Türk dış politikası son on yıldır hararetli tartışmaların yürütüldüğü bir alan. Bu dönemde ortaya çıkan çeşitli düşünce kuruluşları ve bunların bünyelerinde çalışan dış politika uzmanları, bölge uzmanları ve stratejistler dış politikanın kamuoyunun gündeminde kalmasında önemli rol oynamakla beraber, popüler tartışmalarda maalesef hem tarihsel hem de kuramsal açıdan bir zenginleşme sağlanmadı. Bunun temel nedeniyse dış politika tartışmalarının Türkiye’deki temel ideolojik kamplaşma olan Kemalist ve liberal muhafazakâr ayırım ekseninde yürütülmesiydi. Her ideoloji gibi bu ikili çerçeve de iç politikada olduğu gibi dış politikada da verili kampların ve bunları açıklayan temel kategorilerin doğallığı ve nesnelliğini vaaz ederek farklı ve alternatif bir siyaseti tahayyül etmeyi olanaksız kılıyor. Başka bir deyişle, Kemalist ve liberal muhafazakâr tezler parçası oldukları siyasal sistemi ideolojik olarak yeniden üreterek sisteme alternatif yaklaşımları beraberce etkisiz hale getiriyorlar. Bu ideolojik etki ise karikatürize edilmiş bir tarihyazımı ve şematik bir kuramsal yaklaşımı besleyerek siyasî tartışmalarda entellektüel bir sığlığa yol açıyor.1
İdeolojik cendereye ilişkin bu eleştiri pozitivizmin ileri sürdüğü değer yargılarından soyutlanmış ve nesnel “bilimsel” bir yaklaşıma çağrı olarak anlaşılmamalı. Mesele dış politikanın yeterince ehil olmayan ve bilimsel yaklaşım ve yöntemleri kullanmayan sahte uzmanlarca tartışılması değil, aksine tartışmanın kısıtlanması, belli siyasî değerlerin ve tutumların dışlanması, görünmez kılınması ve marjinalize edilmesidir. Jürgen Habermas’ın kavramlarıyla söylecek olursak, yaşam dünyamızın Kemalist-liberal muhafazakâr ikiliği üzerinden kolonize edilerek kamusal alanın daralmasıdır. Oysa dış politika alanının demokratikleşmesi, kendi adına politikalar uygulanan toplumsal kesimleri tartışmaya dahil edebilmekle mümkündür. Bunu gerçekleştirmek içinse önce mevcut ideolojik çerçevenin eleştirisiyle başlamak durumundayız.2
Soğuk Savaş sonrası dünya siyaseti
Türkiye’nin güncel dış politikasını belirleyen iki temel etken 1970’lerin ortalarından 1980’lere uzanan dönemde ortaya çıktı: 1) Dünya ekonomisinde neoliberal dönüşüm, 2) Sovyetler Birliği’nin çöküşü. Bu iki gelişme İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan dünya düzeninin artık geçerli olmadığının göstergesiydi. Güncel Türk dış politikası iki kutuplu dünya siyasetinin sona erdiği bir dönemdeki arayışlarla şekillendi. Savaş sonrasında Türkiye güvenlik ve ulusal çıkarlarını ABD’nin öncülüğündeki transatlantik ittifakına dahil olmak olarak tanımlamıştı. Bu ittifakta Türkiye Sovyetler Birliği’ne karşı jeopolitik önemini öne çıkarıyordu. Soğuk Savaş’ın bitişi transatlantik ittifakın işlevini sorgulattı ve yeniden tanımlama zorunluluğunu doğurdu.3
Soğuk Savaş sonrası dünya siyasetini anaakım uluslararası ilişkiler yaklaşımları “tek-kutupluluk” olarak niteliyor. Bu tanıma göre, yeryüzünün her yerinde, karada, havada, denizde ve uzayda askerî güçlerini kullanma kapasitesi olan ABD uluslararası siyasette tek-kutup haline gelmiş bulunuyor.4 Uluslararası ilişkiler disiplininde anaakım kuramların başında gelen güç dengesi kuramı hegemonik bir devlete karşı diğer devletlerin ittifak ederek dengeyi sağladığını ve böylece uluslararası ilişkilerin anarşik yapısının devam ettiğini varsayıyordu. 1990’lardan beri sistemin yegâne hegemonu olan ABD’ye karşı bir askerî ittifak oluşmamış olması disiplinde kuramsal ve tabii ki siyasî açıdan bir değerlendirmeyi mecbur kılıyor. Güç dengesi kuramındaki “hegemonya karşıtı ittifakın ancak hegemonyaya doğru ilerleyen devletlere karşı oluştuğu”nu söyleyen Stephen Brooks ve William Wohlforth ABD’nin hegemonik eşiği geçtiğini ve hegemon bir ülkeye karşı bir ittifakın ortaya çıkmasının çok zor olduğunu iddia ediyorlar. Ekonomik, teknolojik ve askerî açıdan ABD diğer devletler ve olası devletler ittifakının çok üzerinde bir kapasiteye sahip.5
