Sanatçılık böyle oluyor: taraf olacaksınız
İstanbul’un neredeyse öbür ucuna, Cumhuriyet Köyü’ne doğru yola çıkarken, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un uzun yıllar yaşadığı Berlin dönüşü “yeni” hayatını inşa edeceği, 1990’lardan bu yana hem atölye hem ev olan Böcek Evi’nin nasıl bir yer olduğunun merakı içindeyim. Aksoy’u biraz daha yakından tanımak için gazeteci Aydın Engin’in hazırladığı nehir söyleşi kitabı “Heykel Oburu – Mehmet Aksoy Anlatıyor”a başvurmuştum. Bu kitapta Aksoy Böcek Evi’ni şöyle anlatıyordu: “Biz Yayladağ’da tümmâhâ deriz. Siz bok böceği diyorsunuz. Tümmâhâ büyük olasılıkla Mısır’dan gelmiştir, yani Arapçadan. Aslında bok böceği. (…) Çünkü bu böcek tezeklerden yeni dünyalar yaratır, çöpe anlam kazandırır. Tezeklere dalar ve küçük küçük yuvarlaklar yapar. (...) Evi heykel gibi gördüm. Bu evde çizgiler birbirleriyle ilintili. Kapı alışıldık değil, değil mi? Forma uyduğu için öyle oldu. Uyarsa yapılır, uymazsa olmaz. İşte havuz ondan dolayı böyle çıktı. Yirmi tane havuz eskizi çizdim. Başlangıçta havuz böyle değildi. Çizdiklerimde hep beni rahatsız eden bir şey vardı. Mesele, seni rahatsız edenin üstüne gidebilmek. Ben giden bir adamım. Beni bir şey rahatsız etti mi, tam memnun değil miyim, araştırırım, çözüm ararım. Çözmeye çalışırım”.
Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü aşıp Polonezköy’e doğru ilerliyoruz. İstanbul’un ormanlarının birinde seyrederken şehrin nasıl el değiştirdiğinin bir kez daha farkına varıyorum. Biraz önce yanından geçtiğimiz Beykoz Konakları’nın yüksek güvenlikli duvarları ürkütüyor; taksici heyecanla Fenerbahçeli Alex’in de bir zamanlar burada oturduğunu anlatıyor. Biraz sonraysa, ormanın içine doğru ilerledikçe yapılan binaların sayısının gün geçtikçe arttığından, bu harika manzaranın ve doğanın nasıl katledildiğinden dem vuruyor taksici. Acar İnşaat’ın mahkemelik olan kimi boş yapılarını gösterip birçok alengirli vukuatıyla ünlü şirketin bu arazilere sahip olurken nasıl karanlık yollara girdiğinin de altını çiziyor. Yine de İstanbul’da hâlâ böylesine güzel bir ormanı, yol kenarında orman meyveleri satan İstanbul köylüsünü görmek insanı şaşırtıyor. Bol oksijeni içime çekip içinde kilise ve cami barındıran Polonezköy’ü ardımızda bırakıyor ve Böcek Ev’e ulaşıyoruz. Bu evin katakulliyle işi yok, doğanın bir parçası olma iddiasının hakkını sonuna kadar veriyor. Sonradan böceğin arka bacağı olduğunu anladığım dev vinçle karşılaşıyorum önce, vincin üzerinde yazılı olan ve Mehmet Aksoy’un hayata yaklaşımını da ele veren şu sözler dikkatimi çekiyor: “Taş taşırım, laf taşımam.” “Heykel Oburu”nda anlattıkları yeniden aklıma düşüyor: “Böyle yuvarlak mimariye girince, yani tonoz yapınca, üç tonozu iç içe sokunca bir böcek çıkar diyorsun. Bunun bir böcek olduğunu düşündün mü, ‘Hani bunun ayakları’ diyorsun. İşte vinç. Vinç de bunun arka ayakları olsun. Vahşi bir durum olsun. Vahşi ama dürüst, özü sözü bir. Boşuna yazılmadı o yazı vincin üstüne. Ne diyor orada vinç? Taş taşırım, laf taşımam. Taş taşır o. Nice laflar da duyar ama, hiç laf taşımaz...”
