İstanbul’un Anadolu yakasının mutena semti
Kadıköy’de, tam rıhtımda, aşağıya doğru iniveriyor metro merdivenleri. İnmeyip
de az yürürseniz ilk olarak Starbucks karşılayacak sizi. Sağa dönüp de
ilerlerseniz, 90’lı yıllardaki popülerliğinden eser kalmamış Akmar Pasajı var.
Bir zamanlar burası İstanbul’un heavy metalci gençliğinin toplanma yeriydi.
1980- 83 arasında ülke yönetimini elinde bulunduran askerî cuntanın ardından iş
başına gelen neoliberal Anavatan Partisi (lideri Turgut Özal aynı zamanda darbe
yönetiminde de ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısıydı) ile ilk gençliğini,
çocukluğunu yaşamış olan kentli gençler arasında heavy metal modası çıktığında
toplanma yeri olarak Akmar Pasajı seçilmişti.
Plakçılar,
siyah tişört satıcıları, az miktarda kitapçı ve uzun saçları yüzünden sokakta
rahat yürüyememekten şikayetçi metalci gençlere çay ve kahve satan “cafeler”
vardı. Televizyon programları ve gazeteler bu yeni gençlik akımları ve bolca da
‘satanizm’ üzerine yüzeysel araştırma ve röportajlar yayınlarken, uzun saçlı
metalcilerin dertleri vardı: “Saçımız uzun ama, iyi aile çocuklarıyız. İyi
öğrencileriz. Devletimizi seviyoruz. Saçımız yüzünden bize kötü davranmayın.
Biz de Türk’üz!” Bu çocukların çoğunluğu için, inanılması güç ama, Türkiye’de
yayınlanmış ilk rock albümü o günlerde büyük tantanayla “piyasaya sürülmüş”
heavy metal grubu Pentagram’ın “Trail Blazer”iydi.
O
günlerde Yeşilköy’e inen bir uçaktan çıkan 40’ına basmakta olan bir adamdan,
onun temsil ettiği kuşaktan ve o kuşağın yaptığı müzikten haberleri bile yoktu,
ama kısa sürede 90’ların İstanbul rock camiası, uçaktan inen eski bir rock
müzisyenin “provokasyonu” ile ikiye bölünecekti.
Metroya
girip 16 istasyon ötedeki son durak Kartal’da yer üstüne çıkınca, çirkin
binalar, fabrikalar ve ileride görünen deniz manzarasına dahil olan yük
gemileri karşılıyor sizi. 1980’de terk ettiği İstanbul’a 1991’de dönen, şimdi
60’ını devirmiş rock müzisyeni, dört katlı apartmandaki oturduğu dairenin kapısında
gülümseyerek beni karşıladığında, “Kolay buldun mu?” diyor. “Rock starların
oturduğu mahallelere pek benzemiyor” esprime yine gülerek “İşçi sınıfının
mahallesi burası kardeş” diye yanıt veriyor.
Taner
Öngür, 1949’da İstanbul’un bugün muhafazakârlığıyla meşhur eski mahallesi
Fatih’te dünyaya geldiğinde, babası bir tekstil fabrikasında ustabaşılık yapan,
Boşnak kökenli bir ailenin ikinci oğluydu. Okulu sevmedi. Ortaokulda iki yıl
üst üste sınıfta kalıp da okuldan atıldığında verildiği tekstil atölyesini ise
hiç sevmedi. Bir gün Hürriyet gazetesinde havaya sıçrayarak poz vermiş tuhaf
saçlı dört gencin fotoğrafını gördüğünde, o an adını koyamadığı bir his geçti
içinden: Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Mahalleden üç arkadaşıyla,
Beatles’ın “Please Please Me”sini pikaba koyup da dinlediğinde, hayatının manasını
çok genç yaşta keşfedebilmiş şanslı bir bireydi: Hayatın anlamı, bu plaktan
duyulanlara benzer sesler çıkarmaktı!
Nükleere karşı ilk rock festivali
Taner Öngür, 60’ların ortasından itibaren
1980’e dek etkisini sürdüren, yerel geleneksel müziklerle rock’n roll’u
harmanlama amacından yola çıkan Anadolu Rock akımının öncülerinden oldu. Grubu
Moğollar’la Türkiye’nin en ücra köylerine dek girip tüm aykırı hippi
görüntülerine karşın, o yıllarda Batı’daki Beatles konserlerinde olduğu gibi, çığlıklarla
karşılandılar. 1980’de 12 yıla yakın sürecek Almanya macerasına yelken açtığında
adres belliydi. Frankfurt’ta punk, anarşist ve kılıç artığı hippilerin mekânı
bir işgal evine yerleşti. 1992’de geri döndüğünde, cunta döneminde hafızası
silinmiş toplumun gençleri onun adını düzenlediği festivalle ilk kez duydu:
“Nükleere Karşı Rock Festivali”ydi bu. Festival Mersin-Akkuyu’da yapılması
planlanan nükleer santral projesine karşıydı ve ilginç bir yönü vardı:
İngilizce söylemeyi tercih etmeyen gruplar davet edilmişti. Aklı biraz
yatanlardan bunun “milliyetçi” bir tavır olduğu eleştirisi geldi. Kendini
halihazırda milliyetçi olarak tanımlayan heavy metal kitlesinin çoğunluğu
içinse mesele daha basitti: “Bu müzik sadece İngilizce olur!”