Anlık kapasite dağılımında ABD’nin gücü üstün olsa da özellikle neoliberal dönüşüm dünya ekonomisini ve sosyo-ekonomik yapısını değiştirecek önemli dinamikleri harekete geçirdi. Soğuk Savaş sırasında ABD, Batı Avrupa ve Japonya arasında bir işbölümü vardı. Buna göre, ABD hem güvenlik sağlayacak hem de müttefiklerinin büyümesi için pazarlarını onların ürettikleri mallara açık tutacaktı. Bunun karşılığında da müttefikleri rezervlerinde dolar tutacak ve böylece ABD’nin büyümesine ve harcamasına olanak sağlayacaklardı. Ancak, iki-kutuplu dünyada mümkün olan bu strateji tek-kutuplu dünyada ciddi sorunlarla karşı karşıya. Birincisi, Sovyet tehdidinin yokluğunda müttefiklerin güvenlik için ABD’ye daha az ihtiyacı var. İkincisi, Amerikan doları egemen para birimi olmakla beraber, artık tek rezerv ve değişim aracı değil. Üçüncüsü, Avrupa ve Asya büyümesi artık daha az Amerikan pazarına bağımlı. İhracata dayalı kalkınma stratejileri yerini iç pazar ve bölgesel pazarları hedefleyen ekonomik stratejilere bırakıyor.6 Bu bağlamda küreselleşmeyle beraber bölgeselleşme eğiliminin arttığını ve bölgesel ekonomilerin önem kazandığını vurgulamak gerekiyor.7 Bölgelerin ve bölge güçlerinin denetim altında tutulması ABD’nin uluslararası üstünlüğü açısından başlıca öncelik olarak öne çıkıyor.8 Dünya ekonomisi açısından gittikçe önem kazanan yükselen ekonomilerin G-20 gibi gruplara dahil edildiğini ve Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS grubunu oluşturduklarını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ancak, söz konusu ekonomik dinamikten yola çıkarak çok-kutupluluğun doğmakta olduğunu iddia etmek aceleci ve dikkatsiz bir akıl yürütme olur.
Uluslararası ilişkilerde tek-kutupluluk üzerine çalışmalar hegemonik devletin müttefikleri açısından önemli sonuçları olduğuna dikkat çekiyor. Tek-kutup haline gelmiş bir gücün müttefiklerine ihtiyacı da azalıyor. Dolayısıyla, ikinci ve üçüncü sınıf güçler tek-kutubun kendi güvenliklerini sağlayacağına ilişkin kuşku duyuyorlar.9 Bu devletlerin izlediği politikaları riskli finans ve sigorta piyasalarında izlenilen “hedging” stratejisiyle anlamak mümkün. Bu stratejide güçsüz devletler, tek-kutupla ilişkilerin askerî bir krize dönüşebilecek şekilde kötüleşmesi veya tek-kutubun kendilerine sağladığı güvenlik ve ekonomik yardımları sağlamaktan vazgeçmesi olasılığına karşı önlem alırlar.10 Bu stratejinin hangi somut politikalarla hayata geçirildiği her tekil durumda ayrıca ele alınmalıdır. Ancak, tek-kutup tartışmalarında güçsüz devletlerin doğrudan hegemona karşı bir denge politikası izlemek yerine hegemonyayı sınırlayacak, etkileyecek veya ondan faydalanacak şekilde hareket edecekleri vurgulanıyor.11 Türk dış politikası 1990’lardan başlayarak bu minvalde bir hedging stratejisi uygulamaktadır. AKP’nin dış politikasını anlayabilmek için bu stratejinin ortaya çıktığı bağlamı tanımlamakta fayda vardır.
Neoliberal dönüşüm bağlamında Türk dış politikası
Türkiye’nin dünya hiyerarşisindeki yeri, izleyebileceği politikaları doğrudan etkilemektedir. Baskın Oran Türkiye’yi “orta büyüklükte devlet” (OBD) olarak nitelemekte ve kavramı şöyle tanımlanamaktadır: “Uluslararası sisteme etkileri marjinal olan, ama bölgesel politikayı (özellikle, küçük komşularını) etkileyebilen, ama daha önemlisi, büyük devletlerden gelen zorlamalara bir miktar dayanabilen, onlarla zaman zaman pazarlığa girişebilen ve hatta o günkü koşulları (konjonktürü) iyi değerlendirerek onların kimi davranışlarını belli bir oranda etkileyebilen devlet.”12 Oran OBD’nin bölgesel güç olduğunu iddia etse de bu konuda kuramsal ve kavramsal bir netlik olmadığına işaret etmek gerek.13 Bölgesel güçlerin bölgelerindeki güç kapasitesinde en büyük paya sahip oldukları ve bütün bölgeye etki edebildikleri varsayılmaktadır. Bölgesel güçler imparatorluk, hegemonya veya liderlik stratejileri izlerler.14 Modern tarih boyunca büyük güçlerin müdahalesine sahne olmuş Ortadoğu bölgesi ise böyle bir bölgesel gücün ortaya çıkışını engellemiş ve bu açıdan özgün bir bölge şekillenmiştir.15 Nitekim, Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasına ilişkin ciddi eleştiriler dile getirilmektedir.16 Türkiye’nin Ortadoğu’daki görece büyüklüğünü BRICS ülkelerinin kendi bölgelerindeki görece büyüklükleriyle karşılaştırmak bu açıdan basit bir test oluşturabilir. Bu anlamda, Türkiye’yi bölgesel rekabetin hüküm sürdüğü bir coğrafyada yer alan bir OBD olarak tanımlayabiliriz. Tek-kutuplu dünyada böyle bir devletin en önemli sorunu kendini hegemon açısından vazgeçilmez kılmak ve bunun getirdiği etkiyi diğer bölgesel devletlerle rekabette kullanmaktır. 1990’lardan beri Türk dış politikasının izlediği bu stratejiyi –kendine ait olmayan bir gücün bölgesel aracılığını yapma anlamında- güç simsarlığı olarak tanımlıyorum.
