
Modelin sürdürülebilirliğinin bir başka koşulu ise AKP yerine bir başka aktörün görevi devralarak -örneğin Gülenci kadroların ya da CHP'nin- duvara toslamadan işleri yürütmesi. Bu olasılık uzak görünüyor. Alternatiflerin “havuz ekonomisi yandaşları”na yeterince güvenli gelmediği ortada.
Demokrasi artık bir hayal mi?
Mevcut siyasal krizin iki farklı “tarz-ı İslam” arasındaki çatışmadan ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan biri, Türkiye’nin daha çok Kuzey Atlantik kapitalizmine eklemlenecek bir İslamî sermayeyle yola devam etmesini savunan Gülenciler. Diğeri ise Ortadoğu-Asya Pasifik hattında daha özerk davranacak, İslamî sermaye yaratarak Batı-dışı, kendi alternatif ekonomik, siyasî ve kültürel dünyasını kurmaya çalışan AKP ve Müslüman Kardeşler benzeri “İslami sermaye dayanışması”nı hedefleyen İslamî siyasî rota yandaşları. Her birinin yandaş şirketleri, yatırım alanları, ticarî rotaları, siyasî ve sosyal-dinî kadroları var ve şu anda bunlar karşı karşıya gelmiş görünüyor. Ama zaman içinde, bu çatışmanın kısmî işbirliğine dönüşmemesi için hiçbir neden yok.
Bugünün Türkiye’sinde “demokratik reformlar gerekli” söyleminin “havuz ekonomisi siyaseti”ne rağmen ne kadar destek toplayabileceği önemli. İslamcı reformistler “kamusal alanda İslamî dindarlığa meşrulaştırma arayışı”nı sürdürüyor. Politikleşmiş Sünni siyasetin “çoklardan biri” olmasına rıza göstererek demokrasi kuralları üzerinde diğer aktörlerle anlaşması uzak bir hayal.
Öte yandan, “havuz ekonomisi”nin siyasal talepleri olan başkanlık sistemi, güçlü yürütme, çoğunluk partiye prim veren dar bölge seçim sisteminin de yeterli desteği alamayacağı kesinleşmiş görünüyor.
“Kürt siyaseti” ve “Gezi hareketi”
Önemli ikinci siyasal aktör olan “Kürt siyaseti” silahlı kalkışmayla sağlanan pazarlık gücüne ve sivilleşmeyle gelişen yeni siyasal desteklere sahip. “Ayrı devlet kurma ” ile “özerk bölgeyle kendini yönetme” siyasetleri arasındaki gerilimleri yaşıyor. Kürt siyaseti kadınları ve gençleri harekete geçirebilme başarısına sahip, ama bölgesel olmaktan çıkıp Türkiye’nin her tarafındaki Kürtlerin oyunu almayı henüz beceremiyor. Siyasal talebi etnik temelli vatandaşlık tanımı yapılmaması, kültürel hakların tanınması ve özerklik. Bu noktada, Kürt siyasetinin toptan AKP’ye karşı olması ve “havuz ekonomisi”nin demokrasiyi olanaksız hale getiren yapısına tavır alması olası değil.
Diğer yandan, “Gezi hareketi”ni yaratan ve asıl olarak formel siyaset dışına itilmiş sivil siyasal aktörlerin tavırları da zaman zaman etkili hale gelebiliyor. Aslında, “havuz ekonomisi”ne karşı çıkılabileceğini ve bazı adımlarının engellenebileceğini onlar bize gösterdi; Taksim’de AVM yapımını engellediler.
Devletin yapmadığı kamu işlerini üstlenen -genellikle gönüllü emeğe dayalı bazen de yerel ve uluslararası kaynaklardan fonlanan- sivil örgütler yatay, çoklu, küçük, heterojen bir siyaset dünyası oluşturuyor. Çevre, kadın, eşcinsel haklarını savunma, insan hakları ihlallerini izleme, demokratik protestoları örgütleme gibi işleri yürüten bu kesimler entelektüel, kültürel alanlarda bilgi ve strateji üretmede etkin olabilen çoklu siyasal aktörler. Bunlar formel siyasal temsil kurumlarına girmiyor/giremiyor; CHP’yi dönüştüremiyor. Kürt siyasal alanı ile uzaktan ve dolaylı ilişkileri var. Siyasal talepleri ise siyasal partilerin ve seçim sisteminin demokratikleştirilmesi, siyasetin finansmanının şeffaflaşarak izlenebilir hale gelmesi ve özgürlükçü bir anayasa.
Önümüzdeki günler, “havuz ekonomisi”nin geleceği bu modeli değiştirme iradesine ve gücüne sahip siyasal aktörlerin ortaya çıkıp çıkamayacağına bağlı olarak şekillenecek. Görünen o ki, Türkiye’de bu modeli yerinden sökecek ve demokratik reformların yapılmasını sağlayacak “siyasal aktörler ittifakı”nı hayal etmek için hâlâ fazla bir umut yok.