Gezi’nin olasılıklar evreni - Yayınlar

Image removed.

Ezgi Bakçay

Öncelikle açıkça ifade etmek gerek; adına “Gezi” dediğimiz deneyim Gezi Parkı’ndan, Taksim Meydanı’ndan ve İstanbul’dan ibaret olmadığı gibi, bitmiş, tamamlanmış bir süreç de değildir. Aynı şekilde, “Gezi” tarihsel, toplumsal bağlamından koparılarak incelenebilecek öncesiz ve sonrasız bir olay, çölün ortasında bir vaha ya da bir “mucize” de değildir. Bu vurguyu yapma ihtiyacı Gezi’nin, özellikle destekçileri tarafından, tam da bir mucize gibi görülmek istenmesi, olağandışı bir kopuş ve kırılma olarak belleklere yerleştirilme gayretinden kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, bu gayretin kendisi Gezi olaylarının maddî gerçekliğinden daha az önemli değildir. Gezi eylemleri aktif olarak devam ederken başlayan, Gezi’nin imgesel yeniden üretimi, olayların gerçekliği üzerinde belirleyici etki yapmış ve halen yapmaktadır. Ve eğer Walter Benjamin haklıysa, tarih imgelerden oluşuyorsa, Mayıs-Haziran 2013’te ülkenin pek çok noktasında yaşananları bir park imgesinde yoğunlaştırarak saklamak etkili bir stratejidir. “Gezi” anlatılarıyla Türkiye’de toplumsal muhalefet kendine öncelikle geçmişte bir zafer yaratmaktadır. Söz konusu olan, arzu ve hakikatin iç içe geçtiği, malzemesi imgeler olan bir inşa sürecidir. Benjamin’e göre, tarihçilik bir çeşit rüya tabirliğidir. O günlerde yaşananlar bir rüya ya da kâbus olarak, her geçen gün yeniden yorumlanarak değişmeye devam etmektedir. Nostaljiye dönüşmediği sürece, bu küçümsenecek bir çaba değildir. Aksine, oldukça anlamlı ve politik olarak etkili bir yöntemdir. Her ne kadar bütünüyle yaşanan maddî gerçeklikleri temsil etmese de, bir dayanışma ve başkaldırı imgesi olarak “Gezi” maddî gerçeklik üzerinde somut etkiler yaratacaktır.

Gezi süreci bize, imgelerin siyasî işlevine dair çok şey öğretti. Eylemlerde kullanılan dilin ve görsellerin “imgesel politik alana” etkisinden dolayı Gezi’nin sanatsallığından söz edildi. Peki, bir halk ayaklanması ile “sanat” arasında ne gibi benzerlik olabilir? Gezi’nin ürettiği imgesel alanın politik işlevi neydi? Siyaset alanının yaşadığı sarsıntı sanat alanında nasıl hissedildi? Bu iki alan arasında uzanan derin bağa dair Gezi bize neler söylüyor?

Temsiliyetten yaratıcılığa

Mayıs 2013’te, Gezi Parkı’nın yıkımını durdurmak için başlayan ve tüm ülkeye yayılan toplumsal hareketin etkileri siyasete olduğu gibi kültür alanına da ezber bozdurdu. Gezi, ister istemez kabul ettiğimiz ve her gün yeniden ürettiğimiz toplumsal uzlaşının sarsıldığı sıradışı toplumsal anlardandı. Ve belki de en temelde, devlet-vatandaş kurgusunun, mevcut temsiliyet ilişkilerinin teslimiyete dönüşmesinden doğan bir rahatsızlığı ifade etmekteydi. Demokrasi denen yönetim biçimi bedenlerimiz, mekânlarımız ve yaşamlarımız üzerinde sahip olduğumuz hakların devlete ve hatta bir lidere devredilmesine izin verebilir miydi? Bu basit soruya verilen “hayır” yanıtı önceden tahayyül edilmesi imkânsız bir ittifak yarattı. İdeolojik ve politik olarak yan yana gelmesi imkânsız insanları, tek bir otorite imgesi karşısında bir araya getirdi. Ya da Gezi’de ifade edildiği gibi: “Ah be Tayyip, o son birayı yasaklamayacaktın!” “Tayyip Bizim gibi Üç Çocuk İster misin?” “Durmadan Öpüşüyoruz Tayyip.”