“Benim
o zaman elbette milliyetçi bir tavrım yoktu” diyor şimdi yine gülerek. “O sırada
heavy metal aklı başında herkes için mankafa müziğiydi bir kere. Maço, ayrımcı
ve milliyetçi... Ben kendi müziklerini kendi dillerinde yazarlarsa ancak,
hakiki şarkılar ortaya çıkarabileceklerini anlatmak istedim onlara. O zaman
sokaktaki adam onları dinleyecekti. Kaldı ki festivalde Ermenice söyleyen bir
grup vardı, kimse onlara ‘vatandaş Türkçe söyle’ demedi.”
Türkiye
rock tarihinin bugün efsanelerinden kabul edilen Moğollar’ın daimi üyesi ve
70’leri Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço gibi yıldızlarla çalışarak
geçirmiş birisi olarak, kendisini bir rock yıldızı gibi hissetmiyor bugün:
“Bugün Nişantaşı’nda, Etiler’de kimse beni rock yıldızı olarak görmez. Ben de
görmüyorum. Zaten öyle bir hayatım da yok, öyle hissetmem saçma olur. Ama bu
binada oturan tipik Karadenizli ev sahibim için öyleyim. Çünkü adam 1971’de, 16
yaşındayken oralarda, yazlık bir sinemada biz sahnede çalarken kendinden geçip
üzerindeki giysileri parçalamış. Her konuştuğumuzda bana yeniden o günü anlatıyor.
90’larda anlaşılmayan şuydu: Rock halkın, işçi sınıfının müziğidir. Bunu anladığın
zaman kendi halk müziğindeki rock’n roll’u da görürsün.”
Güneş enerjisiyle müzik
Kartal’daki Karadenizli ailelerin oturduğu
klasik “Laz mimarisi” apartmanın bu üst katında balkonda ve salonda büyüklü
küçüklü güneş panelleri var şimdi. Taner Öngür son yıllarda, alternatif enerji
kaynaklarının sıradan insanların hayatına girmesi gerektiği konusuna “kafayı
takmış” durumda.
“Sürekli karşı çıkarak bir şey kazanamıyoruz. İnsanlara
‘nükleer enerjiye, petrole, HES’lere karşı çıkın’ derken, başka bir yol da
göstermek zorundayız. Ben kendi çapımda bunu uygulamaya çalışıyorum. Mazotla
çalışan büyük jeneratörlerin elektrik sağladığı nükleer enerji karşıtı
konserler vermek bir gün saçma geldi bana. Bu yüzden sadece güneş enerjisiyle
çalışan ses sistemi kurmaya taktım kafayı.”
Taner
Öngür ve müzik hayatına yeni başlamış gençlerden kurulu grubu Awam, şimdi güneş
panelleri ve müzik aletleriyle sokaklarda, parklarda, meydanlarda çalmaya hazırlanıyor.
Muhitleri Kartal’da bunu birkaç denemişlikleri var ve merakla panelleri
inceleyen insanlara kendi evlerinde kendi ihtiyaçları olan elektrik enerjisini
çok daha ucuz ve enerji tekellerine mahkûm olmadan üretebileceklerini anlatıyorlar.
“Hâlâ nükleer santrale ihtiyacımız olduğunu söyleyen salaklar var bu ülkede.
Oysa santral orada, tepemizde duruyor” diyor.
Metronun
16 durak ötesinde yolculuğa başlangıç noktasına geri dönüp yeniden yeryüzüne çıktığımda,
hayattaki ilahî tesadüflerden birisi daha şaşırtıyor beni: Müzik mağazalarından
birinden bir müzik yayılıyor sokağa. Pentegram grubu Aşık Veysel’den söylüyor:
“Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece...”
----------------------------------------------------------------------------------------------
Taner
Öngür
1949
İstanbul, Fatih doğumlu. Vefa Lisesi’nin ardından, Şehzadebaşı’ndaki eski
Direklerarası tiyatrolarının, 1960’lı yıllarda sinema haline gelmiş formatlarında,
filmlerden önceki canlı müzik seanslarında başlayan müzik macerası, rock’n
roll, beat dönemi ve ‘69’dan itibaren Moğollar grubu ile bugüne dek sürdü.
Serkan
Seymen
1971 İzmir doğumlu. 1994’ten bu yana muhabirlik yapıyor. Express, Bir+Bir ve GQ
dergilerinde yazıyor.