1970’lerde açığa çıkan
ekolojist, feminist ve diğer “ikinci kuşak toplumsal hareketler”, daha ziyade
işçi sınıfı hareketi içinde karşılanmayan ya da görmezden gelinen ihtiyaçlara,
kimliklere, sorun alanlarına tekabül etmekte ve kendilerini çokça sınıf
hareketinden ayırarak, ayrım noktalarını belirginleştirerek siyasal alana duhul
etmekteydiler. Bu, o dönemde keskin bir gerçekliğe tekabül ediyordu. O da, işçi
sınıfı hareketinin ve genel olarak güncel marksizmin kütlesel olarak cinsiyet
körü, ekoloji körü olduğu idi. Her ne kadar daha sonraki kuramsal ve politik açılımlar
marksizmde ekolojist ve feminist bir damar olduğu yönünde ikna edici argümanlar
sunsa da, 1970’ler pek çok ülkede sosyalist solun toplumsal hareketleri en iyi
ihtimalle işçi sınıfı hareketinin kaderine bağladığı, en kötü ihtimalle de yok
saydığı ve hatta sınıf düşmanı ilan ettiği yıllardı. Bu nedenle, bu hareketler,
büyük oranda bağımsız, ayrılıkçı bir siyasal çizgi izledi ve çoğunlukla kendi
seyirlerinde gelişti. Diğer taraftan, bu hareketlerin içine doğdukları
kapitalist üretim tarzı, diğer ezilme biçimleriyle eklemlenmek, iç içe geçmek
suretiyle sömürüyü katmerleştiren bir işlev görüyordu. Nitekim, başlangıçtaki
radikallikleri yittikçe, bu hareketleri bağımsız, devlet merkezli değil de
sivil toplum merkezli olarak tanımlayan kuramlar ile, bunların başka ezilmelere
yataklık eden kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden doğduğunu ileri süren
kuramcılar da ayrıştı. Artık, işçi sınıfının beyaz, erkek, mavi yakalı ve hatta
fabrika çalışanı olmadığı, aksine daha heterojen, kendi içinde bölünmüşlükleri
olan bir sınıf olduğu daha net görülüyordu. Diğer taraftan da kapitalizmin
esasen emek-sermaye arasındaki çelişkiye değil, bunu da kapsayarak aşan yaşam
ve sermaye arasındaki çelişkiye dayandığı da bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Ancak bu ayrışma sadece kuramsal düzeyde
kalmadı. Pratikte de bu hareketler daha derinden kazmaya başladıkça, örneğin
kadınlar arasındaki katmanlaşmaya yeni yanıtlar üretmeye giriştiler. Kadın
ortak paydası ile yapılabileceklerle, gündelikçi kadın, ev kadını, seks işçisi
kadın alt sekmelerinde yapılanlar farklılaşmaya başladı. “Çevre” hareketleri açısından
da örneğin, “bizim yaşadığımız yere dokunmayın” diyen mikro-milliyetçiliklerin
sorunu çözmediği, her şeyden önce çokuluslu şirketlere karşı da mücadele
edilmesi gerektiği, bunun muhatabının devlet olduğu, devletin de zaten
kapitalist olduğu yönündeki zincirleme bilinç, köylerde ve kentlerde sorunun
farklı veçheleriyle yüz yüzelik, bugün herkesin kabul ettiği ve nedenini
anlamaya çalıştığı kadın katılımı ve onun radikalliği, ekoloji hareketlerinin
içinde de farklı katmanlar olduğunu gösterdi.
Bu yazı, bu katmanların bir araya gelmesinin,
bu parçalı yapının aşılmasının önündeki en büyük engellerden birinin bizzat
kapitalizmin parçalayarak yönetmeye dayanan yapısı olduğunu ileri sürüyor. Konumuz
açısından, baştan söyleyelim: Ekofeminizmi diğer hareketler için sıklıkla yapıldığı
gibi “yeni bir toplumsal hareket” olarak sınıflandırmak, esas olarak bu ve
benzer hareketleri kapitalist üretim alanının dışına yerleştirmektir. Oysa,
dünyada emeğin yüzde 90’ını kadınlar, köylüler, küçük tüccarlar veya köleler
harcamaktadır. Bugün dünyada 600 milyon kişi köle olarak çalıştırılmaya devam
etmektedir. Dünyadaki bütün üretimin yüzde 70’ini yapan kadınlar gelirlerin
yüzde 10’unu kazanmaktadır. O zaman soru şudur: Kapitalizm bunları entegre
etmeyi başaramadı mı, yoksa tam da bu parçalılık üzerinden mi kâr elde
etmektedir? Bizim iddiamız, kapitalist üretim tarzının yaşamasını mümkün kılanın
tam da bu parçalılık / dışına atma ilişkisi olduğudur.
