Zapatistalar gibi bir yürüyüş - Yayınlar

İrfan Aktan

25-26 Mayıs’ta Ankara’da düzenlenen Demokrasi ve Barış Konferansı’nda AKP ile ilişkilere dair eleştiriler üzerine, “AKP sanki sonsuza kadar iktidarda kalacak gibi değerlendirme yapmamalıyız. Sonuçta, AKP gidicidir, bizim birlikte sistemi değiştirmemiz gerekiyor” demiştiniz. Konferansın hemen ardından Gezi direnişi meydana geldi. Bu perspektiften Gezi direnişini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sebahat Tuncel: AKP’yi sürekli iktidarda görmek, sol-sosyalist mücadeleyi hep muhalefet içinde tutmak, sadece karşıtlık üzerinden politika yapmak sorunlu bir durum. Gerçekten demokratik, özgürlükçü, kadın özgürlüğüne dayanan, ekolojik bir toplum istiyorsak, ki Gezi direnişi tam da bu talepler üzerinden patlak verdi, örgütlü mücadeleyi yükseltmek ve bunun içinde yer almak durumundayız. Aslında, böyle büyük bir sosyal patlamayı öngöremezdim. Ama halk arasında çok çalışma yürüttüğümüz için baskıcı ve otoriter rejime karşı halkta ciddi bir öfke biriktiğini görüyorduk. Ortadoğu’daki değişim sürecinin özünde de iktidarların halkın görüş ve önerilerini dikkate almayan, kendi ideolojik yaklaşımını empoze eden, baskıcı, otoriter, ulus-devletçi politikalarına karşı bir tepki var. Türkiye’de de bunun emareleri vardı. Kürdistan’da benzer serhildanlar çok yaşandı, ama Türkiye cephesinde ilk kez bu kadar büyük ve uzun soluklu bir halk hareketiyle karşılaştık.

Gezi’nin yarattığı rüzgâr sizce önümüzdeki dönemde nasıl bir tesir yaratır?
Önümüzdeki dönemde benzer sosyal hareketlerin ortaya çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum, çünkü insanların öfkesini, tepkisini, adalet ve özgürlük taleplerini karşılayabilecek herhangi bir adım henüz atılmadı. Bu talepler karşılanmadığı sürece, direniş daha örgütlü bir halk hareketine dönüşebilir. Bence Gezi direnişinin bir zaafı öncüsünün olmayışı. Herkes oradaydı, kadınlar, gençler, taraftarlar, Aleviler, Kürtler... Ama herkes kendi isyanını alıp gelmişti Gezi’ye, hareketin bir öncüsü yoktu. Dolayısıyla, birçok kesim direnişi kendi perspektifinden yorumladı. Herkes kendini var etme, ortaya çıkan halk hareketini kendi lehine değerlendirme yaklaşımındaydı. Böyle güçlü bir halk hareketine öncülük yapabilecek bir güç ortaya çıkmadı.
Zaaf olarak gördüğünüz “öncüsüzlük” bir olanak olarak da değerlendirilebiliyor. Gezi’de çok farklı kesimlerin bir araya gelebilmesinde direnişin öncüsünün olmamasının da payı yok mu?
Doğru, bu boyut da var. Gezi’de Türkiye’deki geleneksel siyaset yapma tarzını yerle bir eden bir süreç yaşandı. İktidara da, muhalefete de, parlamento içi ve dışı siyasî partilere de artık klasik siyaset tarzıyla bu süreci götüremeyecekleri mesajı verildi. Halk “beni dikkate almıyorsan, ben de yokum” diyor. Bu demokrasi açısından çok önemli bir kazanım. Özellikle park boşaltıldıktan sonra ortaya çıkan forumlar, forumlardaki tartışmalar katılımcı demokrasi açısından önemli bir olanak sundu. İkinci olarak, Gezi direnişinde 12 Eylül askerî darbesinin üzerimizden silindir gibi geçtiğini, gençliği apolitikleştirdiğini, sistem-içileştirdiğini iddia eden anlayış da yerle bir oldu. Gençlik artık eskisi gibi kontrol altına alınabilen, merkezde üretilen politikalara evet diyen bir kesim değil, artık “hayır!” diyor, itiraz ediyor.