1990’larda baba Bush ve Clinton yönetimleri NATO’nun Soğuk Savaş sonrası koşullar için yeniden tanımlandığı bir dönem oldu.17 Türkiye’nin dış politikasında bu dönemin temel sorusu şuydu: Türkiye’nin yeni düzendeki yeri ne olacak? Gencer Özcan’ın vurguladığı gibi bu dönemde “Ankara’daki dış politika çevrelerinde, Türkiye’nin Batı güvenlik düzenlemeleri açısından stratejik önemini yitirdiği, dolayısıyla savunma yapısının ve ittifak ilişkilerinin gelişmelerden olumsuz etkileneceği kaygısı egemen olmuştur.”18 Bu bağlamda, AKP’nin dış politikası ve onun kuramsal ifadesi Davutoğlu doktrini Turgut Özal’ın neo-Osmanlıcılığı, Süleyman Demirel’in “Çin Seddi’nden Adriyatik’e Türk dünyası” tasavvuru ve İsmail Cem’in “bölgelerüstü, bölgelerarası ve çokbölgeli güç” konseptiyle beraber değerlendirilmelidir. Aralarındaki dönemsel siyasî ve ideolojik farklılıklara rağmen, bütün bu dış politika arayışlarının amacı Türkiye’nin bir yandan küresel sermaye birikimi açısından jeoekonomik, diğer yandan küresel düzenin bölgesel yönetimi açısından jeopolitik ve jeokültürel önemini vurgulamaktı. Davutoğlu doktrini bu açıdan diğer Soğuk Savaş sonrası Türk dış politika stratejileriyle bir kopuş değil, devamlılık arzetmektedir. Devamlılık oluşturan etkenlere biraz daha yakından bakalım.
Türkiye’nin küresel siyasete eklemlenmesi açısından neoliberal dönüşümün başlangıcı Soğuk Savaş’ın bitişinden tarihsel olarak önceldir ve güncel stratejilerin yapısal sınırlarını belirleyen bir süreçtir. Türkiye’de neoliberal dönüşüm 24 Ocak kararlarını hayata geçiren 12 Eylül darbesinin marifetiyle gerçekleştirilmiştir. Bu dönüşüm salt ekonomik düzeyde ithal ikameci modelden ihracata yönelik kalkınma stratejisine geçiş, özelleştirme, dışa açılma ve iş piyasalarının deregülasyonu olarak özetlenebilir. Tüm birikim rejimleri gibi, bu dönüşümün sadece ekonomik düzeyde değil siyasal, toplumsal ve kültürel açıdan uzun vadeli ve önemli etkileri olmuştur. Başka bir deyişle, 24 Ocak 1980 kararları ekonomik reformların ötesinde toplumsal bir dönüşümün habercisidir.
Neoliberal dönüşümün Türkiye’nin dış politikası açısından ilk etkisi Ortadoğu ve İslam ülkeleriyle ekonomik ve siyasal ilişkileri geliştirmek oldu. Birinci Özal hükümeti 1986-87 yıllarına kadar bir yandan Ortadoğu ve İslam ülkelerini düşük kaliteli ihracat ürünleri ve müteahhitlik hizmetleri açısından bir pazar olarak değerlendirdi, diğer yandan Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu sermaye stoğunu Arap sermayesiyle takviye etmeye çalıştı. Ancak, bu stratejinin uzun vadeli olamayacağının ortaya çıkması üzerine, 1980 öncesinde iş çevrelerinin rekabet kapasitelerinin düşüklüğü nedeniyle temkinli yaklaştıkları Avrupa Ekonomik Topluluğu’yla (AET) bütünleşme stratejisine yönelindi. Ortadoğu pazarı Türkiye’nin büyüme stratejisinin ihtiyaç duyduğu ihracat pazarını oluşturmada yetersiz kaldığı gibi, Ortadoğu ülkeleriyle ekonomik ilişkiler teknoloji transferi konusunda Avrupa ülkeleriyle ilişkilere alternatif olamadı.19
1991’de Birinci Körfez Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin dağılması Türkiye’nin stratejik manzarasını baştan aşağı değiştirdi. İki kutuplu dünya siyasetinde Sovyet tehdidine karşı jeostratejik konumu Türkiye için transatlantik ittifakına pazarlayabileceği en önemli değeriydi. Biricik jeopolitik konumunu kaybetmesi tehlikesi Türkiye’nin – günün tabiriyle- Yeni Dünya Düzeni’ndeki stratejik önemini vurgulamasını gerektiriyordu. Bu bağlamda, Özal’ın dikkate değer girişimleri oldu: Güney Kürdistan’a yönelik geliştirilen neo-Osmanlıcı yaklaşım, Orta Asya cumhuriyetlerine yönelik hamilik yaklaşımı ve bunlara rağmen daha kalıcı ve başarılı olan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü. Soğuk Savaş sonrası küresel ve bölgesel siyasette Türkiye’nin önünde yeni fırsatlar oluştuğuna inanan Özal bu düşüncesini “Türkiye’nin önünde hacet kapıları açıldı” diye ifade ediyordu.20 Hasan Celal Güzel’e göre, Özal’ın “Kuzey Irak’ta meydana gelebilecek olaylar sonrasında, kurulacak olan Kürt-Türkmen federasyonunun Türkiye’ye bağlanması şeklinde bir planı vardı. Bu siyaset ‘Yeni Osmanlıcılık’ çerçevesinde değerlendirilebilir bir plandı”.21 Irak’ta Özal iddia ettiği gibi bir koyup üç alamadı, ancak Türkiye’nin nüfuzunu -gerekirse federatif bir anayasal çerçeve içinde- Suriye ve Irak sınırlarındaki Kürt bölgelerine doğru genişletmeyi öngören ve neo-Osmanlıcılık olarak adlandırılan stratejik konsepti Özal’dan sonra AKP dış politikasına da ilham verdi.