1990’lar ise 1970’lerdekinin aksine toplumsal
hareketlerin bütünleşik bir çatı altında olması gerektiğini gösterdi. Bu
dönemin ilk yıllarındaki Avrupa başta olmak üzere, birleşik parti deneyimleri,
daha sonrasında Seattle ile birlikte gelişen küreselleşme karşıtı hareket,
toplumsal muhalefet hareketlerini bir araya getiren bir dinamik taşıyordu. Yine
de kurucu mantık, “hareketlerin hareketi” idi. Bir başka deyişle, toplumsal
hareketler kendi bağımsız dinamiklerini koruyarak “konu temelli” biçimde bir
araya gelip dağılıyordu. Ancak bu bir araya gelip dağılışların her birinde
toplumsal hareketlerin birbirinden “yeterince etkilenmemiş olması”, sanki hiç
bir araya gelinememiş gibi her bir hareketin kendi kabuğuna geri çekilmesi, kısaca
bu zeminlerin yeterli bir etkileşim deneyimi sunamamış olması, politik pratik
sorunlardan biri olarak ortada duruyordu. Diğer yandan, gittikçe inkâr edilemez
bir biçimde, dünya düzeyindeki gelişmelerin bu hareketlerin öznelerini iç içe
geçirmesi söz konusuydu. Bu bakımdan 2000’ler, her bir kimliğin iç içeliğinin
önemini bir kez daha gördüğümüz yıllar oldu. 21. yüzyıl antikapitalizmi, artık
hem feminist, hem ekolojist, hem ırkçılık karşıtı, hem de öz-özgürleşme ve
özyönetim yanlısı kimliklerin tek bir sosyalistte vücut bulduğu yıllar olarak
tasarlanmalıydı. Bu tasarım, sadece hayal gücünün ürünü değil, kapitalist
küreselleşmenin bütüncül saldırısına karşı verilecek en etkili yanıtın yine bu
bütüncüllükten geçtiği bilincinin bir sonucuydu. Ya da nihayet, kapitalizmin ırkçı,
cinsiyetçi, ekolojik yıkıma ve sınıf sömürüsüne dayanan karakteri, kimsenin
inkâr edemeyeceği biçimde açığa çıkmış oluyordu.
Ekoloji ve Feminizm Arasında Bağlar
“Eşitliğin sürdürülebilirliği” ve insan
onurunun sağlanması, ekoloji ve feminizmin ortak noktasıdır (Juan Tortosa, 2011).
Kadının ve doğanın ezilmesi üretimcilik, fetih ve işgale dayalı ataerkil
zihniyetin bir sonucudur ve böyle olduğuna göre de, bu ikisinin kaderi
birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Kapitalist üretimcilik ve kalkınma ideolojisi,
yeniden üretim alanının tamamen hayattan dışlanması ve görünmez kılınması yanında,
doğanın emek sürecinde maliyetsiz bir girdi olarak görülmesini de beraberinde
getirir. Kadınlar doğanın yıkımının ilk kurbanlarıdır. Erkekler toprağın
sahibi, dünya üzerindeki yüzde 1’lik mülkleriyle kadınlar toprağın bilgesidir.
Özcü bir biçimde değil; toprağa bağımlı, geçimlik ekonomiye dayalı küçük aile
işletmelerinde çalışan kadınlar için toprağın korunması, çoğu zaman
kendilerinin de bir parçası oldukları yaşamın korunmasıyla aynı anlama
gelir. Bu nedenle de dün de bugün de
iklim adaleti hareketlerinin pek çoğunda kadınlar mücadelenin ön saflarında yer
alıyor. Kuramsal düzeyde feminizm ve ekoloji arasındaki ilişkiyi bir kenara bırakarak,1
mücadele içinde kadınların varlığını nasıl anlamamız gerekir sorusuna
odaklanmak istiyorum.