Özellikle Taksim Meydanı’ndan polisin çekilmesiyle, Park’ta kurgulanan yaşam siyaset yapmaya kadir olanların muktedirliğini sorgulayan herkesi politik özne kıldı. Gezi mevcut siyasî yapıları aşan ve temsiliyet ilişkilerini öteleyen bir öz-örgütlenmeye dönüştü. Kısa süre içinde yapılması gereken çok şey, alınması gereken pek çok karar vardı. Ve belki de bazılarımız ilk kez, bireysel olarak aldığımız kararların ve eylemlerimizin çevremizdeki insanlar ve fizik mekân üzerindeki somut toplumsal etkisini gözlemledi. Yaşamla, kentle, diğer insanlarla, doğayla ilişkisinin sorumluluğunu alan tek tek her birey, politikanın alanına adım atmıştı. Bu durum politik eylemi arzu edilen ve haz veren bir etkinlik haline getirdi. Haz, herkesin kendini önemli hissettiği, bir söz ya da imgeyle, bir çöp poşeti ya da sirkeyle, tencere tava ya da ıslıkla parçası olabildiği kolektif politik deneyimin sonucuydu. Ve yine “yaratıcılığı” ateşleyen bu arzuydu: Yaşamı yeniden şekillendirme arzusu. Bunun olanaklılığı ve verdiği haz. Belki de adı özgürlük olan haz.

Gezi’nin, egemen temsil mekanizmalarından özgürleştirdiği politik eylem, sokaklara yaratıcılık olarak taştı. Yaratıcılık aynı anda hem bireysel hem de toplumsal bir yeti olarak, özerkleştiği sanat alanından sıyrılıp sokaklara yayıldı. Sadece pembeye boyanmış dozerden, Duran Adam’dan, gaz maskeli semazenden, fotoğraf sergilerinden ve konserlerden söz etmek doğru değil. Pratik çözümler üreten, önüne geçilmez bir kendini ifade etme isteği: dilek ağacı, radyo, televizyon, forumlar, gazeteler; çatışmalar sırasında sergilenen virtüozite: bedenin performansları, mutasyonları ve postişleri; yeni bir dil: inatçı ve edepsiz ironi; hızla üretilen mekânsal çözümler: revir, mutfak, kütüphane; dayanışma ve paylaşma ritüelleri: çöp toplama ve temizlik. İmge montajlarında, ses miksajlarında, kelime oyunlarında, ayaklanma sırasında politik eylemin kalbinde sanat ediminin sakladığı cevheri hatırlatan bir şeyler vardı.

Gezi sürecinde üretilen imgeler, performanslar, ritüeller, grafik ifadeler ve mekânsal uygulamalar olaylara müdahil olmuş pek çok insana, sanata dair bir şeyler hissettirdi. “Yaratıcılık” kavramını el çabukluğuyla sanata bağladık. Fakat bu anlamıyla sanat, kuramı, tarihi ve kurumlarıyla özerkleşmiş, modern, avangard, çağdaş olarak sınıflandırılmış, sanatçı denen öznenin yaratıcı faaliyetinden farklı bir şeye işaret ediyor olmalıydı. Gezi eylemleri sırasında, kendiliğinden, anonim ve kolektif biçimde üretilen ve bir salgın gibi yayılan “estetik deneyimler” sanat değildi. Fakat sanatsal olan ve politik eylem arasındaki gizemli ilişkinin ansızın meydanda çıkışıydı. Bu gizemli ilişkiyi bedenle duyumsama anlamında “estetik deneyim” olarak adlandıracağım.

