Son demokratikleşme paketini demokratikleşme hedefi açısından nasıl nesnel şekilde inceleyebileceğimize dair iki bağımsız kriter önereceğim. Bu iki bağımsız –yani bir ülkede anayasal demokrasi olacaksa kurumsallaşması gereken– kriter; Jürgen Habermas, John Rawls ve Ronald Dworkin başta gelmek üzere demokratik meşruiyet, temel haklar, adalet ve demokrasi konularında çalışan teorisyen ve hukukçuların üzerinde anlaştığı iki kriter. Uzun süreceğe benzeyen Türkiye demokratikleşmesinin renksiz bir sayfası olarak ortaya çıkan paketi incelerken, bir yandan da onu daha geniş bir bağlama ve evrensel standartlar düzlemine oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Geniş bağlama odaklanınca da “anayasal demokrasi” dediğimiz rejim tipinden ve bu rejimlerin anayasalarında mutlaka olması gereken iki temel kriterden söz etme ihtiyacı doğuyor.
Anayasal demokrasi dediğimiz siyasî rejim, bugün dünyanın oturmuş demokrasilerinde uygulanan rejim tipi. Her anayasal demokrasi birbirine benzemiyor, aralarında önemli farklar var, ancak aşağıda sayacağım iki kriter hepsinde kurumsallaşmış durumda. Anayasal demokrasi çerçevesinde kurumsallaşmış olan “anayasacılık” anlayışı, siyasî erkin yetki alanı ve kapsamının belli prensiplere bağlanıp kısıtlanması, ve kim işbaşına gelirse gelsin, siyasî erkin bu prensipler çerçevesinde ve halkın özgürlükleri lehine, sistematik biçimde daraltılmasını ve keyfiyetten uzak kurallara bağlanmasını ifade ediyor. Anayasal demokrasi denilen rejim tipi anayasacılığı bu şekilde kavradığından, demokrasi bu sistemde ancak belli anlamlara geliyor ve başka anlamlara çekilip esnetilemez hale geliyor. Dolayısıyla, örneğin en çok oy alanın alelâde bir seçim sonrası, rejimi özgürlükler aleyhine daralttığı ve siyasî erki denetimsiz mutlak bir keyfiyete tâbi kıldığı rejimlere demokrasi denmiyor. İş başına gelecek olanların, yani yürütme ve yasama faaliyetini yürütecek milletvekillerinin seçimlerle gelmesi bir rejime demokrasi demek için gerekli, ama yeterli değil. Bu çerçeveden bakınca, demokrasi dediğimiz rejim tipi en özünde iki vazgeçilmez prensibi mutlaka, daima ve ikisini aynı anda barındırmak durumunda. Demokrasi denen rejim tipinin iki bağımsız kriteri:
Bireyin kendi özgürlük anlayışını ister kendi başına ister başkalarıyla keşfetme, tanımlama ve o özgürlükleri başkalarıyla eşit şartlarda ve eşit kapsamda yaşama hakkı ya da eşit özgürlükler: Bu kriter herkesin eşit özgürlüklerinin tanındığı ve hayata geçtiği bir ortama karşılık gelir. Kişiler neyi özgürlük addettiklerini kendileri tanımlayabilmelidirler, başkalarına doğrudan ve fiziksel zarar vermedikleri durumda özgürlüklerine ket vurulamaz, neyi özgürlük addedecekleri üstünde vesayet kurulamaz. Kısacası, herkese tek tip özgürlük değil, herkese kendi meşrebince eşit özgürlük kriteri demokrasiler için vazgeçilmezdir.