1990’larda Millî Güvenlik Siyaset belgesi iki kez değiştirildi. Yunanistan ve Sovyetler Birliği ve onun devamı niteliğindeki Rusya Federasyonu yerine 1992’de esas tehdit kaynağı Suriye, Irak ve İran olarak tespit edildi. 1997’de ise bir numaralı tehdit “irtica” olarak belirlenmişti.22 Şule Kut’a göre: “Bu dış politikanın yeniliği, Türkiye’nin dış politikasını yenilemesinden ya da politikalarını değiştirmesinden değil, dış politikanın gerçekleştiği uluslararası ortamın yeniliğinden, yeni dönemde yeni tür sorun ve olanakların ortaya çıkmış olmasından kaynaklanmaktaydı. Yoksa, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin dış politikasının temel ilkelerinde, yönelim ve hatta önceliklerinde radikal bir değişiklik olmamıştır. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin yeni dış politikası, özü itibarıyla eskisinden çok de farklı değildir.”23
Davutoğlu doktrini
2002’de iktidara gelen AKP’nin Türk dış politikasında önemli bir kırılmaya neden olduğu hem iktidara yakın hem de iktidara muhalif çevreler tarafından dile getirildi. AKP’nin özellikle Ahmet Davutoğlu’nun belirlediği doğrultuda, geleneksel Kemalist dış politikaya alternatif daha dinamik ve aktif bir dış politikası olduğu vurgulandı. Buna göre, Batılılaşma perspektifinden hareket eden Kemalist dış politika içe dönük ve defansifti, buna karşılık, neo-Osmanlıcılık olarak tabir edilen yaklaşım dışa dönük, aktif ve emperyal geleneğin verdiği özgüvene dayanıyordu.24
Bu ayrımı veri alan Davutoğlu doktrini AKP’nin popülist söyleminin merkezindeki halk-bürokratik elit ikiliğinin dış politikaya uyarlanmasına dayanıyor.25 Davutoğlu’na göre Amerikan, İngiliz, Alman ve Rus büyük stratejik ekollerinin Türkiye’de olmamasının nedeni Tanzimat’tan bu yana yaşanan kimlik bunalımıdır. Bunalımın temelinde halkına yabancı, Batı’ya öykünen ve ona karşı bir aşağılık kompleksi hisseden devlet elitlerinin aktif bir stratejik aklı ortaya çıkaracak özgüven sahibi olmamalarıdır. Davutoğlu’na göre, bir devletin güç kapasitelerini çarpan etkisiyle uygulamaya geçiren faktörler stratejik zihniyet, stratejik planlama ve siyasî iradedir.26 Davutoğlu Türk modernleşmesini psikolog R.D. Laing’in “bölünmüş benlik” kavramıyla tanımlar: ontolojik güvensizlikten kurtulamamış cumhuriyet elitleri edilgen ve içe dönük bir zihniyete mahkûm olmuşlardır.27 Böylece Davutoğlu’nun Türk dış politikasına getirdiği temel eleştiri 2000’lerde AKP’nin siyasal söyleminin ve liberal muhafazakâr terkibin temelini oluşturan tarih anlatısını tekrarlar. Bülent Tanör’ün “popülist anayasal gelişme tezleri” adını verdiği bu anlatının temel noktası “siyasal ve ve anayasal gelişmelerimizi, ‘bürokrasi’ adını verdikleri bir tabaka ya da ‘sınıf’ ile ‘halk’ adını verdikleri kesim arasındaki ‘çelişki’yle açıklamalarıdır. Bu şemada, ‘egemen’ ve ‘ezen’ rolünü oynayan ‘bürokrasi’dir”.28 Tanör’e göre Ahmet Hamdi Başar ve Celal Bayar’ın dile getirdiği Türk sağının bu tezleri Kemal Tahir, Mehmet Ali Aybar, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Murat Sarıca, İsmail Cem, Ahmet Yücekök ve Bülent Ecevit’in düşüncelerine de temel oluşturmuş ve hatta sağ çıkışlı tezler soldaki bu aydınlar tarafından kuramsallaştırılmıştır.29 Türkiye’nin siyasal gelişmesini kadim devlet geleneğiyle açıklayan akademik çalışmalar da çarpıtılmış bir Max Weber okumasıyla bu liberal muhafazakâr anlatıya kuramsal bir derinlik kazandırmıştır.30
Bürokrasi-halk ikiliğine dayanan popülist söylemin siyasal işlevi 1980’lerde başlayan neoliberal dönüşümün ortaya çıkardığı ve Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenmesinin kaybedeni kent yoksullarıyla kazananı yükselen orta sınıf ve sermaye sahiplerinin AKP tarafından bir koalisyonda birleştirilmesi oldu.31 AKP’nin popülist söylemi Türkiye’deki yatay ve dikey toplumsal hareketliliğin bu en dinamik iki unsurunun taleplerini 2001’de Türkiye’nin içine girdiği ekonomik ve siyasî krizle iflası ilan edilen yerleşik siyasî düzene karşı birleştirdi. Böylece krize reçete olarak uygulanan ikinci kuşak neoliberal reformlar devlet ve bürokrasi karşıtı bir söylemle meşrulaştırılabildi.