Estetik deneyim ve politik eylem

Gezi’yi böylesine sarsıcı kılan şey, sıradanlık, kasvet ve can sıkıntısıyla uyuşmuş gündelik yaşamı, uğradığı felçten kurtarmasıydı. İşte bize politik eylem ile sanatsal olan arasındaki gizli geçidi işaret eden budur: felçten kurtarmak, anesteziden uyandırmak, bedenin duyularını uyarmak anlamında estetik. Gezi eylemleri her şeyden önce fizik mekânda bir araya gelen bedenlerin estetik deneyimiydi. Belki de bu nedenle tek tek ve geri döndürülemeyecek biçimde değiştiğimizden söz eder olmuştuk. Gezi’ye katılanlar arasında sıkça konuşulduğu gibi: “Duruşumuz, bakışımız değişti. Kendimiz ve diğer insanlarla kurduğumuz ilişki değişti. Dik duruyoruz ve insanların gözlerinin içine bakıyoruz. Sokakla, meydanla ilişkimiz değişti. Artık şehirde kendimizi evimizde gibi hissediyoruz.”

Bu çerçeveden bakıldığında, sanat ve siyasetin kesişim noktası bir anda belirginleşir. Sanatsal olan ve politik eylemin ortak noktası duyumsama biçimlerini değiştirerek, hakikatleri ortaya çıkartmak, rıza gösterdiğimiz hegemonik dünyayı güvenilmez kılmaktır. Sanatsal olan ve politik eylemin ortak etkisi görülebilir ve görülemez, duyulabilir ve duyulamaz, söylenebilir ve söylenemez arasında yükselen duvarı yıkmaktır. Bu duvar toplumsal yaşamda kimin gören kimin görülen olduğunu, kimin yaratıcı, kimin tüketici olduğunu, kimin barbar, kimin kentli olduğunu belirler. Ve bu duvar imgelerden örülmüştür. Duvar bir kez yıkıldığında artık her şey mümkünmüş gibi görünecektir.

Hannah Arendt politik eylem “bir şeylere tekrar başlamak biçimindeki türsel insan deneyimidir” der. Bir başlangıç olduğu ve gerçekliği başka olasılıklara açtığı zaman sanat politiktir. Bu yüzden Platon sanatçıları devletten kovmuştur. Ve politik eylem bedenlerin duyumsama biçimini belirleyerek, onlardan bir toplum yaratan sözde uzlaşmayı yıktığında etkisi sanatsaldır. Bu nedenle, tüm büyük toplumsal ayaklanmalarda katılımcılara sanatsal olanı düşündüren duyusal bir uyanış hissi vardır. Tıpkı sanat yapıtlarında olduğu gibi; Walter Benjamin şöyle söyler: “Her gerçek sanat yapıtında bu yapıtın, kendini ortaya koyanın yüzüne yaklaşmakta olan bir sabah rüzgârının serinliği ile estiği bir yer vardır. Bundan çıkan sonuç, çoğu kez ilerlemeye ilişkin her türlü bağıntıyı ışığı kırarcasına kırdığı varsayılan sanatın, ilerlemenin gerçek işlevine hizmet edeceğidir. İlerlemenin asıl yuvası, zamanın akışının sürekliliğinde değil, ama bu akışın kesintilerindedir. (Pasajlar s.32)” Gezi bir andır ve aslında bir “başlangıçtan” fazlası olmaya soyunmamıştır.

“Taksim modern sanat eseri olmuş”