“Kütleyi değil, ışığı yontuyoruz”
Böcek Ev sadece bir ev değil, bir müzeyi de andırıyor. Bu ev bir cam küre. Adeta gözleri var. Eve girdiğiniz anda, Mehmet Aksoy retrospektifinin içine, yani sanatçının tam 50 yıllık sanat üretimini kapsayan bir galeri alanına da dahil oluyorsunuz. Rahat bir kanepeye kendinizi bıraktığınız anda ormanın içinden eve sızan saka kuşlarının cıvıltısı kulağınıza gelip yerleşiyor. Böcek Evi’nin manzarası orman. Yeşilin her tonu güneş döndükçe değişim geçiriyor... Bu manzarayı karşımıza alıyor ve Mehmet Aksoy’la sohbetimize başlıyoruz. Ortak bir dostumuz olduğunu fark edince muhabbete heyecanlarımızdan başlıyoruz. İlk soru da haliyle kendini dayatıyor, Mehmet Aksoy’a “Bugünlerde yeni bir heyecan, yeni bir çalışmanız var mı” diye soruyorum. Sanatçı söze şöyle başlıyor: “Heykelin ilhamı kimi zaman birbirinin önüne geçen heyecanların peşisıra önüne serilmesidir. Son zamanlarda camlara taktım. Mermer ve cam ilişkisi enteresan; birisi sert, saydam, öteki sert ama saydam değil, biri ışığı çok güzel yansıtır, öteki içine alır, materyalin kendisinde bir takım terslikler var, illüzyonlar yaratmak için çok elverişli bir malzeme. Biz de hayatta formlarla bir illüzyon yaratmaya çalışıyoruz. Mermer belli bir kalınlıkta ışığı geçiriyor, ışığı içine alıp dışarı veriyor. Bunu çok kullanıyorum” diyor ve 1999 yılında kaybettiğimiz büyük şair Can Yücel’in Datça’daki mezarı için yaptığı, “Işık Heykelleri Serisi”nin de ilki olan heykeli anlatmaya başlıyor: “Büyük bir şair, büyümüş, kocaman bir adam, sakallı bir herif, ama bir çocuk aslında. Akıllı, birkaç dil bilir, lafları gediğine oturtur, ama bakıyorsun, gerisinde bir çocuk var. Saf, temiz, doğru, duygusal. E bu adamın heykelini nasıl yaparsın? Üstelik şair. Yuvarlak bir taşın içine iki taraftan mermeri azalttım, bir santime yarım santime geldi mermer, ışığı çok iyi geçiren bir Afyon mermeriydi. Işıkla anne karnında bir çocuk yaptım. Işık vurduğunda çocuk ortaya çıkıyor. Işıktan bir çocuk. Anne rahmindeymiş gibi. Onu bir suya bağladım. O su döndü. Hayat, ölüm, doğum, çocukluk, güneş... Aslında bakıldığında rölyef gibi gözüküyor, ama güneş heykelin arkasına geldiğinde ışıktan bir çocuk çıkıyor. Bu bir illüzyondur işte...”
Mehmet Aksoy ve ışık: Bu ikisi birbirinin içine geçmiş adeta. Ömrünün 50 yılını heykel sanatı icrasına adayan Mehmet Aksoy “Kütleyi değil, ışığı yontuyoruz” diyor. Tıpkı Can Yücel’in mezarına dikilen o ışık çocuk tasvirinde olduğu gibi, içerikle, içeriğe yeni bir form verme gayretiyle, taşın farklı içeriğini gösterme kudretiyle örüyor heykelini. Işığın sanatında yarattığı formu anlatmaya devam ediyor: “Benim için formlar ışığı taşıyan satıhlardır. Işığın üstünde gezindiği yerleri, o gezintiyi kontrol etmen gerekiyor, dolayısıyla ışığı kontrol etmen gerekir. Oraya tak diye katı bir form koyarsın mesela, orada öyle kalır, mermerin yansıttığı gibi yansıtmaz, demir-mermer ilişkisi de öyle bir şeydir. O farklı yansıtmalar materyalden gelir. Yenilik içerikten doğar.”