Davutoğlu’nun sıkça başvurduğu bir kavram AKP hükümetinin iç politikasında da merkezî bir yere oturdu: açılım. Davutoğlu’na göre ancak “ortak zaman-mekân idrakinden kaynaklanan güçlü bir kimlik ve aidiyet hissine sahip olan ve bu hisle psikolojik, sosyolojik, siyasî ve ekonomik unsurları harekete geçirebilen, kültürel yapısı oturmuş toplumlar sürekli yenilenebilen stratejik açılımlar gerçekleştirme imkânına sahiptir”.32 “Kendi insan unsuruna güvenmeyen bir devletin stratejik ufuklara açılması mümkün değildir”.33 Davutoğlu’nun kitabında kavramsal olarak çok üstünde durulmayan açılım metaforu gündelik siyasî söyleme yaygın biçimde nüfuz etti ve Ortadoğu açılımı, Afrika açılımı, Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı gibi hem bölgesel hem de iç siyasetteki sorunlara ilişkin hükümetin geliştirdiği inisiyatifleri betimleyen bir gösterene dönüştü. Büyük strateji alanında da Davutoğlu dünya düzeninde yeni bir açılımın önkoşulu olarak felsefî bir açılımın gerekliliğinden söz etmektedir. Örneğin, Avrupa merkezli olduğundan dolayı eleştirdiği Birleşmiş Milletler düzeni dayandığı varsayımlar açısından sorgulanmalı ve daha kapsayıcı bir hale getirilmelidir.34
Davutoğlu’na göre, Soğuk Savaş sonrası dünya süper devletler, büyük devletler, bölgesel güçler ve küçük devletlerden oluşur. Süper güçler stratejik planlamalarında sadece diğer süper güçleri dikkate alırken, hiyerarşinin alt kademelerindeki devletler hem birbirlerinin hem de kendilerinden daha üstün olan devletlerin strateji ve taktiklerini hesaba katmak zorundadırlar. Türkiye gibi bölgesel güçler büyük güçler ve süper güçlerin strateji ve taktiklerinin çatışma alanlarında kendilerine manevra alanı yaratıp büyük devletler statüsüne kavuşabilirler.35 Davutoğlu’na göre, Soğuk Savaş sonrasında iki-kutuplu siyasetten güç dengesi modeline doğru bir gelişme gerçekleşmiştir.36 Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra kısa dönemli bir “Amerika eksenli tekelci bir yapılanma” oluşmuş, ancak giderek güç dengesi mekanizması devreye girmiş ve bölgesel güçler buna uygun esnek ve alternatif politikalara yönelmişlerdir.37 Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Avrasya bölgesinde jeopolitik vakumlar oluşmuştur ve Türkiye Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerini kapsayan bu vakumların tam ortasında yer almaktadır. Türkiye’nin jeopolitik konumunu statükoyu korumak için kullanan eski cumhuriyetçi strateji Türkiye’nin güvenliğini ve statükoyu bile korumakta yetersizdir. Bunun yerine, Davutoğlu Türkiye’nin bölgesel etki alanlarının genişletilerek küresel statüsünün yükseltilebileceğini önerir ve bunu “uluslararası çerçeveye kademeli açılma stratejisi” olarak tanımlar.38
Bu bağlamda, komşularla sıfır sorun konsepti Türkiye’ye etrafında bir manevra alanı açabilmek için ortaya atılmış bir stratejik yaklaşımdı. Türkiye alternatif ittifaklar değil, birbirini dışlamayıp tamamlayan çok boyutlu ve çok kulvarlı ilişki ağları kurmalıydı.39 Bu yolda önemli bir fırsatı Türkiye, Irak operasyonunda ABD’nin Türkiye topraklarını kullanmaya yönelik talebinin 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’de reddedilmesi sonucunda Ortadoğu’da ve savaş karşıtı Amerikan ve Avrupa kamuoyunda kazandığı prestijle elde etti. Daha sonra bu olay Türk dış politikasına ilişkin değerlendirmelerde önemli yer tutmuşsa da tezkerenin reddinin AKP’nin bir stratejisinin ürünü olduğunu iddia etmek mümkün değildir. O dönem başbakan olan Abdullah Gül milletvekillerini vicdanlarına göre oy vermeye çağırırken, Bülent Arınç ve o vakit başdanıman olan Davutoğlu tezkereye açıktan karşı çıkıyor, AKP genel başkanı Erdoğan ise tezkerenin geçmesini arzu ediyordu.40 Bu anlamda bu oylamayı Türk dış politikasında stratejik bir kırılma ânı olarak değerlendirmek doğru değildir. Nitekim Erdoğan başbakanlık makamına oturup, güvenoyu aldıktan iki gün sonra, 20 Mart’ta, ABD ve İngiltere kuvvetleri Irak’a yönelik operasyonu başlattı ve Erdoğan hükümeti Türk hava sahasının Amerikan uçaklarına açılmasına dair bir tezkereyi meclisten geçirdi.41 Ancak, 1 Mart tezkeresinin Türkiye-ABD ilişkilerinde yarattığı güvensizlik ve Türkiye’nin Saddam sonrası Irak’tan dışlanması Türkiye’nin Arap Ayaklamaları’ndaki tutumlarını etkiledi.