Gezi eylemcileri yüzlerinde sabah rüzgârının serinliği, ellerine geçirdikleri her şeyi ifade aracına dönüştürüyorlardı. Polise gaz, eylemcilere ise sprey boya yetişmiyordu. Kâğıt, karton, bez, boya alanın temel ihtiyaç listelerinde yer alıyordu. Haziran’ın ilk on beş günü İstiklal Caddesi’nin her köşesinde bir performans, her duvarda bir şiir, her sokakta yerleştirmeler, kolajlar vardı. Ortada sanatçı olmasa da, Gezi eylemleri boyunca 60 sonrası Batı sanatının stratejileri ustaca kullanıldı: İroni, performans, kolaj, tersine çevirme, doğaçlama, yerleştirme, haritalama. Eylemciler boş sayfalara değil, doğrudan sokağa yazıp çiziyorlardı. İfadeler üzerine yerleştikleri mekânın niteliğine ve belleğine göre seçiliyordu. Duvar yazıları tamamlanmış, bitmiş, kapalı bir anlamı işaret etmiyor, bağlamları içinde anlam kazanıyordu. Garanti Bankası üzerindeki “Hiçbir şey Garanti Değildir” yazısında olduğu gibi. Ya da örneğin Fransız Konsolosluğu’nun giriş kapısında aylarca kalan Fransızca “Şiir Sokakta” yazısı gibi. Slogan şiire dönüşürken birinin başladığı cümleyi bir başkası tamamlıyordu. Böylece muhalefetin alışılagelmiş dili ve kavramları da yoldan çıkıyor, gelen geçene çelme takıyor ve her delikten sızacak biçimde esniyordu. “Turgut Uyar”ın dizeleriyiz.”Hatta bazen duvarlar hayalgücüne yer açmak için susuyordu: “Slogan bulamadım!”

Kent ve mekân

Gezi eylemlerinin estetik boyutu her şeyden önce kent mekânıyla kurulan dolaysız, somut ilişkiden, işgal stratejisinden beslendi. Bir arada yaşanan, savunulan ve üretilen bir mekânın varlığı tüm sürecin duyusal, imgesel gücünü arttırdı. Gelecekte kurulacak başka türlü bir yaşam biçimini savunmak değil “şimdi ve burada” deneyimlemekti Gezi’yi güçlü kılan. On yıldan fazla zamandır aktif olan ve özellikle İstanbul’da kentsel dönüşümün sonuçlarına odaklanan kentsel muhalefetin Gezi üzerindeki etkisi yadsınamaz. Fakat kent muhalefeti kaybedilenleri anlatarak, gelecek tehlikeleri tanımlayarak siyaset yapıyordu, Gezi eylemleri ise kenti geri aldı ve kısa bir süre için de olsa, ondan bir oyun alanı yarattı. Dahası dozerleri, helikopterleri, otobüsleri, polis arabalarını, kentin canavarlarını evcilleştirip kendine oyuncak yaptı. Gençler kendi mahallelerinde oynar gibi Taksim Meydanı’nda top oynadılar. Maçlar hep berabere bitti.

Eylemler sırasında kent bir “haritalama” çalışmasıyla yeniden ele geçirildi. Fizik mekânın koordinatları yeniden düzenlendi. İşaretçi tabelalar söküldü, yerleri değiştirildi. İzmir’de ve Ankara’da tabelalar Taksim’i, Taksim’de Devrim’i işaret etmeye başladı. Tunalı Hilmi “Tomalı Hilmi” oldu. Buluşma ve direnme noktalarıyla işaretlenen kentlerin yeni “psiko-coğrafyası” eylemcilere aidiyet duygusu veriyordu. Gaz bulutu altında göz gözü görmezken, kent ilk kez bedenlere dokunmuştu. Aç, susuz, uykusuz, nefessiz kalan direnişçiler sosyo-ekonomik sistemin örtük şiddetini belki de ilk kez tenlerinde hissettiler. Orta sınıf yaşamının uyuşturduğu bedenler uyanmaya başladı. Sağlık ve güzellik kaygısıyla esir alınmış bedenler ironiyle isyan etti. “Bibergazı cildi güzelleştirir.” İroni eril, narsist, kibirli iktidarı çaresiz bırakan en güçlü silahtı: “Bu gaz bir harika dostum!”