Her şeyden önce, yerel toplumsal
mücadelelerle ilgili hemen herkesin ilk elden tespit ettiği kadınların harekete
radikal katılımı, Türkiye’ye özgü bir mesele değil. Barbara Epstein, (1995:6)
Amerika’da zararlı atıklara karşı yürütülen çevresel adalet hareketlerinin
militanlarının veya bu hareketleri inceleyen araştırmacıların pek çoğunun kadınların
yüksek oranlı katılımını tespit ettiklerini ifade ediyor. Bu tip hareketlerde
kadın katılımının sayıca fazla olmasının nedeni, hareketlerin sağlık, özellikle
de çocuk sağlığı merkezli olması. Daha önce herhangi bir siyasal etkinliğe katılmamış
olan kadınların pek çoğunun yakın sağlık tehditleri karşısında, özellikle
çocuklarının ve yaşlıların sağlığını korumak için bu hareketlere katıldığı
varsayımını, cinsiyetçi işbölümü temelinde çocuk ve yaşlı bakımının temel
sorumluluğunun kadınların üzerinde olageldiği açıklamasına dayandırarak
kavrayabiliriz. Ancak, bu açıklamanın genellenebilir olduğunu söylemek zor. Aynı
biçimde Tortosa ile söyleşisinde, Herrero da Hindistan’da Narmada nehri barajı,
ABD’de ilk ekolojist harekete geçme sayılan Love Canal’la ilgili toksik atık
sorununa karşı yürütülen mücadelede, komünal toprakların korunmasında, kentsel
toplumsal alana dahil olmak için verilen mücadelede ya da sağlıklı gıda
mücadelesinde kadınların ön plana çıktığını vurguluyor. Özellikle yoksul kadınlar,
doğanın korunmasının hayatî bir ihtiyaç olduğunun farkındalar. O nedenle,
Filipinler’de tohum bankası kurulması mücadelesini de kadınlar veriyor. Endüstriyel tarıma, topraklara el konulmasına,
tarımsal ürünlere kota uygulanmasına karşı, nükleer ve termik santrallere,
HES’lere, altın ve gümüş madenciliğine karşı da kadınlar ön saflarda.
Bu ilişkiyi hem kuramsal hem de politik
düzeyde nasıl anlayabiliriz? Farklı ekollere sahip olsa da, ekofeminizm, kadınların
katılımı derecesi ve düzeyini ayrıştırmak için kullanabileceğimiz tek kavramsal
anahtar. Elbette bu anahtarın her kapıyı açtığını söylemek zor. Henüz “olmuş”
bir kuramsal set olduğunu söylemek için de erken. Ama kadınların özgül varoluşu
ekoloji hareketlerinin içinde yer alan her bir bireyin dikkatini bu kadar çeken
bir olguysa, demek ki elimizdeki tek kavramsal araç olan ekofeminizm üzerinden
hareket etmek dışında bugüne kadar geliştirilmiş bir seçeneğimiz yok.
Ekofeminizm ve sosyalizm
Ekofeminizm, ekoloji / feminizm ve sosyalizm
arasındaki ilişkiyi nasıl anlayabiliriz? İlk olarak, sınıflı toplumların tarihi
boyunca kadınların, sömürülenler ve kölelerin erkekler lehine sömürüldüğü
gerçeğiyle karşı karşıyayız. Aynı biçimde ekolojik yıkım da tıpkı cinsiyetçilik
gibi sınıflı toplumlara özgü olmamakla birlikte, ondan beslenen ve onu besleyen
bir mekanizma. Ekofeminist perspektife göre içinde bulunduğumuz kapitalist
dünyada bu iki mekanizma tek bir sürecin parçası olarak işliyor. Tarihsel
düzene erkeğin üretici, kadının ise yeniden üretici güç olarak iliştirilmesi ve
bununla beraber üretken etkinliğin kamusal, yeniden üretken etkinliğin özel
alanla bitiştirilerek ilkinin değerli, ikincisinin ise değersiz kılınması,
feminist yaklaşımların kendisini ortak olarak inşa ettiği bir ilk tespittir.
Ekofeminizm ayrıca, doğa ve tarih arasındaki sunî ayrıma dayalı olarak, doğal
olguların statik, tarihsel olguların dinamik olduğu düşüncesinden hareketle
tarihsel olarak üretilmiş bir olgu olan cinsel farklılaşmanın “doğal”, dolayısıyla
değişmez olduğu bakış açısını teşhir eder.
İkincisi, kadınların da
bir doğal kaynak olarak sömürüldüğü, kadınların sömürüsünün doğallaştırılmak
suretiyle meşrulaştırıldığı gerçeğidir. Ariel Salleh bunu “kadın = doğa
neksusu” olarak tanımlar. “Erkeğin zamanı,
kadının döngüsü” anlayışına göre, kadınların zamanı mensturasyon dönemlerine
bağlı olarak sikluslar halinde döngüsel bir zamanken, erkeğin zamanı
düzçizgisel bir ilerlemedir, erkeklik doğaya karşı mücadelede adım adım
kazanarak inşa edilir.