Bu son cümleyi bir de şöyle soralım: Mehmet Aksoy nasıl, nerede doğdu? Yıl 1939. Antakya’da bir dağ, Keldağ’ın eteklerindeki bir Ermeni kasabasında, Kesap’ta doğuyor. Babası Türkmen. “Heykel Oburu”na dönelim: “Hatay’ın ilhakından önce babam Kesap’ta jandarmaymış. İşte ben orada doğmuşum. Sülalenin yarısı zaten Suriye’de kaldı. Suriye’nin kuzeyindeki Türkmenler bizim akrabalar. Türkmeniz biz. (...) Bir Ermeni ebesinin eline doğuyorum.” Aksoy bir yaşına girmiştir ki, 1940’ta Hatay Türkiye Cumhuriyeti devletine katılır. Aile de Kesap’tan Yayladağ’a döner. Babası jandarmalığı bırakır ve gardiyanlığa başlar. Mehmet Aksoy, yedi çocuklu ailenin en büyüğü. Altı kardeşi de eline doğmuş. Ama ne zaman ki okula başlamış, işte o zaman hayatı değişmiş. Yayladağ’ın tek ilkokulu olan Yavuz Selim İlkokulu’na başlamış. Hayatı boyunca adını andığı kadınla, Nazmiye Öğretmen’le de yedi yaşında tanışmış. Nazmiye Öğretmen’in yaptığı ilk dersi hatırlamıyor, ama resim dersi bugün gibi aklında, yıllar sonra o anları “Heykel Oburu”nda anlatacak sanatçı: “Resim dersini çok bariz hatırlıyorum. Dışarı çıkardı hoca bizi. Hava güzel, güneşli, kuşlar cıvıldıyor. Dedi ki ‘resim yapın’. İyi de ne resmi yapacağız? Neyi isterseniz yapın. Serbest. (...) Elimizde kurşunkalem. Kurşunkalemin kokusunu bile hatırlıyorum. (...) Resim yapın, dedi. Kuş... Kuşları iyi tanıyorum ya. Kuşların peşinde koşuyorum hep. İşte sapanım var. (...) Çizdim kuşu, ama şöyle detaylarıyla. Kanadının telekleri falan... Tek bir kuş çizdim. Ama renk yerine gölge mölge çizgileri hatırlıyorum.” Daha küçük yaşında ressam olmaya karar verir. Akademi diye bir yerin varlığını Nazmiye Öğretmen aklına sokmuştur bir kere. Tarsus’ta ortaokula başladığında bu kez heykelle de tanışır. Resim-iş dersinde Aksoy’un eline çamur ve alçı verilir, ilk heykeli bir ceylan olacaktır. Aynı zamanda resim derslerinin de bir numarasıdır. Lisede öğretmen okuluna girer. Gaziantep Öğretmen Okulu’nda okuduğu bir yılın ardından yaz tatiline çıkar, o tarihlerde karneler eve postalanıyordur. Karne eve gelir, derslerden geçmiştir, ama öğretmenler kurulu öğretmen olamayacağına karar verir. Gerekçe, disiplinsiz ve dikbaşlı oluşudur. Okuldan ayrılır ve Antakya Lisesi’ne kaydolur. Karma eğitimin verildiği lisede dönemin modasının takip edildiği, Mehmet Aksoy’un saçlarıyla James Dean havası taşıdığı dönemin bazı fotoğraflarında dahi kendini ele verir. Lise biter. Her üniversitenin kendi sınavını yaptığı yıllardır. Mehmet Aksoy kafaya koymuştur, Akademi’ye girecektir. Babası “hukuk mu okusan” dese de o kararını vermiştir. Yayladağ’ından İstanbul’a doğru yola çıkar.