Birinci kriteri tamamlayan, bir nevi onun mütemmim cüzü olan ikinci kriter ise her ferdin siyasî topluma eşit üye ya da eşit oranda ortak olma prensibidir. Bu prensip de çoğunlukların niteliği ve parlamentoların aritmetiği değişse de değiştirilemez, biri o ülkenin vatandaşı ise ve o ülke bir demokrasi ise, o kişi aynı zamanda eşit üyedir ve eşit söz hakkı ve eşit siyasî statüsü var demektir. Bu kişi ya da gruplar ne derece sayıca azınlıkta kalırsa kalsınlar, ne bugün ne de yarın öbür gün üyelikten atılamaz, eşit söz hakları ve eşit üyelikleri parlamentolarca dahi azaltılamaz, yokedilemez. Eşit ortaklık demek, ortak hayatlarını ve ortak yaşam alanlarını etkileyen, çocuklarının hayatını etkileyen kararları beraberce ve uzlaşma yoluyla alacakları anlamına gelir. Kimse birbirinin şiddetli itirazına rağmen ya da bir azınlığın özgürlük anlayışının yokedilmesi pahasına, ortak yaşam alanlarını etkileyecek, bazı kesimlerin eşit üyeliğinin ortadan kalkmasına ya da özgürlüklerinin daralmasına ya da fiiliyatta ortadan kalkmasına neden olacak kararlar alamaz ve uygulayamaz. Reelpolitikte tabii isterse böyle karar alır, uygular, ama yaptığı ne meşru olur ne de o rejime demokrasi diyebiliriz. Üstelik uluslararası hukuku da çiğnemiş olur. Dolayısıyla, başka ülkelerin ve ülkelerüstü siyasî birliklerin o duruma itiraz etme hakkı doğar.
Türkiye hiçbir zaman bu iki kriteri benimseyen bir ülke olamadı. Birgün demokratikleşecekse, bu iki prensibi hayata geçirmeye yaklaştığı ölçüde demokratikleşiyor diyeceğiz. Bu iki prensibe uymayan, onları es geçen yenilikleri ise demokratikleşme olarak nitelendiremeyeceğiz, bunlar “yeni düzenlemeler” adıyla anılabilir. Bu iki prensipten bizi şu an olduğumuzdan daha da uzaklaştıran yeni düzenlemelerse demokratikleşme spektrumundan çıkarak otoriterleşmenin spektrumuna atlamak olacaktır. Her halükârda, sadece üç olasılık var, ya yerimizde sayıyoruz, ya bazı açılardan daha da otoriterleşiyoruz, ya da bazı açılardan demokratikleşiyoruz. Bu olasılıklardan hangisinin, hangi konularda gerçekleşmekte olduğunu da spekülasyona imkân vermeden nesnel şekilde saptamak mümkün, herhangi bir konuda iki kriteri kurumsallaştırmaktan uzaklaşıyorsak kötüye gitme, aynı bırakıyorsak aynı kalma/değişmeme, çok daha kapsayıcı ve eşitlikçi hale getiriyorsak da demokratikleşmeye doğru bir irade sergiliyoruz demektir.
Paketin hazırlanış süreci
Paket hazırlanışı itibariyle demokrasinin vazgeçilmez iki kriterinden biri olan eşit üyelik - eşit söz hakkı prensibini çiğnemiş bulunuyor. Büyük bir gizlilik içinde, hakkında çelişkili ve çoğu sonunda gerçekleşmeyen bilgiler sızdırılarak, ama bildiğimiz kadarıyla kimseye doğrudan danışılmadan, başka vesilelerle danışılmış kesimlerin – örneğin “Akil İnsanlar”ın– hazırladığı kapsamlı raporlara başvurulmadan hazırlandı. Daha önemlisi, demokratikleşmeyi en büyük zaruret içersinde bekleyen etnik ve inanç –din ve mezhep farklılığı – inanma/inanmama bağlamında azınlıkta kalan ve demokratikleşmenin en fazla yarayacağı, toplumsal eşitsizliklerden en fazla zarar gören kadın, erkek, çalışan kesimlere, örgütlü topluma, bu kesimleri temsil eden siyasî partilere ve Meclis’e danışılmadan hazırlandı. Eşit üyelik ve eşit söz hakkı kriteri, yani herkesin hayatını ve ortak yaşam alanlarını etkileyecek kararların beraberce ve azınlıkların statülerinin eşitleştirilmesi yönünde işlemesi engellenmiş oldu. Bu kriter hazırlanış sürecinde ihlâl edildiğinden, paketin içeriğinden eşit söz hakkını, eşit siyasî statüyü olumlayan, bunu hayata geçirecek bir içerik çıkması daha baştan güçleşmiş oldu. Toplumda eşitsizliklerden en fazla pay alan kadınlar, Aleviler, Kürtler, Romanlar, LGBTT bireyler ve çalışan yoksul kesimin ihtiyaçlarına bakılmadan ve bu grupları temsil eden sivil toplum örgütlerinin fikrine başvurulmadan ve bu grupların yıllardır ifade ettiği talepler dikkate alınmadan oluştu paket.