Ekofeminizm, tam da
biyolojizm aracılığıyla kadınların nasıl ezildiğini ve sömürüldüğünü göstermeye
çalışır. Mies’e göre, bir yandan kadınların çocuk doğurmaları gerçeği, doğanın
onlara sunduğu uterusun bir işlevidir ve bu nedenle de bilinçli / iradî insan
eyleminden ayrılır, doğaya ait bir eylem sayılır. Diğer yandan da emek kavramının
imlediği bedensel üretim araçları bedeni de “doğal” ve “insanî” kısımlar olarak
ayırır. Kafa ve kol insanî iken, uterus gibi cinsel organlar doğaldır.2 Kapitalizm insan bedeninin sadece çalışma aletleri
olarak kullanılabilecek kısımlarıyla ilgilenir. Üreme doğal görünen bir
aktiviteyken üretme doğaya karşı mücadelenin sonucunda elde edilen bazı
ürünlerin üretimidir.
Bu bakış açısında kadın doğa ile eşitlendiği
ve elbette bunun bir sonucu olarak değersizleştirildiği ölçüde sıfır maliyetli
etmen olarak yeniden üretimi üstlenir. Üretim sermaye birikimiyle valorize olan
üretici aktiviteler değildir. Üretimi kârla ve ücretli emekle açıklayan bir bakış
açısı, doğayı sıfır maliyetli etmen olarak görürken, kadını da yeniden üretim
alanında ücretsiz ev kölelerine dönüştürür.
Sermaye yeniden üretim maliyetlerinin tamamını
karşılamaz, bu maliyetler ya aile, ya devlet ya da doğanın kendisi tarafından
karşılanır. Ekonomik kriz dönemlerinde ise sermaye genellikle ilksel sermaye
birikimi yoluyla metalaşmış girdiyi artırıp, yeniden üretim maliyetlerini de kısarak
genel maliyetleri düşürmeye ve sermaye birikimini bu yolla artırmaya çalışır.
20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren uygulanmaya konan neoliberal ekonomik
politikalar, tam da genelleşmiş sermeye birikimiyle kıyaslandığında şiddete
dayalı ilksel sermaye birikiminin daha çok ön plana çıkması üzerine kuruludur.3
Şiddete dayalı ilksel sermaye birikimi
kapitalizmin başlangıç aşamasında değil, her zaman var olan, kapitalizmle iç
içe bir olgudur. Bilindiği gibi, ilksel birikim, emeğe el koyma, ücretsiz
kölelik, doğanın sömürgeleştirilmesi gibi yoğun emek sömürüsünü içerir.
Neoliberalizmin en temel özelliklerinden biri, genelleşmiş sermaye birikimine
karşı ilksel sermaye birikiminin çok yoğun olarak artmasıdır. İlksel sermaye
birikimi, genel olarak, marksist yazında sermayenin paradan para kazanmaya
başlamasına kadar olan kurucu dönemi imler ve arkasından “değirmenin döneceği”
düşünülür. Ancak, neoliberalizmle birlikte bir kez daha açık biçimde ortaya çıkmıştır
ki, kapitalizm değirmene her zaman su taşımak zorundadır. Şu anda neoliberalizmin
su, hava, karbon ticareti gibi yeni metalaştırma alanları bulması bunun en
bariz örneğidir. Diğer taraftan, kadınlar bu ilksel sermaye birikimine sürekli
maruz kalmaktadır. Bu bakımdan, kadın emeği ve doğanın üretkenliğinin sömürüsü,
her zaman bir ilksel sermaye birikimi olarak iş görür. İlksel sermaye birikimi
kapitalizmde her zaman bir el koyma ilişkisi olarak devam eder.4
Suyun özelleştirilmesi tartışmaları bu ilksel sermaye birikiminin bir
göstergesidir. Kadınların kendi bedenlerine ve ürettiklerine yabancılaştırılması
da bu el koymanın bir önkoşulu olarak iş görür. Diğer yandan, bu sürecin
içerdiği şiddet, hem kadınlar hem de doğa üzerinde devam etmektedir. Küresel
bir el koyma ve sömürü biçimi olarak kapitalizm ve onun vazgeçilmez parçası olan
savaşlar kadın emeğine ve kadın bedenine sürekli bir tecavüz aracı olarak iş
görür.