Daha liseden tescillenmiş bir dikbaşlılık söz konusuyken, 1960’ların başında Yayladağlı genç adam Akademi’de resim okuyacağını zanneder, ama hocası heykel sanatçısı Şadi Çalık onu heykele yönlendirecek, hatta “baskı” yapacaktır. Hadi Bara’nın emekliliğinin ardından Şadi Çalık atölyesinin ilk öğrencilerinden biri olur Aksoy. Kaldırım taşları altındaki plajları keşfedecek 68 rüzgarı kendini iyiden iyiye gösterirken, Mehmet Aksoy da siyasetin kuşatıcı etkilerini hayatında hissetmeye başlar: “İstanbul’a ilk geldiğimde siyasal ortamı kavrayamıyordum. Liseden yeni çıkmışım. 1963’te Nâzım Hikmet öldü, onu bile tanımıyorum. Okulda bir matem var, ama gizli. İnsanlar birbirinin kulağına Nâzım şiirleri fısıldıyor. Sonradan Nâzım kimdir diye ilgilenmeye başlıyorum ki, hayran oluyorum. Öğretici bir dönem. Dev-Genç hareketi var, onun içindeyiz. Yürüyüşlere katılıyorum artık. Amerikan 6. Filosu Boğaz’a demirlemiş, canımız sıkılıyor”. 2013 Gezi Direnişi’ne de atıfta bulunarak o günlerden bir anısını şöyle anlatıyor Aksoy: “İstanbul Boğazı kapandı. Amerikalı denizcilere mürekkep atıyoruz. Yazılamalar yapıyoruz. Dolmabahçe, Bezmialem Camii’nin daha o günlerden devrimci bir duruşu hep olmuş baksana. ‘64 yılında Amerikan botu Dolmabahçe Camii’nin kıyısında batırıldı. Bugün Gezi Direnişi’ndeki ruh var ya, o zaman da vardı. 6. Filo emperyalist bir güç. Türkiye üslerle donatılmış, 101 Amerikan üssü var, söylüyoruz, kimse inanmıyor. Onun için çocuklar daha sonra Amerikan askerlerini kaçırdılar...”
Bir yandan okulu bitirir heykel öğrencisi Mehmet Aksoy. Sanatı da hayat gibi algıladığı için, hayat ne kadar zenginse sanatın da o kadar zenginleşiyor diyor. Devlet bursuyla önce Londra’ya gider, kavramsal sanatın hakimiyeti altındaki Londra’dan hazzetmez ve rotasını Berlin’e çevirir. Hochschule der Künste’de okumaya başlar. Bu ikinci master eğitimidir. Eğitiminin merkezinde mimarî vardır, ama disiplinlerarası bir esasla işlemektedir müfredat. Sanat ve şehir ilişkisi üzerine eğilen bu eğitim, binalarda sanatın kullanımında ne gibi çözümler getirebileceğinin arayışını sunar. Bu arada yıl 1972 olmuştur; hayatının belli dönemlerinde Türkiye-Berlin arasında gidip gelse de, 1990’a kadar Mehmet Aksoy’un yaşayacağı adres bellidir: Berlin. 2009’da lebriz.com adlı sitenin yaptığı uzun söyleşide Berlin yıllarını şöyle anlatır Mehmet Aksoy: “Berlin’deki eğitim süreci teori konusundaki boşlukları çok rahat görebilmemi sağladı; çünkü hem resim ve heykeli savunanlar vardı hem de kavramsalı savunanlar. Orada her şeyin çok net ayrımına vardım, aynı şekilde dünyanın da; çünkü bir tarafta kapitalist sistem var, bir tarafta sosyalist sistem, aynı olayı iki tarafın ne şekilde yorumladığını çok rahat görüyorsunuz. Sanatçılık da böyle oluyor, taraf olacaksınız, kafanız dolu olacak ve bana göre böyle diyeceksiniz.”