Paketin içeriği
Paketin içeriğine baktığımızda, hakikaten de oluşturulma sürecindeki antidemokratik seyrin içeriğe yansıdığını görüyoruz. Saydığımız gruplar pakette ya hiç yok (Aleviler ve LGBTT bireyler pakette hiç olmayanlar) ya da adlarının geçmesi ya da onlara dolaylı şekilde değinilmesi, söz konusu grupların elzem ihtiyaçlarına karşılık gelecek şekilde olmamış, bu gruba da adı dolaylı geçen Kürtleri ve adı doğrudan geçip sadece kültürel çalışma malzemesi edilerek taltif edildiği düşünülen Romanları örnek verebiliriz. En bariz eksiklerden biri, Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekincenin kaldırılması yönünde partilerarası bir uzlaşma zemini olmasına rağmen, BDP ve CHP tarafından Meclis’e verilen önergeler bu zemini yaratmışken ve bu adım çözüm sürecine ciddi katkı sağlayabilecekken bu adımın atılmamış olması.
Paket açıklanırken önerilen düzenlemelerin bir kısmının Meclis’ten geçirilerek yasalaştırılacak olduğu, diğer bir kısmının ise Meclis’te tartışma fırsatı yaratılmadan yürütme erkinin tasarrufunda hayata geçirileceği dile getirildi. İki koşulda da sayısal çoğunluğu elde bulunduran partinin yetkiyi tek elde toplaması nedeniyle, paketin iki kısmının da kaderinin iki dudak arasında olduğunu ve ilan edilenin bağlayıcı bir tarafı olmadığını söylemek mümkün. Bu kötü bir haber. Bu esnada dile getirilen “Türkiye ya da millet buna hazır değil” söylemleri vesayetçi bir anlayışla daha uyumlu. Zira demokrasinin evrensel standartlarını ve eşit hak ve özgürlükleri istisnasız her kesime, her vatandaşa ayrımsız şekilde, hakça, eşitçe dağılımını güvence altına almak, bu ülkede bir siyasî erkin en kolay ve en başı dik savunabileceği bir eylemdir ve böyle bir irade olsa arkasında milyonları buluşturur. Bu böyle olmadı, evrensel standartların çok gerisinde kalındığı için de, paketin içerdiği yeni düzenlemelerin Meclis’te tartışılmadan geçecek olması büyük bir sorun. Detaylar önemlidir. Paket nasıl uygulanacağı belli olmayan ve nasıl uygulanacağına göre pekâlâ otoriterleşme yönünde evrilebilecek öğeler de taşıyor. Sorun bu paketle “ölümsüzlük iksiri ya da Kafdağı’nın ardındaki hazinenin” sunulmamış olması değil, sorun demokratikleşmeye dair somut, acilen gerekli ve rejimin eşit kapsayıcılığını arttırıcı adımların atılmamış olması, önerilen bazı yeni düzenlemelerin de Türkiye’nin diğer yasa ve uygulamalarıyla beraber işlediklerinde tam aksi istikamette sonuçlar doğurabileceği ihtimali.
Önce paketin olumlu sayılacak yanlarından bahsedelim. Yüzde 10 seçim barajı, demokratikleşmeye dair bir mesele olduğu ifade edilerek önümüze konuyor, seçim sistemi tartışmaya açılıyor gibi oluyor, ancak dayatılan seçeneklere bakınca tartışmanın başlamadan bitirilip bitirilmediği tartışmalı hale geliyor. Siyasî partilere devlet yardımının kapsamı genişliyor, yüzde 3 oy alan küçük partilerin de bundan faydalanmasının önü açılıyor. Bu olumlu, ama siyasî partiler yasası halen 12 Eylül rejiminden kalma, o yasayı değiştirmeden, bunu bir hedef olarak olsun telaffuz etmeden devlet yardımı konusunda bir çerçeve açmak, siyasî erki kısıtlayan bir adımdan ziyade onun “musluğun başında oturma” yönünü, yani patronun o olduğunu iyice vurguluyor. Meclis’ten geçirilmesi gereken çok gecikmiş, çok elzem ve çok daha kapsamlı olması gereken bir siyasî reformlar ve temel haklar bütünü, bir lütuf haline geriletiliyor ve paraya pula indirgeniyor.