1 Mart tezkeresinden sonra, Türkiye’nin yeni dış politikasının göstergesi sayılan olay İsrail’le ilişkilerde yaşandı. Ancak, başbakan Erdoğan’ın 2009’da Davos zirvesindeki “One minute” çıkışı aslında duygusal veya ideolojik olmaktan ziyade İsrail’in Türkiye’nin soyunduğu bölgesel hami ve arabuluculuk rolünü kabul etmemesine karşı verilen bir tepkiydi. Davutoğlu siyasetini destekleyen gazetecilerden biri olan Gürkan Zengin’in de işaret ettiği gibi, bölgedeki iki ülke Türkiye’nin “düzen kurma misyonu” ve bölge barışını tesis etme girişimine muhalefet etmekteydi: İsrail ve İran.42 Gerek 1 Mart olayı gerek İsrail’le ilişkiler Türk dış politikasının Batı ittifakından uzaklaştığını öne süren eksen kayması kavramının ortaya atılmasına neden oldu.43 Ancak, Türk dış politikasında radikal bir değişikliğin gerçekleştiği iddiası abartılıydı.44 Nitekim 2010 yılının sonunda başlayan Arap ayaklanmaları eksen kayması tartışmalarını birden ortadan kaldırdı. Ortadoğu’da demokrasi talebinin yükselmesi Türkiye’ye kendini model ülke olarak sunma fırsatı verdi. Ne var ki, ayaklanmaların militarize olması bölge hükümetleriyle sıfır sorun politikasını zora soktu. 2011’de Libya’ya NATO müdahalesi kısa süren bir tereddütten sonra, Türkiye’yi 1 Mart tezkeresinden çıkardığı dersle müdahaleci bir tutuma itti.
Türkiye’nin Suriye politikası bu doğrultuda şekillendi. ABD’nin ve NATO’nun Suriye’ye er geç müdahale edeceğini hesaplayan hükümet bu beklentinin gerçekleşmediği her gün kendini giderek mezhep vurgusu ağır basan bir dış politikaya sıkıştırdı. Sıfır sorun politikasıyla transatlantik ittifakı içinde kendisinin stratejik değerini artırmayı amaçlayan ve bölgesel etkisi sayesinde küresel statüsünü yükseltmeye çalışan Türkiye giderek kendini izole edilmiş bir durumda buldu. Katar ve Suudi Arabistan’la beraber Suriye’deki iç savaşın taraflarından biri haline geldikçe mezhepçi bir politikaya saplandı ve bu açıdan ABD’nin politikalarıyla zıtlaşan bir siyaset izlemeye başladı. 1 Mart tezkeresi olayı hükümete ABD’yi istemediği bir harekete zorlayamacağını göstermiş olmalıydı. 2003’te, Türkiye ABD’nin Irak’a savaş açmasını engelleyememişti, 2013’te de Suriye’ye müdahale etmesini sağlayamayacaktı. Ancak, 2003’te barışçı bir siyaset izleyen Türkiye kendi güvenliği açısından bir riske girmezken Suriye’de izlediği müdahaleci siyaset bu açıdan önemli maliyetler içeriyordu. Davutoğlu’nun formüle ettiği strateji Türkiye etrafında bir nüfuz bölgesi kurarak ve bu bölgeyi bir tampon kuşak olarak kullanarak etnik ve din temelli çatışmaları ülke sınırlarının ötesinde karşılamaktı. 11 Mayıs 2013’te Reyhanlı’da 52 vatandaşın ölümüyle sonuçlanan bombalama bu stratejinin iflas etmesi anlamına geldi. Türkiye 30 yıllık bir çatışma ortamından barış sürecine girerken ve barış için geniş bir toplumsal talep ve oydaşma ortaya çıkarken, hükümetin bölgesel politikaları Suriye’deki çatışmayı ülke içine taşımış ve son dönemin en trajik terör saldırısı Reyhanlı’da gerçekleşmişti. Reyhanlı saldırısının yanında hükümetin başvurduğu Sünni vurgulu siyasî söylem Alevi yurttaşların güvenlik kaygılarını artırdığı gibi ülkede mezhepsel bir kutuplaşma tehlikesi yarattı.