Öncelikle ölçüsüz polis şiddeti imgeleri, özellikle kırmızılı kız ve aslında tam olarak görmediğimiz yanan çadır imgesi mevcut iktidara meşruiyet kazandıran imgesel sistemi kırdı. Sonra, Gezi yepyeni bir imge dünyası yarattı. Yerelin küreselle, eski kuşakların yenilerle harmanlandığı, karşıtlıklardan ve çelişkilerden beslenen imge montajları durmaksızın üretiliyordu. Eylemciler kolektif belleğin katmanları arasında adeta sörf yapıyordu. Özellikle ‘90 kuşağı gençlerin imgeleminde Amerikan filmleri, mizah dergileri, futbol kültürü, bilgisayar oyunları, mekânın politik belleği iç içe geçmişti: “V for Vildan Teyze” “6 yıldız oldu tanklar gelecek GTA” “Polistikons Dirensformersa Karşı” Dolmabahçe’de çatışmalar sırasında kaldırım taşlarının altında plajı gören gençler 68’e selam gönderdiler: “Halk Plajı.” 1960’lı yıllara duyulan ilgi gayet açıktı. Fakat yeni kuşaklar geçmiş yılların politik imgelerine bağlı umutlara bambaşka bağlamlarda yeniden anlam vermeye çalışıyorlardı.

Tüm bu imgeleri ve imge montajlarını bir uyuşmazlık, oyunbozanlık olarak okumak gerek. Gezi’de üretilen imgeler bütün ve tamamlanmış bir politik fikrin, tek bir gelecek tahayyülünün temsili değildi. Daha çok mevcut temsil mekanizmalarının yıkılması arzusunu ifade ediyorlardı. Karşıt anlamlı, çelişkili ve zaman zaman anlamsız olmaları da içinden geldikleri çokluğu imliyordu. Şunu açıkça gördük; siyasal mücadele, aynı zamanda imgeleri denetlemek için verilen bir mücadeledir. İktidarlar muğlaklığı, çokanlamlılığı ortadan kaldıracak biçimde imgelerin anlamlarını kusursuz olarak tanımlamak ister. İktidarlar imgeler ve anlamlar arasında net ilişkiler kurmaya çalışırken, estetik-politik eylem anlam ilişkilerini başka olasılıklara açar. Bunun için kimi zaman imgenin içini boş bırakır: “Kahrolsun Bağzı Şeyler” de olduğu gibi. Bunu, göstermekten çok, bir çeşit gizleme eylemi olarak düşünmek gerek; kimliklerin, değerlerin, kavramların, ideolojilerin net kenar çizgilerini gizlemek. Böylece beklenmedik karşılaşmaları mümkün kılmak. Gezi’nin imgeleminde önplana çıkan iki temel imgenin işlevi gibi: Gaz bulutu ve maske. Ayrıca, Park’ın da aslında içindekileri gizlediği, görünür ve görünmez arasında yarı açık bir mekân oluşturduğu düşünülebilir.

Direniş

Gezi’de siyasal olanın verili sınırlarının, siyasetin kültürel olanla (beden, zaman, dil, simge, sanat) özellikle mekânla kesişmesi sırasında aşıldığını söyleyebiliriz. Ve bu ancak mekânın maddeselliğine bağlı olarak günlük hayatı etkileyen dönüşümle mümkündü. Bu dönüşümün kuluçkası Taksim Meydanı’ydı: Çalışma mekânıyla özel yaşam ve eğlence mekânlarını birbirine bağlayan ağlar üzerine kurulu, fiziksel olarak rahat erişilebilir, belleği politik mücadele ile yüklü bu meydan, siyaset yapmayı arzu edilen bir praksis haline getirdi. Meydan ve park, “hayır” demenin ötesinde, kurucu kentsel politik eylemi kolektif olarak üretmenin imkânlarını sağladı. Gezi eylemleri sırasında kentte toplumsal pratikleri, ilişkileri, dili, belleği, ortak duyuyu kapsayan “müşterek alanlar” yaratıldı. Çadırlar, mutfak, kütüphane, müze, atölyeler, forumlar, revirler, televizyon, gazete ve radyo piyasa değerlerinin mantığı dışında ilkeler üzerine tesis edilen müşterek alanlardı. Tam da bu nedenle Gezi sadece “direniş” değildi. Çünkü direniş sırasında çatışma eksenini iktidarın yapısı ve stratejileri belirler. Direnen kendine biçilen rolü oynar aslında. Oysa, Gezi’nin gücü oyun kurucu olmasından, “başlangıçlar” tahayyül edebilmesinden kaynaklandı. İşte bunu yaparken ve bunu yapabildiği için Gezi, diriltici etkisi bağlamında, “sanatsal olan” politik eylemler üretti. Bundan sonra, politik eylem de sanatsal üretim de Gezi’de yaşanan bedenselleştirilmiş özgürlük tecrübesinin aynasında kendine bakmak durumunda kaldı. Yaratılmakta olan kolektif yaşamın belki de en güzel ifadesi parktan kente yayılan çöp toplama ritüelidir. “Kıyamet koptu, gaz yediler, eli sopalı sivillerden dayak yediler, polis gitti, Akaretler Caddesi’ni temizlediler.” Temiz, adil, insanca bir kent ve yaşam yaratmak için insanlar birbirlerinin çöpünü topladılar. Bu sorumluluğu, kolektif yaşamın bir parçası olmaktan gurur duyarak, neşeyle ve keyifle aldılar. Bu “performans” birey ve toplum arasında kurulması mümkün bir ilişkinin temsili değil, bizzat vücut bulmuş haliydi. Gezi dilinde bu anti-kapitalist ilişki biçimi “dayanışmadır.”