“İnsana Dair”
1960’larda ürkek bir tanışmayla başlayan ve büyük bir hayranlığa dönüşen Nâzım Hikmet sevgisi, Mehmet Aksoy’u “şiirli” bir heykeltıraş haline getirecektir. Sanatının bazı kavşak noktalarında Nâzım ona “el” verecek ve o da yaptığı heykellerde bu hayranlığı anıtlara dönüştürecektir. “Heykel Oburu”nda anlatıyor Aksoy: “Nâzım beni çok itmiştir heykel formuna. ‘İnsana Dair’ şiiri, benim ‘İşsiz’ heykelini yapmama yol açtı. Ebelik etti...” Bu heykelde de bir el formu karşımıza çıkar. Mehmet Aksoy için el her zaman kuvvetli bir imge oluşturur. “İşsiz” heykelindeki elleri için şöyle der mesela: “O şiirde elleri böyle meyve dolu bir ağaca benzetmesi, ama kafanın ve bilincin yetersizliği, kendi bedenine, kendi gücüne sahip çıkamaması gibi anladım şiiri. İnsanın bilinçlenme süreciymiş gibi yorumladım onu ve ellerinin meyve dolu bir ağaç gibi olması, o imaj beni heykele götürdü. O heykeldeki eller çok güzeldir. Adamın elleri, o damarlar, o can, o hayat, o dinamizm. Ellerdeki o güç ve buna karşılık kafadaki embriyo hali. Kafayla, yani bilinçle ellerin çelişkisi...”
İnsanlık Anıtı
Eller... 2011’de yıkılacak olan “İnsanlık Anıtı”nın içinde de el formu kendine yer bulur. Bu heykelin macerası 2004’te başlar. Dönemin Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu Ermenilerin soykırım anıtlarına karşı anıt yaptırmak ister. Ermeni olaylarının iki ülke arasında kan davası gibi görülmesi ve o soykırım anıtlarının aradaki gerilimi, düşmanlığı körüklediği düşünülür. Yapılacak anıtın da buna karşı bir duruşu olması istenir. “İnsanlık Anıtı”nı düşünmeye nasıl başladığını anlatıyor sanatçı: “Peki Kars nasıl bir yer? Hangi mekâna ne yapıyorsanız oradan başlarsınız. Bu mekân nelere şahit oldu, neleri yaşadı? Şimdi nasıl? Ben buraya ne yaparım da, bu mekânın tarihiyle, geçmişiyle, hafızasıyla nasıl oynarım, nasıl onu dışarı çıkartabilirim endişesiyle başlıyor. Oradan da baktığın zaman her yirmi yılda bir, 1800’lerden itibaren savaş görmüş Kars. Bu savaşlarda çok insanlar ölmüş, kaybedilmiş, 1900’lerin başında Sarıkamış Olayı yaşanmış ve 90 bin insan donarak ölmüş. Böyle bir tarih, bunlara şahit olan bir mekân. Ben de dedim ki, burada savaş karşıtı bir anıt yapmak, burada savaşları reddetmek gerekir. O andan itibaren de savaş nedir sorusunu sormaya başlıyorsunuz. Bakıyorsun ki savaş psikolojisi diye bir şey var. Ölme, öldürme içgüdüsü başlıyor çalışmaya. İnsanlar en vahşi hallerini orada alıyorlar. İstediğin kadar ilerle, aya çık, Mars’a git, hiç fark etmiyor, savaş insanı vahşileştiriyor. Savaş insanî değildir, öldürmek için yaşarsın. Eğer insanlık için bir adım atmak isteniyorsa savaşların olmaması gerekiyor, savaşı reddetmek gerekiyor. Savaş kardeşi kardeşe düşman eder.”
Savaşı reddeden sanatçı, insanı ortadan ikiye bölen, karşı karşıya konmuş, kendi kendine karşı olmuş gibi kurgular heykelini. Her şeyi gören, hafızasında saklayan insanı da bir vicdan olarak anlatmak istediği için göz, o gözün ucuna da gözyaşları nakşeder. Bir tepenin üzerine dikilecektir “İnsanlık Anıtı”. Mehmet Aksoy yer seçimini anlatırken, heykelin yaşadığı kadersizliğe bağlanıyor: “Şehirden algılanması gerekiyor, oraya geldiğinde kaleyle karşılaşıyorsun, arkasında dağlar var… Oraya yeni bir mekân duygusu katabilmek de bir sorun, o sorunu da boyutlarla, hacimle aşabilirsin. Kars’ta mekânla, şehirle, coğrafyayla, topografyayla heykelimin çok iyi anlaştığını düşünüyorum. Çok etkili oldu, ondan da göze battı zaten, daha bitmemiş bir heykel, yarım bir heykel emirle yıktırıldı. Başbakanın ‘ucube’ demesi, ‘bir daha geldiğimde bunu görmeyeceğim’ demesi işi bitirdi.”