Bu bağlamda, Soğuk Savaş sonrası hükümetlerle benzer hedefler ve stratejilerle yola çıkan AKP hükümetlerinin neden yanlış bir hesap yaptıkları sorulabilir. Bu sorunun yanıtı dış politikadan ziyade iç politikada yatmaktadır. Popülist bir söylemle, yabancılaşmış cumhuriyetçi elitlerden farklı olarak tarihî geleneğe dayandığını ve halkı temsil ettiğini iddia eden Davutoğlu doktrini özgüvenin bölgesel bir güç haline gelmek için yeterli olacağını öneriyordu. Bu ideolojik yaklaşımın gözden kaçırdığı tarihsel gerçek ise cumhuriyetçi kadroların Ortadoğu’dan Batıcı oldukları için değil, savaşı kaybettikleri için çekilmek zorunda kaldıklarıydı. Cox’un Japonya örneğinde tartıştığı gibi, bir OBD’in küresel hegemonik düzenden bağımsız bir şekilde hareket edebilmesi için hakim sosyo-ekonomik modelin dışında bir toplumsal düzene dayanması gerekir. Türkiye’deki neoliberal dönüşümün bir ürünü ve taşıyıcısı olan AKP’nin ise böyle bir değişimi gerçekleştirecek iradesi ve kapasitesi bulunmamaktadır.45
1 Bu yazıda dile getirilen temel tezin detaylı ve kuramsal bir açıklaması için bakınız: Birdal, M.S. (2014): The Davutoğlu Doctrine: The Populist Construction of the Strategic Subject, in Ahmet Bekmen, İsmet Akça and Barış Alp Özden (eds.): Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony, Londra: Pluto Press, s. 92-106.
2 Habermas, J. (1972): Knowledge and Human Interests, Boston: Beacon Press, s. 301-317; Cox, R. W. (1996a): Social Forces, States, and World Orders: Beyond International Relations Theory, Robert W. Cox ve Timothy J. Sinclair (ed.): Approaches to World Order, Cambridge: Cambridge University Press, s. 85-123.
3 NATO’nun siyaseten işlevsiz hale geldiğini savunan anaakım kuramsal bir yaklaşım için Waltz, K. (2001): Structural Realism after the Cold War, G. John Ikenberry (ed.): America Unrivaled: The Future of the Balance of Power, Ithaca: Cornell University Press, s. 29-67.
4 Walt, S. (2009): Alliances in a Unipolar World, World Politics 61(1), s. 92-93.
5 Brooks, S.G ve Wohlforth, W.C. (2008): World Out of Balance: International Relations and the Challenge of American Primacy, Princeton: Princeton University Press.
6 Mastanduno, M. (2009): System Maker and Privilege Taker: U.S. Power and the International Political Economy, World Politics 61(1), s. 149-154.
7 Hurrell, A. (2007): One World? Many World? The Place of Regions in the Study of International Society, International Affairs 83(1): 127-146; Väyrynen, R. (2003): Regionalism: Old and New, International Studies Review 5: 25-51.
8 Gowan (2000): 37-43; Art, R. (2004): Europe Hedges Its Security Bets, T.V. Paul, James J. Wirtz ve Michael Fortmann (ed.): Balance of Power: Theory and Practice in the 21st Century, Stanford: Stanford University Press, s. 179-213; Kirshner, J. (): States, Markets, and Great Power Relations in the Pacific, G. John Ikenberry ve Michael Mastanduno (ed.), International Relations Theory and the Asia-Pacific, New York: Columbia University Press, s. 273-298.
9 Jervis, R. (2009): Unipolarity: A Structural Perspective, World Politics 61(1), s. 212.
10 Tessman, B. ve Wolfe, W. (2011): Great Powers and Strategic Hedging: The Case of Chinese Energy Security Strategy, International Studies Review 13(2), s. 216.
11 Walt (2009): 87-88; Jervis (2009): 207-209; Ikenberry, G.J., Mastanduno, M. ve Wohlforth, W.C. (2009): Unipolarity, State Behavior, and Systemic Consequences, World Politics 61(1), s. 19-20.
12 Oran, B. (2001): Giriş: Türk Dış Politikasının (TDP) Teori ve Pratiği, Baskın Oran (ed): Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, İstanbul: İletişim, s. 30.
13 OBD kavramının muğlaklığı için Cooper, D.A. (2011): Challenging Contemporary Notions of Middle Power Influence: Implications of the Proliferation Security Initiative for “Middle Power Theory”, Foreign Policy Analysis 7(3), s. 319.
14 Destradi, S. (2010): Regional Powers and Their Strategies: Empire, Hegemony and Leadership, Review of International Studies 36(4), s. 905.
15 Miller, B. (2004): The International System and Regional Balance in the Middle East, T.V. Paul, James J. Wirtz ve Michael Fortmann (ed.): Balance of Power: Theory and Practice in the 21st Century, Stanford: Stanford University Press, s. 239-266.