Bir arkadaşımız Gezi protestoları sırasında, “12 Eylül şimdi bitti” demişti…

Bu önemli bir tespit, hakikaten de 12 Eylül’ün baskıcı ve merkezci anlayışı yerle bir oldu. Ayrıca, kadınlar Gezi direnişine çok yoğun katıldı ve hükümetin cinsiyetçi beden politikalarına hayır dediler. Kadınların kaç çocuk yapacağından tutalım da nasıl bir toplumsal yapı içinde şekilleneceğine kadar, hükümetin sistematik olarak ürettiği erkek egemen yaklaşıma karşı güçlü bir ses çıkardılar. Bir de, Türkiye’nin batısı Kürdistan’da yaşananlara dair “acaba bugüne kadar yanlış mı bilgilendirildik, bildiğimiz doğrular yanlış mıydı” diye sormaya başladı. Yıllardır Kürt sorunu konusunda kör, sağır, dilsizi oynayan, yani devletin ideolojik propagandası altında kalarak milliyetçileşen halk açısından yeni bir sorgulamanın başlangıcı bu. Sonuçta, Gezi direnişi çok önemli bir kazanım oldu ve buradan doğru bir öncülüğün ortaya çıkması muazzam bir olanağı da içinde barındırıyor.
Kürt meselesiyle ilgili hükümetin oluşturduğu “akîl insanlar heyeti”nin esas amacı belli kesimleri “çözüme” ikna etmek olarak görünüyordu. Fakat, sizin de değindiğiniz gibi, Gezi’deki karşılaşma Kürt sorununun çözümüne karşı duran kesimler açısından da öğretici oldu. Gezi direnişinin bu açıdan çözüm sürecini kolaylaştırdığı söylenebilir mi?
Müzakere sürecinin başlamış olması Gezi direnişinin de ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. Bu isyanın daha önce başlamamış olmasına bu bağlamda bakmak lâzım, çünkü insanların tepki gösterdiği bu politikalar yeni değil, AKP 12 yıldır iktidarda. Barışın toplumsallaşması meselesi çok önemli. Sürecin devletle PKK arasındaki müzakereden çok, devletle tüm Türkiye halkları arasında bir müzakereye dönüşmesi gerekir. Bu müzakere süreci sadece Kürt sorununu çözmeyecek, aynı zamanda Türkiye’yi demokratikleştirecek. Gezi, anti-demokratik uygulamaların son bulması için nelerin olması gerektiğini de gösterdi: Adalet, özgürlük, demokrasi, kadın özgürlüğü talepleri, LGBT bireylerin kimlik mücadelesinin kabul edilmesi, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin anlaşılması, diğer halkların kendilerini özgürce var edebilmesi… Daha çok özgürlük meselesi ortaya çıkıyor, bu aslında toplumsal müzakerenin de konusu. Müzakere süreciyle Gezi direnişini birbirinden koparmamak gerek. Gezi’deki isyanı başka noktalara evriltmek isteyenler de oldu. Ama başarılı olamadılar. Gezi’de sokağa çıkan insanların birçoğu ulusalcı-milliyetçi-militarist politikaların bombardımanı altında kalmış, yaşanan gerçeklere karşı gözlerine perde indirilmiş durumdaydı. İnsanlar belki de ilk kez Kürtlerle karşılaştılar. Barikatlarda yan yana durdular. Bu tabii ki kolay olmadı. Bu bombardıman altındaki insanların birçoğunun Kürtlerin hak ve özgürlükleri konusunda ne kadar bilgisiz olduğunu gördük. Yıllarca Kürtler hakkında “bunlar bölücü, cahil, feodal, geri” gibi devletin ürettiği perspektiften beslendiklerini gördük. Bunun değişip dönüşmesi çok kolay değil. Gezi bunun aşılması için bir zemin sundu. Çözdü demiyorum tabii, ama insanların medyanın tutumunu, gündüz yaşadıklarıyla akşam evde televizyonlarda verilenler arasındaki uçurumu görmesi ve “bugüne kadar seyrettiklerimiz de belki gerçek değildi” diye düşünmeye başlaması önemli. Medeni Yıldırım’ın katledilmesinde bunu çok net gördük. İlk tepkiyi İstanbul’un vermesi çok anlamlıydı. Bu, milliyetçi, şovenist, ırkçı perdenin halkın üzerinden kalktığını gösteriyor. Ama tabii ki, “Türkiye tamamen değişti, artık bambaşka bir atmosfer olacak” denemez. Bunun gerçek olabilmesi için örgütlü mücadele gerekiyor. Gezi ile gelişen halk ayaklanmasını büyük bir kazanca dönüştürebilmek için bu tepkiyi doğru okumak, sürece doğru öncülük etmek, öne çıkan kesimlerle güçlü bir bağ kurmak, doğru bir örgütsel model üretebilmek gerekiyor.
HDK fikri ile Gezi ayaklanması birbiriyle örtüşmesine rağmen, Gezi direnişinin özellikle ilk günlerinde HDK’nin direnişe pek dâhil olmadığı eleştirileri dile getirildi. Siz HDK olarak böyle bir özeleştiri yapıyor musunuz?
Evet, HDK fikri tam da Gezi direnişiydi. Direnişten sonra ortaya çıkan katılımcı demokrasi diye ifade ettiğimiz forumlarda gördüğümüz şey demokrasi kültürüydü. HDK fikrini tam da böyle tartışmıştık. Ne yazık ki, bu fikre göre kendimizi konumlandırma, örgütleme, öncülük etme konusunda yeterince organize olamadık. Bunun özeleştirisini vermek gerekiyor. HDK fikrinin kendisi bizden daha ileri bir noktadaydı. İlk dönemdeki heyecanı devam ettiriyor olsaydık, Gezi’de çok daha güçlü, örgütlü bir hareket ortaya çıkarabilirdik. Diğer yandan, Gezi direnişinin ilk gününden itibaren HDK’nin bütün bileşenleri oradaydı. Ama HDK ancak beş-altı gün sonra bir bütün olarak hareket etmeye başladı. Burada şunun özeleştirisini vermek gerekiyor: Gezi’yi herkes kendi durduğu noktadan tanımladı. Direnişin nereye gideceğini öngörememekle de alakalı bu durum. HDK belki geç müdahil oldu, ama ortaya çıkan durum örgütsel bir yapının, bir partinin denetiminde olacak gibi de değildi, çok farklı, normal koşullarda yan yana durmayacağımız kesimler vardı. Biz ancak demokrasiden, özgürlüklerden, kadın özgürlüğünden, ekolojik toplumdan yana olan kişilerle yan yana durup onlara öncülük yapabilirdik. Tüm alana öncülük etmek gerçekçi olmazdı. HDK bu süreci doğru değerlendirirse, halkın itiraz ve taleplerine denk düşecek bir örgütlenmeye dönüşürse, kazanır. Bunu Ortadoğu’da da gördük, kim örgütlüyse o kazanır.
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “Gezi direnişine destek veriyoruz, ama ırkçı, ulusalcı, faşist gruplarla yan yana olmayız” beyanatı tartışma konusu oldu. Ayrıca, Diyarbakır, Hakkâri gibi yerlerde de pek çok kişi açıkça Gezi direnişinin müzakere sürecini sekteye uğratmasından çekindiğini ifade etti. Sizce böyle bir ihtimal var mıydı?
İlk günlerde böyle bir çekince vardı. Sürece Kürdistan’dan bakınca, Kürtlerin 30 yıldır verdiği demokrasi ve özgürlük mücadelesi sonucunda ilk kez devletle resmî düzeyde ve tüm dünya kamuoyunun gözü önünde diyalog süreci başlamış, bunun müzakereyle devam etmesi beklenirken baltalanmasını istememek çok doğal. İnsanlar çok büyük kayıplar verdi, çok büyük bedeller ödedi ve artık barış istiyorlar. Hükümete güven duyulmamasına rağmen, Abdullah Öcalan’ın başlattığı süreç sahiplenildi. Bu sebeple, Gezi direnişi başladığında insanlar önce “ne oluyor?” diye sordu. BDP’nin duruşunun yanlış olduğunu düşünmüyorum, özellikle Batı illerinde direnişin içinde olmak istedik. Üstelik Antalya, İzmir ve Ankara’da protestoların rengi biraz değişikti, ulusalcı kesimler de sokaktaydı. Oralarda parti binalarımıza yönelik saldırıların olması tabanımızın işin içinde olma gücünü zayıflattı. Ama İstanbul’da böyle olmadı. Hatta on-on beş gün Öcalan’ın posterleri de dalgalandı. Diyarbakır, Hakkâri, Şırnak gibi birçok ilde Gezi’ye destek etkinlikleri oldu. BDP olarak işin içinde olduğumuzu ifade ettik. Kaldı ki, vekilimiz Sırrı Süreyya Önder öncülüğünde bu direniş başladı. Vekilimize saldırı olunca Gezi’ye çağrı yapan ilk kurum biz olduk. Demirtaş’ın direnişi başka bir noktaya evriltmek isteyen ulusalcı-milliyetçi kesimlerle yan yana durulmayacağı yönündeki beyanatı bir soru üzerine verilmişti. Biz bu direnişin içindeyiz, ama ulusalcılarla, Ergenekoncularla yan yana durmamız mümkün değil. Burada ilginç olan şu; toplumsal muhalefet söz konusu olduğunda, öncelikle Kürt hareketine yönelik eksiklikler dile getiriliyor. Bu bir beklentinin sonucu. Türkiye’de demokrasi talebini en güçlü dillendiren parti olarak BDP bundan sonra da bu eleştirilere göre kendisini konumlandıracaktır. Bizim zaten iki dönemdir Meclis’te savunduğumuz, tüzüğümüzde yer alan görüş ve düşünceler Gezi’de dillendirildi. Esas olan da bu.
Yakın tarihteki barış müzakerelerinin hep çeşitli şaibeli olaylarla kesintiye uğraması nedeniyle Kürtlerin BDP’nin çağrısına rağmen Gezi’ye temkinli yaklaştığı söylenebilir mi?
Kürdistan’daki savaş çok tahribat yarattı. Bu ülkenin batısı Kürtlere neler yaşatıldığını henüz tam bilmiyor. Barışın Kürtler için yaşamın ta kendisi olduğu bilinmiyor. Barışa yüklenen anlam aynı değil. Kürtlerin bu sürecin heba olmasını istememesi çok doğal. En kritik dönemlerde, “artık barış gelecek” dendiğinde hep bir provokasyonla karşılaşılmış ve süreç kesilmiş. Her defasında daha büyük acılar, daha fazla kayıplar yaşanmış. Kürtler bunu hafızalarında yeniden yeniden yaşayarak bugüne geldiler. Dolayısıyla, Kürt halkının Gezi sürecine temkinli yaklaşması doğal. Bir de, Türk bayraklarıyla ortaya çıkıp “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atan bir kitle var, bunlar basına daha çok yansıyor. Kürtlerde bu imgeler başka şeyleri, 90’larda yaşatılan acıları, işkenceleri ifade ediyor. Dolayısıyla Kürtler Gezi direnişinde de travmatik bir süreç yaşadı. Biz bunların çok daha ağırını 30 yıldır yaşıyorduk, kimse bizi görmüyor, sesimizi duymuyordu. Aslında, Kürtlerin Türkiye bayrağıyla, değerleriyle sorunu olmadı. Ancak, bu değerler kullanılarak Kürtlere işkence, baskı, zor, devlet terörü uygulandı ve bunlar Kürtlerin hafızasında çok canlı. Ama ben artık bu bayrak imgesinin Gezi ile birlikte en azından gençler arasında değişmeye başladığını düşünüyorum. Lice’deki karakol inşasına tepki gösteren halka yapılan saldırıya karşı düzenlenen protesto yürüyüşlerine Türk bayrağı taşıyan insanlar da geldi. Bu birçok şeyin değiştiğini ifade ediyor. Gezi’de çok şey değişti. Sanatsal açıdan, politik açıdan birçok yenilik ortaya çıktı. Artık imgeler değişti. Demokratikleşme talebi, asker devlete, polis devlete yönelik eleştiriler gün yüzüne çıktı. Kürtlerin imgeleri, simgeleri, Öcalan’ın resimlerinin orada durması ilk günler tepki çekse de sonra olağanlaştı. İki taraflı bir değişim oldu, Kürtler Türk bayrağına daha alışır oldu, Türkler de Kürtlerin imgelerine, renklerine, posterlerine aşina oldu.
Abdullah Öcalan’ın avukat görüşmelerindeki ifadelerinde Ortadoğu’daki halk hareketlerine sık sık vurgu yaptığını görüyoruz. 2003 Mart’ında verdiği bir beyanatta, “Ortadoğu’daki diktatörlükler yıkılacak, yerine ya halkların baharı gelecek ya da Amerika’nın kukla yapıları inşa olacak” diyor. Öcalan’ın bu sözlerini bugün Türkiye’ye uyarlarsak sizce süreç nereye gidiyor; halkların baharı mı gelişecek, yeni otoriter bir düzen mi?
Abdullah Öcalan yeni bir sistem öneriyor: Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite. Dünyanın genel olarak bir kriz ve kaos sürecinden geçtiği, bu kaos sürecinden ya egemenlerin kendilerini yeniden düzenleyerek çıkacağı ya da ezilenlerin, emekçilerin örgütlenip bu süreci lehlerine çevirerek halkların baharına dönüştüreceği tespitini yapıyor. Kürtler açısından bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Yanı başımızdaki Rojava bunun en çıplak örneği. Bugün Rojava’da bir devrimden bahsediliyor, halk bu devrimi korumaya çalışıyor. Ondan önce de Irak örneği var. ABD’nin Irak’a müdahalesinde Kürt halkı örgütlü olmasaydı, Federe Kürt Yönetimi de olmayacaktı. Türkiye açısından da bence benzer bir durum geçerli. Türkiye’de ezilenler, emekçiler, yoksullar örgütlenirse güçlü bir halk baharı sağlanabilir. Öcalan kapitalist moderniteye üç temel eleştiri getiriyor ve bunlara karşı yeni sistemler öneriyor: Birincisi, aşırı kâr hırsının ortaya çıkardığı endüstriyalizm. Endüstriyalizmle birlikte ekolojik toplum talan ediliyor. Dolayısıyla, ekolojik toplumu öneriyor. İkincisi, ulus-devlet anlayışı. Ulus-devlet milliyetçiliği ortaya çıkararak savaşları, çatışmaları yaratıyor. Bunun alternatifi olarak demokratik özerk toplum modelini öneriyor. Üçüncüsü, neo-liberal politikalar. Bunun alternatifi de katılımcı ekonomi. Türkiye’de bu üç temel konuda da ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Ulus-devletçi anlayışın mevcut Türkiye halklarının ihtiyaçlarına cevap olamadığı ortada. Kürtler başta olmak üzere Araplar, Azeriler, Ermeniler, Lazlar “vatanım” diyebilecekleri, hak ve özgürlüklerini güvence altına alan daha demokratik bir sistemde yaşamak istiyor. Katı ulus-devletçi anlayış Türkiye’de kriz ve kaosun temel nedeni olarak ortaya çıkıyor. Ekolojik toplum talebi zaten Gezi direnişinin özüdür. “Üç-beş ağaç meselesi” politiktir. İnsanlar “doğamı talan edemezsin” diyor. Türkiye’nin her yerinde HES’lere, nükleer enerjiye, barajlara karşı tepkinin ortaya çıkması ekolojik bir toplum talebi olduğunu gösteriyor. Neo-liberal politikaların da Türkiye’yi ve insanları ne hale getirdiği ortada. Önümüzdeki dönem bunun da sorgulanacağını düşünüyorum. Bunlar aynı zamanda özlemini duyduğumuz demokratik sosyalist bir toplumsal şekillenişi de ifade ediyor. Bunun olanakları bence Türkiye ve Ortadoğu’da mümkün. Kapitalist modernitenin bize dayattığı köleleştirici, her gün zincirlere yeni zincirler ekleyen sistemine karşı ancak örgütlü bir yapıyla mücadele etmemiz mümkün. Bugün kapitalist modernite bizden daha örgütlü. Bu sebeple biz kapitalist modernitenin çarkını işleten konumda oluyoruz. Bu çarkı işletmemek, bu çarka dur demek bizim elimizde.
Çözüm süreci nasıl ilerliyor?
Bu çok zor bir soru. Halkın içinde yaptığımız çalışmalarda ne yazık ki insanların sürece çok güven duymadıklarını görüyoruz. Sürecin sağlıklı ilerleyebilmesi için iki taraflı güvenin olması lâzım. Abdullah Öcalan’ın Amed Newroz’unda dünya kamuoyuyla paylaştığı manifestosu gerçekten çok önemli. Nasıl ki 1984’te PKK silahlı mücadeleye başladığını dünya kamuoyuna duyurduysa ve bu, Kürt siyasetini, Kürt halkını ve hatta Ortadoğu’yu etkilediyse, 2013 Amed Newroz’unun da benzer bir etki yaratacağını düşünüyorum. Orada çok net olarak bundan sonra demokratik siyaset ve zihinsel mücadele izleneceği ifade edildi. Bunun gerçekleşebilmesi için devletin de Kürtlere güven veren bazı adımlar atması gerek. Kürt tarafı olarak PKK, KCK, Öcalan, BDP, Kürt kadın ve gençlik hareketleri çok önemli adımlar attı. PKK askerî gücünü Türkiye sınırları dışına çekmeye başladı. Kürt hareketi kendini tamamen demokratik barış sürecine göre konumlandırmak istiyor, ama üç aşamalı çözüm takviminin ikinci aşamasında devletin güven artırıcı adımlar atması, her konuda somut olarak Kürtleri ikna etmesi gerekiyor. Ama bırakalım Kürtleri, Türkiye kamuoyunu da ikna edecek herhangi bir adım yok. Terörle Mücadele Kanunu, KCK tutukluları, siyasî partiler yasası, seçim barajı, hasta tutuklular konularında -ki bunların pazarlık konusu dahi edilmemesi gerekir- henüz bir adım atılmadı.