Gezi’nin, kapitalist değer sistemi dışında, karşılığı para olmayan emek ve insan ilişkilerini üreten, kenti ve birbirimizi duyumsama biçimimizi değiştiren bir bedensel deneyim olarak politik ve estetik olduğundan söz ettik. Gezi uzlaşımları ihlal ederek, bizler arasında uzanan yaşamı ve “kamusal alanı” yeni politik olasılıklara açtı, “müşterek alanlar” üretti. “Müşterek alan” sadece somut fiziksel mekânı ifade etmez. Kentte ve sosyal medyada toplumsal pratikleri, ilişkileri, dili, belleği, ortak duyuyu kapsayan bir bütündür. Belki de “Gezi ruhu” kavramı bu soyut bütünlüğün adıdır.

Sanatta Gezi

Gezi sürecinde sanatçıların ilk tepkisi Park’a sanatçı kimliğinden soyunarak gelmekti. Bu çekingen tepki sanatçı kimliğinin ayrıcalıklarını bir kenara bırakmak anlamına geliyordu. Birkaç performans dışında sanatçıların Park’taki kolektif varlığı eylemlere lojistik ve stratejik destek vermenin ötesine geçmedi. Parka görkemli anıtlar dikmeyi teklif eden bazı heykeltıraşların talepleri kibarca reddedildi. Genel olarak süreç sanatçılar tarafından da Gezi’nin bir konserden çok bir doğaçlama performans olduğu yönündeydi.

Parkın polis tarafından kuşatılmasından itibaren, sanat ve siyaset ilişkisi örgütlenme, eylem, mekân, kamusallık üzerinden tartışılmaya başlandı. Turuncu Çadır örneğinde olduğu gibi, sanatçılar kendi meslek alanlarına dair örgütlenmeleri içinde hararetli bir tartışma sürecine girdiler. Kazova işçilerinin, Gazi mahallesinin ve Küçük Armutlu’nun direnişine çeşitli etkinliklerle sanatçı desteği sunuldu. Toplumsal hareketler ve politik örgütlerle birlikte pratik işler üretme iradesi ortaya çıktı. Tüm bu deneyimlere sanatın kamusal alana çıkması ve siyasetle ilişki kurmasına dair yöntem tartışmaları eşlik etti ve etmeye devam ediyor. Gezi sonrası genel düşünce, Gezi’nin temsillerinin galeri ve fuarlarda sergilenmesinin en azından kısa vadede uygun olmayacağı yönündeydi. Buna karşın, kısa zamanda pek çok gaz maskeli eylemci tablosu görmeye başladık. Bir haftada yazılan Gezi kitapları gibi, Gezi resimleri de kısa sürede piyasaya çıktı. Tüyap’ta düzenlenen sanat fuarı bünyesinde “Müdahale var mı?” sergisi doğrudan Gezi sürecine odaklandı. En ateşli tartışmalar ise hemen Gezi sonrasına denk gelen İstanbul Bienali üzerinden yapıldı. Tartışmalar Gezi ve Bienal karşıtlığı eksenine yerleşti.