16 Uzgel, İ. (2010): Türk Dış Politikasında Bölgesel Güç İlüzyonu, Osman Bahadır Dinçer, Habibe Özdal ve Hacali Necefoğlu (ed.): Yeni Dönemde Türk Dış Politikası: Uluslararası IV. Türk Dış Politikası Sempozyumu Tebliğleri, Ankara: USAK, s. 61-66.
17 Gowan, P. (2000): The Euro-Atlantic Origins of NATO’s Attack on Yugoslavia, Tariq Ali (ed.): Masters of the Universe? NATO’s Balkan Crusade, Londra: Verso, s. 3-45.
18 Özcan, G. (1998): Doksanlı Yıllarda Türkiye’nin Değişen Güvenlik Ortamı, Gencer Özcan ve Şule Kut (ed.): En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, İstanbul: Boyut, s. 17.
19 Uzgel, İ. (2004): Ulusal Çıkar ve Dış Politika: Türk Dış Politikasının Belirlenmesinde Ulusal Çıkarın Rolü 1983-1991, Ankara: İmge Yayınları, s. 163-310.
20 C. Hakan Arslan, Hacet Kapıları, Vatan, 3 Mayıs 2004, http://haber.gazetevatan.com/0/27176/4/yazarlar.
21 Güzel, H.C. (2007): Kuzey Irak: Kürtçülük ve Ayrılıkçı Terör, İstanbul: Timaş, s. 118.
22 Özcan, G. (1998): s. 19.
23 Kut, Ş. (1998): Türkiye’nin Soğuk Savaş Sonrası Dış Politikasının Anahatları, Gencer Özcan ve Şule Kut (ed.): En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, İstanbul: Boyut, s. 57.
24 Mufti, M. (2009): Daring and Caution in Turkish Strategic Culture: A Republic at Sea, London: Palgrave; Taşpınar, Ö. (2008): Turkey’s Middle East Policies: Between Neo-Ottomanism and Kemalism, Carnegie Papers 10, Washington, D.C.: Carnegie Middle East Center.
25 Birdal, M.S. (2014).
26 Davutoğlu, A. (2008): Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul: Küre, s. 17-34.
27 Davutoğlu, (2008): s. 59-63.
28 Tanör, B. (2008): s. 107.
29 Tanör, B. (2008): s. 107-134.
30 Dinler, D. (2003) Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi, Praksis 9, 17-54; Sönmez, E. (2010) Klasik Dönem Osmanlı Tarihi Çalışmalarında Max Weber Etkisi, Praksis 23(2), s. 39-62.
31 Hale, W. ve Özbudun, E. (2010): Islamism, Democracy and Liberalism in Turkey: The Case of AKP, Londra: Routledge; Öniş, Z. (2006): The Political Economy of Turkey’s Justice and Development Party, M. Hakan Yavuz (ed.): The Emergence of a New Turkey: Democracy and the AK Parti, Salt Lake City: The University of Utah Press, s. 207-234; Tuğal, C. (2007): NATO’s Islamists: Hegemony and Americanization in Turkey, New Left Review 44, s. 5-34.
32 Davutoğlu, A. (2008): s. 23.
33 Davutoğlu, A. (2008): s. 37.
34 Davutoğlu, A. (2011): Kriz Odaklı Değil, Vizyon Odaklı Dış Politika, Küre Yayınları (ed.): Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve İslamcılık, İstanbul: Küre, s. 9-14.
35 Davutoğlu, A. (2008): s. 74-79.
36 Davutoğlu, A. (2008): s. 74-79.
37 Davutoğlu, (2008): s. 32.
38 Davutoğlu, (2008): s. 115-118.
39 Zengin, G. (2010): Hoca: Türk Dış Politikası’nda ‘Davutoğlu Etkisi’, İstanbul: İnkılap, s. 86-91.
40 Zengin, (2010): 137-151.
41 Bila, F. (2007): Ankara’da Irak Savaşları: Sivil Darbe Girişimi ve Gizli Belgelerde 1 Mart Tezkeresi, İstanbul: Güncel, s. 230.
42 Zengin, G. (2010): 227-228.
43 Inbar, E. (2011): Israeli-Turkish Tensions and Their International Ramifications, Orbis, s. 132-146.
44 Pope, H. (2010): Pax Ottomana? The Mixed Success of Turkey’s New Foreign Policy, Foreign Affairs, http://www.foreignaffairs.com/articles/66838/hugh-pope/pax-ottomana.
45 Cox, R.W. (1996b): Middlepowermanship, Japan, and Future World Order, Robert W. Cox ve Timothy J. Sinclair (ed.): Approaches to World Order, Cambridge: Cambridge University Press,s. 241-275.
----------------------------------------------------------------------------
M. Sinan Birdal
Mehmet Sinan Birdal doktorasını Güney California Üniversitesi’nden uluslararası ilişkiler alanında aldı. Temel ilgi alanları dış politika, uluslararası ilişkiler kuramı, siyaset kuramı ve siyaset sosyolojisidir. “The Holy Roman Empire and the Ottomans: From Global Imperial Power to Absolutist States” adlı kitabın yazarıdır. Halen Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır.