Türkiye’de ilkokullarda İran-Türkiye ilişkileri hakkında öğretilen bir klişe vardır: “Türkiye’nin en uzun süre değişmeden kalmış sınırı 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile oluşmuş olan İran sınırıdır”. Bu klişe aynı zamanda, Türk-İran ilişkilerinin Çaldıran Savaşı ve sonrasında tecrübe ettiği yüzyıllık şiddetli dönemin bitişi ve bugüne dek uzanan görece barışçıl dönemin miladı olarak kabul edilir.
Oysa sınırlarda ondan fazla kez düzenleme yapıldı ve değişik aralıklarla Kasr-ı Şirin sonrasında da savaşlar yaşandı. Örneğin, Kasr-ı Şirin sonrasında Sünniliğin hamiliğini yapan Osmanlı 1723’de Şii İran’a müdahalede bulunmuştu. Hatta Kuzey Kafkasya toprakları bu savaş sırasında Ruslarla yapılan bir antlaşmayla (1724 İstanbul Antlaşması) Osmanlı ile Ruslar arasında pay edilmişti. Bu süreçte Safevi Hanedanlığı son bulup Afşar Nadir Han devri başladığında, Safeviler kadar Şiilik konusunda ısrarlı ve katı olmayan Nadir Şah’ın Şiiliği beşinci mezhep olarak dört Sünni mezheple barıştırma girişimleri esas olarak İstanbul’un kabul etmemesi nedeniyle kadük kaldı.
Ankara-Tahran ikili ilişkilerinde taraflardan birinin, ama özellikle her ikisinin de mezhepçi siyasete ağırlık verdiği dönemlerde gerilim ve çatışma öne çıkmaktadır. Türkiye’de cumhuriyet, İran’da ise Pehlevilerin sekülerleşme adımları bu mezhep gerilimlerini minimize etti. Pehlevi hanedanının bir yandan reformlara başvurup diğer yandan Sünni fetva makamı olan El-Ezher uleması ile Şiiliği tıpkı Nadir Şah’ın yaptığı gibi bir beşinci mezhep olarak tasdik ettirmeye çalışması mezhep gerilimi ihtimalini daha da aşağı çekti. Keza her iki ülkenin soğuk savaş boyunca aynı safta yer aldığının ve bölgede çatışan çıkarlara sahip olmadığının da altını çizmek gerekir.
İran’da 1979’da yaşanan rejim değişikliği Türkiye-İran ilişkilerini elbette etkiledi. Ancak, pragmatik motiflerle davranan Türk dış politika çevreleri İran’la ilişkilerinin Batı ittifakının diğer üyelerinin ilişkileri kadar gerilmesine de olanak vermedi. İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlara Ankara katılmadı. İslam devriminin akabinde başlayan Irak-İran savaşında, Türkiye her iki tarafa da mal satmak suretiyle hem bölgesel gerilime taraf olmadı hem de süreçten ekonomik açıdan kârlı çıktı.
Fakat, İran-Irak savaşının bitişiyle Soğuk Savaş’ın bitişi aynı döneme denk geldi ve bölgede dinî radikalizmin yükselişiyle birlikte, Türkiye-İran ilişkilerinde gerilimler de ortaya çıktı. Türkiye seküler kimliğini öne çıkaran bir ülke olarak İran karşısında 1990’lar boyunca gergin bir siyaset izledi. Siyasal İslamcı bir akım olan Refah Partisi’nin önce pek çok şehirde yerel yönetimleri kazanıp ardından hükümete gelmesiyle birlikte, seküler kesim açısından Türkiye-İran ilişkilerinde alarm çanları çalmaya başladı. Bu dönemde, seküler toplumsal hareketlerin ana sloganının “Türkiye İran olmayacak” olması bile başlı başına bir göstergedir. Gerçekte, Türkiye’de güçlenen siyasal İslamcı akım İran’dan destek alan bir hareket olmasa da seküler kesimler için bu yükseliş bir İranlaşma krizi olarak algılanıyordu. Yine bu süreçte, silahlı Kürt gruplarının da zaman zaman sınırın İran tarafında himaye görmesi ilişkileri ayrıca gerginleştiren bir faktördü.
Siyasal İslamcıların 28 Şubat müdahalesiyle iktidardan uzaklaştırılmasının ardından, azınlık ve koalisyon hükümetleri kuruldu ve bu müdahaleden beş yıl sonra, siyasal İslamcı akım daha ılımlı bir oluşumla bu kez Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) adıyla iktidara gelmeyi başardı. Bu gelişmeyi İran siyasî çevreleri Türkiye’de laik cephenin güç kaybı ve İslamcılığın zaferi olarak selamladı. AKP’nin ilk iki döneminde Türkiye-İran ilişkileri karşılıklı algıların olumlu yönde değiştiği bir seyir izledi. Brezilya ile birlikte Türkiye İran’ın nükleer programı nedeniyle maruz kaldığı sert Batı yaptırımlarını yumuşatma girişimlerinde bulundu.
Fakat, ikili ilişkilerdeki bu olumlu seyir AKP’nin üçüncü hükümeti döneminde değişmeye başladı. Türkiye ve İran Suriye konusunda uzlaşmaz iki kutupta buldu kendilerini. Suriye’deki iktidarın Şiiliğin İsmailî koluna yakın bir anlayışta olması ve İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki olması; buna karşılık, bu iktidarı değiştirmeye çalışan muhalefetin ise esas olarak Sünnilerden oluşması ve Katar-Türkiye-Suudi Arabistan tarafından askerî açıdan desteklenmesi yeniden mezhep gerilimlerini de gündeme taşıdı.
Bir İslam cumhuriyeti olarak İran’ın hem İslamcılığı hem de mezhepçiliği bir olgudur. Buna karşılık yeni olan, Türkiye’nin Sünni kutbun liderliğine soyunmasıdır. Ankara’nın batıcı ve seküler temellerle yürüttüğü ve Ortadoğu’da ülkelerin içişlerine pek karışmayarak sürdürdüğü geleneksel dış politika artık yeni bir evrededir.
Türkiye dış politikasında yeni yönelimler
Dış politikada geleneksel parametrelerle uyumlu bir başlangıç yapan AKP’nin 2005’ten itibaren, önce gevşek bir Avrupalılığa, ardından paralel bir Avro-Asyacılığa yöneldiği gözlemleniyor.1 Filistin’de Mahmut Abbas yönetimi ile Hamas arasında ayrılıkların baş gösterdiği bir evrede Hamas’a yakın adımların atılması, Türkiye’nin geleneksel partneri olarak görülen İsrail ile ilişkilerde sert bir üslûbun benimsenmesi dış politikada yeni bir vizyonun benimsenmeye başladığının işaretleridir. Yeni kriterler ılımlı İslamcılık ve mezhep eksenli siyaset olarak sayılabilir.
Türkiye’nin komşu ülkelerle Lozan sonrası dönemde yürüttüğü diplomasi esas olarak statükonun kabulünü ve sürdürülmesini amaç edinmişti.2 Uluslararası ilişkiler uzmanı Faruk Sönmezoğlu Lozan statüsüne bağlılığı Cumhuriyet boyunca dış politikanın en az değişen unsuru olarak değerlendirir.3 Yine uluslararası ilişkiler uzmanı Baskın Oran statükoculuğun aynı zamanda “dengeci statükoculuk” olduğunu da belirtir. Buna göre, “stratejik orta boy devlet olarak” Türkiye geleneksel dış politikasında bölgesinde dengeleri bozacak gelişmeleri yakından izler ve “kendi bölgesinde hiçbir ülkenin tekel sahibi olacak biçimde hegemon olmasını istemez.”4
Geleneksel Türk dış politikası denince üzerinde yaygın bir mutabakat olan ikinci prensip olarak ise “Batıcılık” sayılmaktadır.5 Baskın Oran yönetici elitin batılılaşmış olması nedeniyle dış politikada batıcılığın orta ve uzun vadede ağırlık sahibi olmasını doğal bir sonuç olarak değerlendirir.6
Ancak, geleneksel Türk dış politikasını kesin çizgilerle tanımlamanın yine de önemli güçlükleri mevcuttur. Türkiye’nin uluslararası konjonktür elverdiği ölçüde statükoculuğun sınırlarını zorlayan adımlar attığını da kaydetmeliyiz. Özellikle Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi bu çerçevede sayılabilir. Keza 1974 Kıbrıs harekâtı ise bu bağlamda atipik bir durum olarak değerlendirilebilir. Nitekim, “yeni-Osmanlıcılık” kavramının ilk olarak Kıbrıs harekâtı sonrasında gündeme gelmesi tesadüfî sayılmamalıdır.7
1990’lara gelindiğinde dış politika panoramasını Ahmet Davutoğlu’nun resmettiği biçimde değerlendirmek hiç de yanlış olmayacaktır:
“Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında devreye giren Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük hareketleri doksanlı yıllarda yeniden gündeme gelmiştir. Özal’ın dillendirmeye çalıştığı yeni-Osmanlıcı çizgi, Refah Partisi ile siyasal platforma taşınan İslamî söylem, 28 Şubat süreci ile radikal bir programa dönüşen Batıcılık ve PKK terörüne yönelik tepkilerle ivme kazanan ve bu ivmeyi 18 Nisan 1999 seçim sonuçlarına da yansıtan Türkçülük akımları yakın tarihimizin ana akımlarının çizgilerini bünyelerinde barındırmaktadır.”8
AKP dış politikasının özellikle ikinci dönem sonu ve üçüncü dönem başında belirginleşen eğilimlerine baktığımızda ise eksen kayması tartışması, “komşularla sıfır sorun” politikası ve son olarak Suriye çerçevesinde mezhep eksenli politika tartışmalarına açıklık getirilmeli. Bu genel çizgiler Türkiye-İran ilişkilerinde de önemli değişikliklere zemin hazırlamış ve nihayet Suriye iç savaşıyla birlikte yeni ve gergin bir evreyi başlatmıştır.
Yeni-Osmanlıcılık tartışmaları
2009 sonlarından itibaren Türkiye’nin transatlantik sistemden uzaklaşmaya başladığı, giderek kendi güneyi ve doğusuna yönelen ve daha İslamî motivasyonlara sahip bir dış politika arayışına girdiği yorumları yaygınlaşmaya başladı: “Batı Türkiye’yi nasıl kaybetti?”, “Türklerin Doğu’ya dönüşü”, “Türkiye İran’ın dostu mu?” gibi manşetler atıldı. Cengiz Çandar’ın değerlendirmesinden özetle ifade edecek olursak tüm bu başlıklar “Cumhuriyet Türkiye’sinin bazı ana prensiplerinin “Neo-Osmanlıcılık” ile değiştirildiği yönündeki bir algıdan kaynaklanmaktadır.9
Peki, AKP veya Davutoğlu’nun izlediği dış politika gerçekten yeni-Osmanlıcılık olarak değerlendirilebilir mi? Eğer değerlendirilebilirse, yeni-Osmanlıcı politika neden ve nasıl bir eksen kayması olarak değerlendirilebilir?
Davutoğlu çok sayıda dile çevrilen ve ülke dışında da ilgiyle izlenen “Stratejik Derinlik” çalışmasında yeni-Osmanlıcılık politikasını Özal’ın söylemleriyle ilişkilendirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ortaya çıkan, daha ziyade çok-etnili imparatorluğun milliyetçilik çağında bir refleks olarak iç ve dış politikada geliştirmeye çalıştığı bir yaklaşım olarak ele almıştır. Osmanlıcılığı Davutoğlu’nun verdiği karşılaştırmalı tariften hareketle tanımladığımızda, bugün Dışişleri bakanının önerdiği politikanın yeni-Osmanlıcı karakteri kolayca reddedilemez.
Osmanlıcılık ile Özal’ın yeni-Osmanlıcılığının ortak özelliklerini sıralayan Davutoğlu’na göre, Tanzimat Osmanlıcılığı da Özal yaklaşımı da:
1. Devletin uluslararası konjonktür uyarınca yeniden yapılanmasını öngörmektedir. 2. Her iki dönemde de yükselen milliyetçi akımların tesirini gözeten bir yeni kimlik ve siyaset inşası amaçlanmıştır. 3. Bu çerçevede batılı değerler ve geleneksel değerler arasında eklektik bir uyum yaratma tavrı mevcuttur. 4.Tanzimat döneminde, 1825 sonrası Viyana Kongresi sistemine, Soğuk Savaş sonrasında da AB sürecine entegre olma çabası vardır. 5. Viyana Kongresi sonrası yükselen güç İngiltere ile uyumlu olma çabasındaki Osmanlıcılık gibi, Özal yeni-Osmanlıcılığı da Soğuk Savaş sonrasının hegemon gücü ABD ile uyumlu olma çabasındadır.10
Davutoğlu’nun yukarıdaki kriterleri açısından AKP’nin yeni-Osmanlıcı bir siyaset izlediğini iddia etmek abartı barındırmayacaktır. Aynı şekilde, buradan bakıldığında, eksen sorusuna da önemli bir yanıt kendiliğinden verilmiş olacaktır. Yeni-Osmanlıcılık ABD ile uyumlu “stratejik arayışlar içinde” şekillenmektedir.
AKP yeni-Osmanlıcılığı’nın Özal’ın yaklaşımından farklılaşan yanlarına da bakmalıyız. Bu aynı zamanda, onun İslamî referanslara dayalı dış politika tahayyülleri ile günümüzde vardığı nokta arasındaki farklılığın da ortaya konmasını gerektirecektir.
Farklılıklar konusunda ABD ve AKP çevrelerine yakın bir uzman olan Ömer Taşpınar, Davutoğlu’nun “yeni-Osmanlıcı” vizyonunun Necmettin Erbakan’ınkinden farklı olduğunu söylemektedir. Taşpınar’a göre, Erbakan’ın Müslüman ülkelerle kurmak istediği ittifak Batı ile ilişkilerin yerine ikame edilmek istenen bir ekseni ifade ederken, AKP dış politikasında Doğu ile kurulan ilişkiler Batı ile olan ilişkileri bütünleyici bir boyut olarak değerlendirilmektedir.11 Doğru, ama bu Özal döneminde söylem veya girişim düzeyinde kalan neo-Osmanlıcıktan farklılığı görmek için yeterli değil.
Batı ile bütünleşmiş bir Doğu siyaseti, İran’ın geleneksel nüfuz alanlarında Türkiye ile İran arasındaki bölgesel rekabete aynı zamanda Batı-İran rekabetinin eşlik ettiği ikinci bir düzey daha eklemektedir. Böylelikle anti-Batı, anti-İsrail bir Şii ekseni ile Türkiye-Katar-Suudi Arabistan/Batı bir Sünni ekseninin çatıştığı bir denklem ortaya çıkmaktadır. Bu gerilim İran ile Türkiye arasında örneğin 1970’lerde de mevcut olan bölgesel nüfuz rekabetinden farklı bir duruma işaret ediyor. Yeni dönemde rekabet hem daha sert hem de daha uluslararasılaşmış bir bağlam içinde yürüyor.
AKP dönemi yeni-Osmanlıcılığı Özal’ınkinden ayıran önemli bir farklılık tam da Davutoğlu’nun belirttiği gibi “Özal’ınkinin bir söylem” olarak kalması, AKP’ninkinin ise artık bir dış politika programı haline gelmiş olmasıdır.
Türkiye’nin Johnson mektubu sonrası (1964) SSCB ile dengeleyici yakınlaşması, 1990’ın ikinci yarısında Rusya ile ilişkilerine ağırlık vermesi, 2000’lerde İran ile kurulan özel ilişkiler, ülkenin içinde yer aldığı ittifak içindeki göreli özerkliğini arttırma ve ekonomi ve dış siyasette denge arayışlarının yansımaları olarak okunmalıdır. Batı ittifakı içinde ağırlığını arttırmak için İran’la dengeli ve özel bir ilişki geliştiren AKP, üçüncü döneminde bu kez Ortadoğu’daki ağırlığını arttırmak için Batı’ya daha yakın, İran’la daha çatışmacı bir politikaya yönelecektir.
Buraya kadar özetlediğimiz tablodan Türkiye’nin 1945’ten günümüze içinde yer aldığı Transatlantik ekseninden uzaklaştığına dair bir manzaradan ziyade, söz konusu eksen içinde ağırlık ve prensip değişiklikleri görünmektedir. Türkiye 2000’lere ekseni kaymaktan çok etkili bir alt-eksen ülke olarak girmiş, AKP döneminde ise bu alt-eksen ülke konumu ekonomik geri planla desteklenerek göreli özerkliği genişlemiş bir bölgesel hegemon olma iddiasına vardırılmıştır. Eksen ülke burada, küresel hegemon güç açısından bölgesel istikrar ve güç düzenlemesinde rol oynayabilecek büyüklükte, daha doğrusu “orta büyüklükte devlet” olarak tanımlanmaktadır.12
Bir adım daha atarak yeni alt-eksenin hangi dış politika öncelikleri ve enstrümanlarıyla gündeme getirildiğini görmeye çalışalım. 2000’lerin ilk on yılı sonlanırken yerli ve yabancı analistler bir yandan eksen kayması kaygılarıyla Türkiye dış politikasını mercek altına alırken diğer yandan da Dışişleri bakanı Davutoğlu’nun altını çizerek takdim ettiği “komşularla sıfır sorun” politikasını yaygın bir biçimde ele aldılar.13
Türkiye’nin Suriye konusunda askerî yaklaşımlar benimseyebileceğinin konuşulmasıyla birlikte, yani 2011 yılının ikinci yarısına girilirken, “sıfır sorun” politikasının sonunun geldiği de ifade edilmeye başlandı. The Guardian’da Helen Pidd imzalı “Ahmet Davutoğlu: Bölgesinde siyasî bir ağırlık mı, yoksa diktatörlerin şanssız arabulucusu mu?” başlıklı bir yazı yayınlandı.14 Sadece dışarıda değil, Türkiye’de de çok sayıda yazar “sıfır sorun” konusundaki çelişkili tutumu tespit etmeye başladı. İktisatçı ve köşe yazarı Mehmet Altan bu tartışmanın en manidar özetini satırlarına taşıdı: “Önce ‘komşularla sıfır sorun’ politikası uyguluyoruz, çöker çökmez de hemen ardından, gene çok hızlıca ‘merkezle sıfır sorun’ politikasına dönüyoruz...”15
Ayrıca, Türkiye ılımlı İslamcılık olarak adlandırılabilecek siyasal modelin tüm İslam alemine sunulduğu başlıca örnek olma rolünün de ötesinde bölgesel sorunlarda mezhep eksenli politikalar geliştirmeye başlamıştır.
Mezhep eksenli karşıtlık tartışmaları
AKP öncesi Türk dış politikasının, genel eğilimleri itibarıyla, Ortadoğu’ya fazlaca ilgi göstermediği, ABD ile ilişkilerin sorgulandığı Johnson mektubu sonrası dönemde belli bir dengelemeye gidilerek Arap dünyasına bir adım yaklaşıldığı, ama ilgi gösterilen zamanda da Arap ülkeleri arası ihtilaflarda taraf olmama prensibiyle hareket edildiği tespit edilebilir.16 Keza din ya da mezhep eksenli taraflaşmalarda günümüze dek Türkiye’nin belirgin tarafgirliğini iddia eden yazar olmamıştır.
Ancak, 2000’lerin ikinci on yılına girerken Türkiye sadece yeni-Osmanlıcılık doğrultusunda ılımlı İslamcı siyaset modeli olarak değil, aynı zamanda Sünni eksen oyuncuları arasına katılan bir mezhep politikası takipçisi olarak da anılmaya başlanmıştır. Bu, Cumhuriyet tarihi açısından bir ilktir. Mezhebe dayalı siyaset izlenmesi önce Irak içi gelişmelerde, ardından Suriye konusunda gündeme gelmiş ve giderek Ortadoğu’daki diğer alanlara doğru yayılma eğilimi göstermeye başlamıştır.
Kadim Sünni-Şii gerilimi ABD’nin Irak’ı işgaliyle Irak’ta temel bir parametre olarak belirirken, “Arap baharı”nın ortaya çıkardığı yeni Sünni-Şii gerilim alanları (Bahreyn, Suudi Arabistan, Irak, Lübnan, Suriye) bölgenin yeniden şekillenmesinde Ortadoğu güç merkezleri arasında karmaşık bir denklemi gündemin ön sıralarına çıkardı. Bu en çok da Türkiye-İran ilişkilerini zora soktu.
Türkiye’nin Irak seçimlerinde Irakiye Listesi’ni desteklemesinin ardından, NATO Füze Kalkanı Savunma Sistemi’ne katılımı ve 2011 mayısından itibaren de Suriye’deki muhalif Sünni gruplara aktif destek vermesi Şii toplum liderleri tarafından ilk kez doğrudan eleştirilmesine yol açmıştır.17 Maliki “Türkiye bölgeye felaket getirmek istiyor” iddiasında bulunmuştur. Lübnanlı Şii liderlerin de benzer açıklamalar yapması dikkat çekicidir. ORSAM (Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi) raporunda özetle “Türkiye’nin 2011 yılında Kuzey Afrika’da yaşanan halk hareketleri sonucunda söz konusu bölgedeki etkisini genişletmesine karşın, yanı başındaki komşu ülkeler üzerinde ciddi bir etki kaybı yaşamaya başladığı” tespit edilmekte ve açıkça adı konmasa da Irak ve Suriye’de mezhepçi bir politika izliyor oluşunun sonucunda bu gelişmelerle yüz yüze kaldığı dile getirilmektedir.18
Bölge üzerine çalışanlar tarafından “Arap baharı” olaylarıyla birlikte, Türkiye-Katar ittifakının Libya’dan Suriye’ye çeşitli sıcak noktalarda kendini göstermeye başladığı ve bu “Sünni İttifakı”nın özellikle Hamas’ın Suriye’deki üssünden ayrılarak başka bir noktaya taşınması kararında önemli bir belirleyiciliğe sahip olduğu yorumları yapılmaya başlanmıştır.19
Bu gelişme Star gazetesi yazarı Nuh Yılmaz tarafından haklı olarak direniş hattının mezhep hattı olmaya başladığı biçiminde yorumlandı. Yılmaz “Alevi Esad, Şii Nasrallah ve Sünni Meşal’i bir araya getiren, bu aktörleri Türkiye ve İran’a yakınlaştıran İsrail’e karşı direniş cephesi olmaları” olgusunun artık geçerli olmaktan çıktığının altını çiziyordu.20 Nitekim, Hamas merkezini Suriye’den Katar’a taşıyarak çoktan Şam’dan yüz çevirmiş, İran ile ilişiklerinde de yeni bir denge getirme çabasına girmiştir.21
Ortadoğu ve terörizm uzmanı Barry Rubin ise bu durumu Hamas açısından bir tür normalleşme olarak değerlendiriyor. Zira Hamas’ın Sünni karakterine karşın, İran’la kurduğu ittifakın “tek İslamcı seçenek olması” durumuyla açıklanabileceğini, nihayet Türkiye’nin yakın zamanda soyunduğu yeni Sünni hamilik rolüyle bu durumdan çıkma olanağı yarattığını ifade ediyor.22
Sünni eksen olarak adlandırılan anti-İran, anti-Suriye ve dolayısıyla kısmen anti-Rusya görünümlü cephenin oluşumunun en kritik sınavı şüphesiz Esad rejimiyle yürüttüğü savaşta netleşmektedir. Yakın zamanda bu kamplaşma Ankara ve Tahran’ı daha sert bir çatışmaya sevk etmeyecekse bunun başlıca sebebi ekonomik kriz içindeki İran ile Türkiye’nin karşılıklı bağımlılıklarıdır. Ekonomik kriz içindeki İran için Türkiye Batı ambargosunu delebileceği yegâne nefes borusudur. Ekonomik performansını otoritarizme ve İslamîleştirme hareketlerine bir sus payı olarak sunan Türkiye’deki iktidar için ise İran’dan gelen altın önemli bir girdidir.
Yine de İran yönetimi ve AKP karşılıklı olarak dış politikada mezhepsel aidiyetleri temel parametre olmaktan çıkarmadıkları sürece, Tahran-Ankara arasındaki gerilimin Suriye dönemecinden sonra da durulması mümkün değildir. Başta da belirttiğimiz gibi, Türkiye-İran ilişkilerinde taraflardan birinin, özellikle de her ikisinin mezhepçi siyasete ağırlık verdiği dönemlerde, gerilim ve çatışma öne çıkmaktadır.
Sonuçta, Batı ile daha az çatışan bir İran yeni mezhepçi Türkiye ile daha uyumlu bir İran olmayacaktır. Türkiye Sünni eksene liderlik hevesini sürdürdüğü sürece, Batı ile uyumlu olabilecek–en azından ekonomik ambargo altında olmayan- bir İran Türkiye ile bölgesel rekabetini daha açık ve sert bir düzeyde sürdürecektir.
Haziran 2013 seçimlerinde İran’ın yeni Cumhurbaşkanı koltuğuna Ruhani’nin gelmesi Türk-İran ilişkilerinde yukarıdaki parametreler açısından bazı değişiklikler getirecektir. Hasan Ruhani onu seçen kadınlar ve gençlerin özgürlük beklentisi ile içinden geldiği geleneksel molla oligarşisi arasında bir denge siyaset izlemeye çalışacaktır.
Seçim sürecinde onu diğer adaylardan ayırt eden önemli yanı Ruhani’nin molla kariyerine paralel olarak İran’ın nükleer programı konusunda Batı ile müzakereleri yürütmüş kişi olması gelmektedir. Iran müesses nizamı nükleer programından vazgeçmeden Batı’nın artık dayanılması hayli zorlaşmış olan ekonomik ambargosunu hafifletecek adımlar atacaktır. Ruhani tam da bu role uygun birisi olarak cumhurbaşkanlığına gelmiştir. Ruhani İran’ın dış politika gerilimlerine bir son verecek kişi olmasa da, ambargonun hafiflemesi hatta de facto olarak kaldırılmasına olanak sağlayacak yumuşama adımlarını atmayı deneyecektir. Bu da İran-Türkiye ilişkilerinde daha yumuşak enstrümanlarla bölgesel rekabetin sürdürülmesi ve Tahran’ın Ankara’ya ekonomik bağımlılıklarınının azalması anlamına gelecektir.
Dipnotlar
1. Z. Öniş ve Ş. Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism During the AKP Era, Turkish Studies, cilt. 10, sayı.1, s. 7-24.
2. C. Koçak, Siyasal Tarih, 1923-1950, Türkiye Tarihi c.4, M. Tunçay vd. (ed) içinde İstanbul, Cem Yayınları 1990, s. 154.
3. F. Sönmezoğlu, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikasında Süreklilik ve Değişim”, F. Sönmezoğlu (der), Türk Dış Politikasının Analizi, (1045-51), s.1046.
4. B. Oran, Türkiye Kabuk Değiştirirken AKP’nin Dış Politikası, Birikim, sayı:184-185.
5. F. Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul: Der Yayınları, 2006. s.761.
6. B. Oran (ed), Türk Dış Politikası,C-I,s.21.
7. K. H. Karpat, Studies on Ottoman Social and Political History: Selected Articles and Essays, Leiden: Brill, 2004, s. 641.
A. Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Türkiye’nin uluslararası konumu, İstanbul, Küre yayınları, s. 84.
B. Çandar, Türk Dış Politikasında “Eksen” Tartışmaları: Çok Kutuplu Dünya İçin Yeni Bir Vizyon, SETA Analiz, sayı: 16, Ocak 2010, s.4-5.
A. Davutoğlu, age., s. 85.
8. Ö. Taşpınar, Turkey’s Middle East Policies, Between Neo-Ottomanism and Kemalism, Carnegie Endovement, 2008. s. 14.
B. Oran, C. I. s. 32.
9. Sorularla Dış Politika, http://www.mfa.gov.tr/sorular.tr.mfa
10. Guardian: “Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun politikası hem takdir, hem alay konusu”, 9 Haziran 2011, www.euractiv.com.tr.
11. M. Altan, “Merkezle sıfır sorun politikası”, Star, 3 Aralık 2011.
12. F. Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze... s. 362-63.
13. V. Ayhan, “Ortadoğu’daki Şii-Sünni Gerginliği ve Türkiye”, ORSAM Dış Politika Analizleri, 14 Ocak 2012, www.orsam.org.tr.
14. V. Ayhan, agy.
A. Jawad Al-Tamimi, Sunni Realignments, 9 Aralık 2011, spectator.org.
15. N. Yılmaz, Ortadoğu’da eksen mezhep hattına kaydı, Star, 6 Şubat 2012.
C. Murphy ve K. Laub, Hamas drifting away from longtime patron Iran, AP, Gazze, 9 Şubat 2012, abcnews.go.com.
16. B. Rubin, Sunni Versus Shia: The Middle East’s New Strategic Conflict, 3 Ocak 2012, rubinreports.blogspot.com.
---------------------------------------------------------------
Hakan Güneş
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi’nde, lisansını Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladı. “Orta Asya’da Siyasal Konsolidasyon ve Mobilizasyon” konulu doktora tezini 2005 yılında Marmara Üniversitesi’nde tamamladı. Kırgız Amerikan Üniversitesi (AUCA) ve Taşkent Fransız Orta Asya Enstitüsü’nde (IFEAC) araştırmacı olarak bulundu. İngilizcenin yanı sıra Farsça, Rusça, Kırgız, Özbek ve diğer bölge dillerini bilen Dr. Güneş’in eski Sovyet coğrafyası ve İran üzerine ulusal ve uluslararası çeşitli çalışmaları yayınlanmıştır.