Tarihin bir cilvesi, 13. İstanbul Bienali de “kamusal alanı” konu ediyor, İstanbul’da yaşanan kentsel dönüşüm sürecine odaklanarak “Anne Ben Barbar mıyım?” diye soruyordu. Kamusal alanlarda sert politik müdahalelerin gerçekleşeceği haberleri kulaktan kulağa yayılıyordu. Fakat daha açıklanmasından itibaren Bienal’in teması ile kurumsal yapısı arasındaki çelişki tartışmaları beraberinde getirdi. Öne çıkan eleştiri neoliberal kültür mekanizmalarını yaygınlaştıran Bienal benzeri yapıların bünyesinde gerçekleştirilen muhalefetin temel toplumsal, sınıfsal çatışmaların üzerini örttüğü düşüncesiydi.

Tüm eleştirilere karşın 13. İstanbul Bienali kendini “bağımsız bir altyapı üzerinde inşa edilmiş ve özerk bir alan, kamusal, toplumsal ve siyasî bir forum” olarak tanımlamayı sürdürdü. Sanat alanı ise “Bienal içinden toplumsal muhalefet yapılır mı?” sorusu etrafında ayrışmıştı. Kültürel endüstrilerin neoliberal kentsel yeniden yapılandırmayı meşrulaştıran araçlardan biri olduğunu, kültür ve yaratıcılık odaklı kentsel büyüme söylemini desteklediğini savlayan toplumsal hareketler de tartışmada taraf olmak durumunda kaldı. Üstelik, Bienal “kamusal program” aracılığıyla toplumsal muhalefetin aktörlerini de bünyesine davet ediyordu. Bu davet kabul görmediği gibi, Bienali protesto eden bir grubun yapılan toplantıdan güvenlik güçlerince uzaklaştırılmalarına sessiz kaldığı için Küratör Fulya Erdemci sert eleştirilerin hedefi oldu.

Tüm bunlar yaşanırken Gezi eylemleri gerçekleşti. Tartışmalar bir süre Bienal’in artık gerekli olup olmadığı üzerinden yürüdü. “Gezi en büyük Bienal’dir” diyenler bile çıktı. Fakat sonunda Bienal’in Küratörü Fulya Erdemci “otoriteden alınacak izinle” açık alanlarda eserlerin, performansların sergilenmesini doğru bulmadığını açıkladı. Kentsel kamusal mekânlara müdahalede bulunan pek çok proje içermesi planlanan 13. İstanbul Bienali iç mekânlarda gerçekleştirildi. Bienal sergileri 14 Eylül-20 Ekim tarihleri arasında Tophane’deki Antrepo No.3, Karaköy’deki Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER ve SALT Beyoğlu ile İMÇ 5.Blok’taki 5533’te ücretsiz olarak gezildi.

Gezi sonrası bu karar değişikliği Bienal’in tanımladığı kamusal alanın niteliğini belirginleştirdi: Devlet ve toplum arasında kurumsallaşmış, devletin ve ekonominin yaptırımlarından bağımsız, iletişimsel, özgürlük ortamı olarak kamusal alan; diğer bir deyişle, burjuva kamusal alanı. Bienalin ücretsiz olması ise ayrıca anlamlıydı. Aslında, Bienal’de tüm vatandaşları sosyal, ekonomik ve kültürel farklılıkların ötesinde eşitleyen sermayenin yüce gönüllülüğü sergilenmişti. Oysa tersine, gözlerimizin önünde belirginleşen Bienal’in kamusal alan vaatlerinin devlet ve sermeye tarafından çizilmiş sınırlarıydı. Aslında, bir şey değişmemişti. Gezi olmasaydı, Bienal yine toplumsal çelişkilerden arınmış, sermayenin özel alanını, kamu otoriteriyle uzlaşarak bize kamusal alan diye sunacaktı. Kent mekânı çatışmalarla kamusallaştığı için aynı uzlaşmacı alana, iç mekâna çekilmek zorunda kalmıştı. Bienal, izleyicilere onları “devlet şiddetinden” koruyacak sermayenin özel alanında liberal demokrasinin özgürlük vaadiyle dopdolu bir sanat tecrübesi sundu. Oysa Gezi’den önce olduğu gibi Gezi’den sonra da, Türkiye’de devlet şiddetine rağmen kamusal alanı otoriteye teslim etmeme mücadelesi sokakta hâlâ devam ediyordu.