Partilerin teşkilatlanmasında ilçede teşkilat kurmak için beldede teşkilatlanma zorunluluğu kalkıyor. Olumlu. Eş genel başkanlık yasal hale geliyor. Olumlu. Ama bu yasak idiyse BDP bunu yıllardır nasıl yürütüyordu? Üstelik BDP yıllardır bu kuralı kadın ve erkeğin eşit temsili perspektifinden bakarak ve örgütlenmesinin her aşamasında uyguluyor, ama paketten çıkan eşbaşkanlık sisteminin iki erkekli bir eşbaşkanlık olduğuna şüphe yok. Üstelik, bu model Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Başbakan olacak kişilerin güçlü, en azından güçlü bir Cumhurbaşkanını dengeleyici güçte olmasını engellemek üzere düşünülmüş olabilir mi? Siyasî partilere üyelik daha kolay hale getiriliyor, bu da 12 Eylül’ün ifade ve örgütlenme konusunda getirdiği kanunların toptan değişeceği bir siyasî reform paketinin cılız tek bir maddesi olabilecekken cımbızla seçilerek tek başına öne sürülüyor. Olumlu olabilecekken, ifade özgürlüğü ve parti içi demokrasinin olmadığı bir ortamda iyice liderler otokrasisine kadro yetiştirmeye de yarayabilir. Farklı dil ve lehçelerde siyasî propaganda imkânı ön seçim ve seçimlerde serbest hale geliyor ki, fiiliyatta bu engel zaten aşılmıştı. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu kurulacağının haberi veriliyor. Bu olumlu bir gelişme de olabilir, nasıl uygulanacağına bağlı olarak fiiliyatta çok daha başka sorunlar da yaratabilir. Bu madde çok netameli.
Klavyelere özgürlük (?) Dili, düşüncesi, söylemesi, yazması, basması, eylemesi yasak, ama klavye özgür? İnsansız demokrasiye doğru atılan bir adım adeta. Yine ifade ve örgütlenme konusundaki yasakların kaldırılmasının düşünülmediği bir ortamda, hatta demokrasi paketinden hemen sonra Polis Salahiyet Kanunu’nu iyice keyfî hale getiren kararlar alınmışken, tüm vatandaşlar resmen potansiyel suçlu ve hiçbir temel hakkı olmayan kişiler ilan edilmişken klavye özgürlüğü kötü bir şaka gibi geliyor kulağa.
Özel okullarda çocuğunu okutacak parası olanlara farklı dil ve lehçelerde eğitim imkânı tanınıyor. Bunun anadilde eğitim-öğretim hakkının kurumsallaşması yönünde atılmış, ama milliyetçi kesimleri ürkütmemeye çalışan bir ilk adım olması olasılığı dile getirildi, olumlu bir ilk adım olarak yaklaşılmaya çalışıldı. Neden bu maddenin şu haliyle temel haklar ve demokratikleşmenin ilk bağımsız kriteri, yani eşit hak ve özgürlükler açısından yeni bir sorun yarattığını aşağıda ifade etmeye çalışacağım.
1980 sonrası değişen köy isimleri eski haline dönebilecek. Olumlu. Neden yalnızca 1980 sonrası? Gerekçelendirilmiyor. Kişisel verilerin korunmasına dair bir güvenceden dem vuruluyor, her ifadenin terör kapsamında ele alınabildiği bir “salahiyet sonsuzluğu” rejiminde kişisel verinin korunması ne demek ve kime yarayacak? TMK gibi sonsuz esneklik taşıyan kanunlarla herkesin her an takip edildiği ve artık cürüm işlemesine de gerek olmaksızın içeri alınabildiği bir ortamda kişisel verilerin korunması ne anlama geliyor, şimdilik anlaşılmıyor.
Başörtülü kadınların devlet memuru olabilmesinin ve kamu hizmeti verebilmesinin önü açılıyor. Bu 11 yıldır hükümetten tabanının beklediği bir adım, neden bazı meslekler bunun kapsamı dışına alınıyor, gerekçesi nedir belli değil. Yarı olumlu. Kadın erkek eşitliğinin ve kadının her alanda eşit temsilinin artık telaffuz bile edilemediği, kadın kıyafetlerine getirilmiş kısa kol/kısa etek gibi bir dolu yasaklayıcı mevzuatın yürürlükte olduğu bir toplumda salt bu yeniliği getirmek ne anlama gelecek zaman gösterecek.
Kurban derisi bağışları serbest bırakılıyor. Her ne kadar bu serbesti bazı kesimlerde mutluluk yaratmış olsa da pratikte orduya bağışlanması da artık aynı kesimler için sorun olmayabilirdi, artık yeni bir TSK var. Yine de bunu bir ekonomik liberalizm adımı olarak yorumlamak mümkün, herkes bağışını nereye vereceğini kendi belirleyebilmeli; hiç şüphe yok.
Nevşehir Üniversitesi’ne Alevileri memnun etmesi umulan Hacı Bektaş-ı Veli ismi veriliyor. “Türk ırkının üstünlüğü”nden dem vuran ant kalkıyor. Olumlu. Mor Gabriel toprakları gerçek sahiplerine iade ediliyor, 2.5 milyarlık mülk azınlık mensubu hak sahiplerine iade edilecek deniyor. Çok olumlu. Roman meselesini kültür açısından çalışacak bir enstitü kuruluyor.
Bu maddelerin bir kısmı bu halleriyle sıralandığında net şekilde olumlu. Mesele maddelerin ne bağlamda, ne koşulda, ne kısıtla, kime ve ne sağladığını ve fiiliyatta neye dönüşeceğini düşündüğümüzde ortaya çıkıyor. Bazı maddeler mutlak şekilde olumlu, azınlık mülklerinin iadesi buna örnek, siyasî partilere devlet yardımının kapsamının genişletilmesi, üyeliğin kolaylaştırılması, teşkilatlanmanın kolaylaştırılması mutlak şekilde olumlu. Bunlar demokratikleşmeye hizmet edecek reform paketlerinin içinde olması gereken hak alanı açılımları.
Aynı maddelerin tekrar üstünden geçince şunu farkediyoruz: Yüzde 10 barajı tartışmaya açılmıyor “ya yüzde 10 barajına razı ol, ya da en fazla iktidarda olan partiye yarayacak ve fiiliyatta yüzde 50 oy alıp Meclis’in beşte üçüne sahip olacağımız iki alternatiften birini kabul et, sen bilirsin!” denmiş sanki. Diğer iki alternatifin mesela “gerrymandering” yani seçim bölgelerini kendi kazanabileceği şekilde bir mühendis titizliğiyle bölüp birleştirerek planlamak gibi marifetler eşliğinde uygulanabileceği düşünülürse, aklı olan çoğu kimsenin “yüzde 10 baraj bile bundan iyi” diyebileceği düşünülürse, bu da paketi hazırlayanca zaten öngörülüyorsa “yüzde 10 barajını bir milim indirmiyorum” denmiş oluyor olabilir mi?
Benzer bir sorun Ayrımcılıkla Mücadele ve Nefret Yasası Kurumu maddesinde göze çarpıyor, nefret suçları ancak ve ancak ifade özgürlüğünü sıfırlamamak, bu temel hakkın icrasını imkânsız kılıp anlamsızlaştırmamak kaydıyla ve en önemlisi azınlıkları koruma amacı taşıyarak tanımlanan suçlardır. Bu maddenin tanımlanışında sadece inancı olanlardan sözedilmesi, eski Türklüğe hakareti cezalandıran 301. maddenin bu kez Sünni İslam penceresinden yorumlanıp dine ilişkin her fikir ileri sürenin hapisle cezalandırılabileceği bir ortamı akla getiriyor. Bu ifade özgürlüğü konusunda zaten gidecek çok yolu olan toplumumuzu ileri götürecek olmaktan ziyade, iktidara beğenmediği her fikre kendi gitgide daralıp katılaşan ideolojisinin penceresinden yeni hapis cezaları verme keyfiyeti tanıyacak bir madde olabilir mi? Tüm dünyada ayrımcılık meselesi cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığı mutlaka en başta içerirken ve nefret suçları azınlıkları korumak için tanımlanmışken, bu haliyle nefret suçu yasasının dinî azınlıkları kollayacağı, mezhep açısından azınlıkta olanları koruyacağı, inanmayanların ifade özgürlüğünü koruyacağı ya da mesela LGBTT bireyleri koruyacağı çok şüpheli. Bu şekliyle, fiiliyatta içine Sünni İslam da konmuş ve hapis cezası ağırlaştırılmış bir 301. maddenin doğumuna tanıklık ediyorsak eğer, bu reformdan ziyade ciddi bir regresyon olur ve hiç olmaması çok daha iyidir.
Toplantı ve gösteriye dair madde en cimrice yazılmış maddelerden biri; düzenleme kurulu gibi bir kurum üretiliyor, her toplantı ve gösteri devletin sıkı kontrolünde olacak ya da hiç yapılmayacak. Bu madde nedense pek tartışılmadı, ama ciddi bir geri gidişin habercisi, varolan yasadan çok daha kötü, şu an yasa uygulanmıyor olsa da aslında gösteri ve yürüyüş için izin almak gerekmiyor. Yapılan engellemeler ise hukuksuzdu, bundan böyle yapılacak gösteriler ve toplantılar hukuksuz bir kanunsallığa da bağlanacak gibi duruyor.
Anadilde eğitim denemiyor, yerine “özel okullarda farklı lehçelerde, dillerde eğitime izin” deniyor. Anadilde eğitim öğretim bir insan hakkı, evrensel standartlarda bir hak, uluslararası hukukta yeri var. Hakkı tanımaksızın bir çeşit imtiyaz tanımlayıp özel okula çocuk gönderecek parası olana bu imtiyazı tanımak hakları genişletmek değil, aksine vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmak demek. Devlet parasız eğitim vermekle yükümlü, anadil eğitim öğretimi de imzacısı olduğumuz çoğu uluslararası metindeki bir insan hakkı. Temel hakkı sadece özel okula gidebilecek olana tanımak hem zengin ile yoksul arasında bir temel hak icrası ayrımı yarattığı için demokrasiden ziyade imtiyaz rejimi, yani oligarşi yaratıyor, hem de özel okulları kimin açabileceğine bakanlar kurulunun karar vereceği ilan edildiğine göre, ideolojisi ve sermayesiyle hükümete bağımlı bir Kürtçe eğitiminin sağlama alınabileceğinin haberini veriyor. Bakanlar kurulunun bu okulları neye göre onaylayıp reddedeceği şeffaf bir kıstasa bağlanmalıydı, oysa bir kıstas tanımlanmamış. Mesela, Diyarbakır/Amed belediyesi özel okul açsa, burs vererek hizmet verse, bakanlar kurulundan onay alıp almayacağı belirsiz.
Köy isimlerinin çoğu 1980 öncesi değiştirilmiş, 1980 sonrası için düşünülen reform çok da fazla değişiklik yapacak gibi durmuyor. Üstelik, neden 1980 öncesi değişen köy isimlerine dokunulmadığı da gerekçelendirilmiyor. Madde şu haliyle çok keyfî ya da en azından arkasında bir gerekçesi varsa da bu açıklanmadığı için şeffaf değil. Gerekçelendirilse tartışmaya da açılacak, demokratik tartışmanın önü yine kapatılıyor.
Cemevlerinin ibadethane statüsü hâlâ tanınmayan Alevilerin eşit din ve inanç özgürlüğüne kavuşamadığı, Madımak faillerinin terfi edebildiği, içinde insanlarla yakılan otelin bir utanç müzesi yapılamadığı bir ülkede, bir Anadolu kentindeki üniversitenin adının Alevilerde önemli yeri olan bir velinin adıyla değiştirilmesi en tuhaf maddelerin başında geliyor. Demokrasinin iki kriteriyle bakınca, ikisinde de ciddi temel hak ihlâli ve dışlanma sorunu yaşayan Alevilerin bu adımla yetinip “eşit din ve inanç özgürlüğüne kavuştuk, eşit vatandaşlığımız tanındı” demeleri imkânsız. Daha tuhafı da şu: Üniversiteler özerk olması gereken kurumlar, bir üniversitenin adı nasıl o üniversitenin yetkili komisyonlarına danışılmadan, o komisyonlarda tartışılmadan, tepeden değiştirilebilir?
Andın kalkması mutlak şekilde olumlu bir adım. Ant sonuçta, 1930’larda dünyada norm olan ırkçı ruhu ifade eden ve çokkültürlü bir toplumda okutulması düşünülemez olması gereken, herkes Türk olsaydı bile okunması illiberal ve evrensel olmaktan en uzak bir vatandaşlık eğitimi verildiğine işaret edecek bir uygulamaydı. Keşke zorunlu din dersleri de kaldırılsa; onun yerine sayıları çoğaltılıyor. Aynı eleştiriyi din dersleri için de yapabildiğimiz gün ırkçılıktan uzaklaşabildiğimizi söyleyebileceğiz, zorunlu din dersleri de “çokkültürlü bir toplumda okutulması düşünülemez olması gereken, herkes aynı şiddette Sünni Müslüman olsaydı bile devlet okulunda zorunlu okunması illiberal ve evrensel olmaktan en uzak bir eğitim verildiğine işaret edecek bir uygulama”.