Başbakan Erdoğan’ın Kars’a yaptığı bir ziyaret sırasında “İnsanlık Anıtı”na “ucube” demesiyle başlayan tartışma bir yıkımın da startını verir. Kuvvetli bir destek kampanyası yürütülmesi, sanatçıların, Kars halkının Mehmet Aksoy’u ve “İnsanlık Anıtı”nı sahiplenmesi de, sanatçının verdiği hukuk mücadelesinin dönüştüğü “hukuksuzluk” da “İnsanlık Anıtı”nı “kurtaramadı”. Heykelin yıkımı 2011’de gerçekleşti. Express Dergisi’nin 119. sayısında Şahan Nuhoğlu’nun “Heykele Kaz Kalmak” başlıklı yazı heykelin yıkım sürecini gözler önüne seriyordu. Aynı yazıda Mehmet Aksoy heykelinin başına gelenleri anlatıyordu: “(...) Koruma Kurulu’nun ‘burası uygundur’ raporu var. Belediye meclisinin kararı var. Sonra politikaları karıştırdılar. Kaçak iş yapıyor konumuna düşüyorum. Artık bunun telif hakları devreye girer. Yıkamazsın. Benden müsaade alman gerekiyor. Ama ‘kütle’ diyor adam. Heykel demeye korkuyor. Ruhsatsız inşaat muamelesi yapıyor. Heykel demeyince, heykel heykellikten vazgeçecek mi? Bir sözü var, korkuyorlar bu sözden. Heykel bitseydi, anlaşılması için daha çok ipucu verecektik. Göz ve gözyaşı olacaktı; onun üstünden yükselen, birbirinden ayrılmış, birbirinin tıpkısı iki figür. Ortada, organik bir formda uzanan bir el. Tek beden ikiye bölünmüş. Bir yüzleşmeden çok, insanın kendi kendine düşman edilmesini düşünmüştüm ilk. Heykelin zaman içinde bilince, tecrübeye göre anlamları çoğalır.”
Yıl 2013. “İnsanlık Anıtı”nın başı koparılalı iki yıl oluyor. Bahar ayları kendini yaz mevsimine kaptıracakken yine bir yıkım söz konusudur, yine Erdoğan’ın “isteği”yle yapılacak olan Topçu Kışlası inşaatının başlaması gerekmekte, Gezi Parkı’na müdahale hazırlıkları başlamaktadır. “Üç-beş ağacı” yıktırmam diyen halk bir direnişe girişir, Gezi Parkı’nı vermez, sonra olanlar olur... Türkiye toplumu müthiş bir “uyanış”a tanık olur: Gezi Direnişi. Siyasetin dili sanatın diliyle buluşur, İstanbul, Türkiye sokakları bienalleri aratmayan, hatta bienaller üstü bir yaratıcılığa kavuşur. İşte, bu uyanışın yitip gitmeyeceğini tümüyle idrak ettiğimiz, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı günlerde buluştuk Mehmet Aksoy’la, sanatın ölümsüzlüğünü ışık formlarının içine yontan bu heykel oburu ihtiyar delikanlıyla, Gezi Direnişi’nin hayatımıza yeniden kazandırdığı umutla sanat-hayat çizgisinde ilerledik...
---------------------------------------------------------------------
Mehmet Aksoy
1939’da Hatay’da doğdu. 1960’ta İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi, Sadi Çalık heykel atölyesinden mezun oldu. Uzun süren Londra ve Berlin durakları boyunca heykel sanatını şekillendirdi. Onlarca sergi açtı. Sayısız ödül kazandı. 1990’ların başında Türkiye’ye döndü, İstanbul Polonezköy’e yerleşti. Kendi tasarımı Böcek Ev’de yaşamını sürdürüyor. Elli yıldır yontuyor.
Ayşegül Oğuz
1983 İstanbul doğumlu. 2003’ten bu yana muhabirlik yapıyor. Express, Bir+Bir dergilerinde çalışıyor. İstanbul Bilgi Üniversite Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi son sınıf öğrencisi.