İstanbul Bienali ve benzeri büyük bütçeli kurumsal etkinlikler küresel sanat ortamının değerlerini, üretim ilişkilerini ve üretim biçimlerini Türkiye’ye ithal ederken, oyunu sermayenin kurallarına göre oynamayı reddeden sanatçıların sesi Gezi’den sonra daha gür çıkıyor. Kentin pek çok noktasında yeni sanat grupları ve mekânları ortaya çıkmakta. Süreç, sanatın politikasında yeni fikirleri, müzik, sahne sanatları ve plastik sanatlar alanında yeni örgütlenmeleri, bağımsız mekânları ve sanat üretim ilişkisi modellerini muştuluyor. Bunların akıbeti üzerine söz söylemek için henüz erken. Fakat açıkça gözlemleyebildiğimiz bir durum var. Gezi’nin “müşterek alanlar” olarak tezahür eden ruhu özellikle Anadolu Yakası’nda vücut buluyor. Türkiye’nin ilk işgal evi, Temmuz’da başlayan Yeldeğirmeni forumunun dinamiği içinden çıktı. Kadıköy Yeldeğirmeni Mahallesi’nde yaklaşık 15 yıldır inşaat halindeki dört katlı bir apartman, mahalle dayanışması içinden bir grup tarafından işgal edildi ve kültür merkezine dönüştürüldü. Yeldeğermeni mahalle evi içinde sanatçılar çalışacağı için değil, kapitalist toplumsal ilişkilerin ötesinde bir dünyayı tahayyül ederek hayata geçirilebildiği için estetik ve politik bir eylem olarak değerlendirilebilir.

Yeni bir tahayyül

31 Mayıs’ta başlayan ve salgın gibi ülkeye yayılan halk ayaklanması, toplumun her kesiminden insan için her şeyden önce “yaratıcı”ydı. Gezi eylemleri kurumsal kamusal alanların dışında kapitalist toplumsal ilişkilerin ötesinde bir dünyayı tahayyül edebildiğimiz bazı tarihsel anlar yarattı. Bu biçimiyle politik eylemin, tüm iştirakçileri için sanatı düşündüren bir gücü vardı. Bienalin temsil ettiği sanattan çok daha heyecan verici bir sanatsallığın açığa çıktığı bir dönem yaşadık. Sokaklarda ve meydanlarda tecrübe edilen estetik deneyim, burjuva kamusallığın simyasını tuzla buz etti.

Gezi’de estetik deneyim tarihin ve coğrafyanın belli bir noktasında diğer toplumsal pratiklerden özerkleşerek kurumsallaşmış bir mikro evren olarak “sanata” doğrudan bağlanamaz. Parlamenter demokrasinin uzlaşı ikliminde ve burjuva kamusallığının sularında üretilen rutin politik eylem biçimlerinde de aranamaz. Bu nedenle, her iki alan için de bir olasılıklar evreni açar. Kuşkusuz, Gezi tek başına ele alındığında ne sanat alanını ne de politik alanı bütünüyle dönüştürebilecek etkiye sahiptir. Fakat, tarihte öyle olaylar vardır ki sadece toplumsal bellekte işgal ettikleri yer bile gelecekte yeni olasılıklara yer açar. İşte Gezi imgesi bu anlamıyla belki de nesiller boyu hem sanatta hem de siyasette “yaratıcılığı” ateşleyecek gibi görünüyor.

-------------------------------------------------------------------------------

Ezgi Bakçay

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalışan Ezgi Bakçay Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü mezunu. 2007’de Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü Tezli Yüksek Lisans Programı’nı bitirdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde doktora çalışmasına devam ediyor.