Ruhban Okulu’ndan hâlâ bahsedilmiyor, Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi camii olarak faaliyet göstermeye başladı, sıra İstanbul’daki Ayasofya’ya gelecek gibi duruyor. Bunlar dururken, devletin el konmasına yıllarca göz yumduğu Mor Gabriel toprağını şimdi prim yapmak için geri vermekte olduğu gibi bir izlenim doğuyor. Bunlar eşit hak ve özgürlükler adına atılması gereken, yücegönüllülük filan ifade etmeyen, aksine geç kalmışlığın mahcubiyetiyle özürler eşliğinde ve gani gani atılması gereken adımlar. Dini bu kadar merkeze alan ve 11 yıldır iktidarda olan bir hükümetin inanç özgürlükleri konusunda bu kadar tektipçi davranıyor olması anlaşılır gibi değil.
Romanların etnik farklılıklarıyla örtüşen sınıfsal konumları itibariyle tarih boyunca içine hapsoldukları ekonomik işbölümünden isterlerse sıyrılmalarını sağlayacak, isterlerse başka iş ve meslekler edinmelerinin önünü açacak sosyal haklara ihtiyaçları; eşitliklerini değil de değişmez farklılıklarını vurgulama ihtimali daha fazla olan bir kültür enstitüsüne duydukları ihtiyaçtan kuşkusuz çok daha fazla. Müzik, dans, çiçekçilik, hasırcılık gibi uğraşlar başka çare olmadığı için icra edilen mesleklerse buna ne derece kültür denmeli düşünmek gerek. Başka meslekleri de isterlerse seçebilecekleri, okulu bırakıp çalışmak zorunda kalmadıkları, eğitime devam edebildikleri ve mesleklerden, kamu dairelerinden dışlanmadıkları ortamda Romanların kültürünü daha anlamlı şekilde tartışabiliriz.
Kadınlar ve LGBTT bireyler yaşam hakları bile halihazırda korunamayan ve ikisi beraber ele alındığında toplumun çoğunluğunu oluşturan bir nüfus. Kadınların eşitliği ve eşit temsiline dair tek bir söz yok. Başörtüsüne ilişkin açılım ancak başı açık olanları dışlamayacaksa bir açılım olur ve tabii ancak kadınların çalışmasına, siyasî kadrolara aday olmasına izin verilecekse anlamlı. Kadınların hayatın her alanında eşit temsilini ve eşit katılım hakkını garanti altına almaksızın hayata geçerse, örneğin istihdamda, hatta siyasî temsilde zerre kadar artışa sebep olmaması sakın kimseyi şaşırtmasın. Çalışan kesim de çok övünülen ekonomi alanındaki başarıları borçlu olduğumuz kesim; halen sosyal ve sendikal hakları yok. Bu kesimler hakkında bir cümle bile söylenmesi düşünülmemiş.
Demokrasinin iki bağımsız kriterini hayata geçirme perspektifinden bakıldığında cılız, hatta bazı maddelerinin nasıl uygulanacağına bağlı olarak demokratikleşme hedefinden toplumu uzaklaştırması da muhtemel gayet ikircikli bir paket var elimizde. Oysa hükümet bu iki demokrasi kriterini şüpheye mahal vermeyen bir netlikle kurumsallaştıran evrensel demokrasi standartlarında adımlar atsaydı, hem eşit vatandaşlığa ve eşit hak ve özgürlüklere ihtiyaç duyan kesimler, hem de tüm demokratlar bu adımın tartışmasız şekilde arkasında dururdu.
-------------------------------------------------------------------------
Ayşen Candaş
Doktorasını Columbia Üniversitesi’nin Siyasi Bilimler Bölümü’nde tamamlayan (2005) Yrd. Doç. Dr. Ayşen Candaş Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi. Ana araştırma alanları siyaset kuramı ve karşılaştırmalı siyaset olan Candaş’ın araştırma ve yayınlarının başlıca konuları ülkede kök salmış eşitsizlikler, temel haklar, anayasa hazırlama süreçleri ve demokratikleşmedir. Halihazırdaki ilgi alanı Türkiye’deki “özel” ve “kamusal” kavramları ile mahremiyet hakkıdır.