Sonbaharda daha somut adımlar atılacağı beklentisi var...
Yaptığımız görüşmelerde demokratikleşme paketlerinin hazırlandığı ifade ediliyor. Devlet bu konuda gerçekten güven verecek bir adım atmazsa, süreç gelişemez. Ama bırakalım Türkiye içinde güven artırıcı adım atılmasını, Rojava’da Kürtlere karşı geliştirilen katliamda El Nusra cephesine verdiği destekle, devlet var olan güvensizliği derinleştirecek adımlar atıyor. Dolayısıyla, süreç iyi gidiyor diyemeyiz. Ama sürecin gelişmesi isteniyorsa –ki Türkiye’nin başka bir seçeneği yok artık–, hükümet Ortadoğu’da diğer hükümetlerin akıbetini yaşamak istemiyorsa, yapılması gereken Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü konusunda somut adımlar atmaktır. Devletin artık bunu gördüğünü, ama sonuna kadar da “Kürtlerin iradesini nasıl kırabiliriz, bu hareketi nasıl güçsüzleştirebiliriz” yaklaşımından vazgeçmediğini düşünüyorum.
Kürt hareketi son zamanlarda Öcalan’ın sağlık koşullarına yönelik mücadele yürütmeye başladı. Bunun dolaylı olarak Öcalan’ın artık serbest bırakılması talebini de ihtiva ettiğini söyleyebiliriz. Bu konunun üçüncü aşamada gerçekleştirileceği ileri sürülüyor. Bu talebin gerçekleşme ihtimali nedir? Öcalan’ın hapiste olması Kürt hareketini nasıl etkiliyor?
Abdullah Öcalan’ın sağlık meselesi politik bir meseledir. Öcalan’ın sağlığı çözüm sürecinin sağlıklı gelişmesi açısından da çok önemli. Öcalan Kürt halkının önderidir. Bir halkın önderi özgür değilse, onun şahsında o halk da özgür değildir. Dolayısıyla, Öcalan özgürlüğüne kavuşmadan Kürt sorunu çözülmüş olmayacak. Türkiye Kürt halkıyla yeni bir sözleşme yapmak istiyorsa, Kürt sorunu çözülecekse, demokratik bir Cumhuriyet olacak, Kürtlerin kendi kendini yönetmesinin koşulları sağlanacaksa, bunun gereklerinin birisi de Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşturulmasıdır. Meselenin başka bir boyutu da var. Silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesini konuşuyoruz, ama bu insanların demokratik siyasete katılmasının koşullarının da yaratılması gerekir. Kandil’e giden gerilla güçlerinin Zapatistalarınkine benzer bir yürüyüşle Türkiye’ye gelip demokratik siyasete katılması gerekir. Türkiye’nin üniter yapısı içinde, yeni bir demokratik anayasayla sadece Kürtlerin değil, Türkiye’deki diğer halkların da sorunları çözülebilir. Bu konuda hükümetin isteksizliği kadar, CHP’nin politikaları da ne yazık ki süreci olumsuz etkiliyor. Sosyal demokrat bir parti yürüttüğü politika ve duruşla çözüm sürecinde engel konumunda. Özellikle Öcalan’ın özgürlüğü konusundaki talepler ana muhalefet partisi tarafından kamuoyuna çarpıtılarak aktarılıyor. Ama her şeye rağmen, önümüzdeki sürecin pozitif olacağını, çünkü hem Türkiye’nin hem de Kürtlerin çözümden, barıştan başka seçeneği olmadığını düşünüyorum. Özerk bir Kürdistan’la, özerk bölgelerle yeni bir Türkiye’nin sağlanabileceğini ve bunun da herkes için çok hayırlı olacağını düşünüyorum.

---------------------------------------------------------------

Sebahat Tuncel
1975’te Malatya’da doğan Sebahat Tuncel Mersin Üniversitesi Mut Meslek Yüksek Okulu Harita Kadastro programını bitirdi. Demokratik Toplum Partisi Kurucu Üyesi. 23. dönemde İstanbul Milletvekili seçildi.