Üçüncü olarak, üretici ve tüketici olarak kadınlar
ekolojik kriz karşısında erkeklerden daha kırılgandır. Yeşil devrimin köylü
aile temelli yapıyı yıkmasıyla birlikte kadınlar toplumsal yaşam ve çalışma
alanlarından kopartılmış ve gıda krizinin etkilerini azaltmak için daha çok çalışmaya,
aynı zamanda daha çok yoksullaşmaya başlamıştır.5 Örneğin, yakın
zamana kadar Türkiye’de beş milyon ücretsiz aile işçisi kadın söz konusuydu
ancak bu kadınlar yine de istihdamda yer alıyordu ve kendilerine bir kamusallık
ediniyordu. Endüstriyelleşmiş tarımla birlikte, bu kadınların çok önemli bir kısmı
istihdam dışında kaldı. Kadınların istihdam oranı on yıl içinde yüzde 26’dan
21’e düştü. Kadınların emeklerinin bir piyasa değeri olmasa bile, böylelikle
değer üretme sürecinden koparılmış oldular.
Sosyal refah rejimlerinin yaşlı ve çocuk bakımı
gibi unsurların belirli kısmını üstlendiği ve kadınları istihdama çektiği
dönemler geride kalmış, kadınlar neoliberal muhafazakârlığın da etkisi ve
desteğiyle, bir yandan evlerinde esnek ve güvencesiz biçimde çalışırken, diğer
yandan da bakım emeği ve genel olarak yeniden üretim emeğini daha fazla
harcamaya mahkûm edilmiştir. Ekonomik krizlerin bu tabloyu daha da ağırlaştırdığını
eklemek gerekir.
Diğer taraftan, tüketimciliğe dayanan
kapitalizm hane temelli tüketimin birincil aktörü/hedefi olarak kadını, lüks
tüketimin birincil hedefi olarak ise erkeği görür. Tüketimi kısması gereken de
kadınlardır, çünkü “onlar alışverişten başka bir şey bilmez”. Son zamanda
üzerine yazılıp çizilen Aile Bakanlığı’nın “Enerji Teyze” kampanyasını hatırlayalım;
ışığı kapatan evin bilinçli hanımı, doğanın daha az sömürülmesine de katkıda
bulunuyordu. Oysa evin bilinçli hanımları ve beyleri, ışığı hep kapatırlar,
zira bu doğanın sömürüsüne karşı duyarlılıktan değil, elektrik faturasına karşı
duyarlılıktan ileri gelir. Işığı kapatmayan, sürekli şalteri açık tutarak aşırı
üretim yapan fabrikalardır. Yani, yoksulluk sermayenin kirlettiğini
temizleyemese de, aşırı tüketimi zaten kısıtlar. Ama yine de kadınlara, “Hadi
biraz daha! Işığı da kapa!” denir ki, sermaye “biraz daha” kirletebilsin.
İklim göçleri kadınların ekolojik kriz karşısında
kırılganlığının bir başka sonucu ve kendi içinde yeni sorunlar doğuran bir
başka sorundur. 2050 yılında 1,5 milyar insanın iklim değişiklikleri ve bunların
yarattığı felaketler nedeniyle yer değiştirmesi bekleniyor. Bunların önemli bir
kısmını ise kadınlar ve çocuklar oluşturuyor.
İklim değişikliğinden kaynaklı olarak
felaketler karşısında da kadınlar kaynaklara erişimlerinin kısıtlı olması
nedeniyle erkeklere kıyasla çok daha kırılgandır. Örneğin, bir hortum uyarısı
yapıldığı sırada, dışarı çıkmak, sığınağa gitmek için gerekli olan araç, ehliyet
gibi unsurlardan kadınlar tarihsel olarak yoksun bırakılmış durumdadır. Dolayısıyla,
bu tip felaketlerde de kadınların ve elbette çocukların yaşamsal riskleri daha
fazladır.
Dördüncü olarak, kapitalizmin üzerine
oturduğu sıkı kontrol mekanizmasının ilk unsurlarından biri özel ve kamusal
alanın ayrılması ve özel alanda kadın bedeni üzerinde denetimin kurulması, kadının
kendi bedenine yabancılaştırılması olmuştur. Kadın=Doğa, Erkek=Akıl anlayışı,
erkeği doğaya ve dolayısıyla kadın bedenine hükmeden bir konuma yerleştirir.
Yabancı toprakların fethi mistik, militarist bir unsur olarak doğanın ve kadın
bedeninin fethini de içerir. Kadın kendine erkeklerin gözüyle bakmaya başlar.
Tıp tarafından da kadın bedeni jinekoloji
aracılığıyla doğal olana müdahalenin bir uzantısı olarak kodlanır ve ormanda
yol açmak, denizi doldurmak gibi bir müdahale aracı haline getirilmiş
olur. Kadın sağlığı açısından, örneğin
GDO’lu üretimde, endüstriyel tarımda kullanılan toksik maddelere karşı da
xeno-östrojen ve göğüs kanseri arasında birebir ilişki olduğu gösterilmiş olup,
bu da endüstriyel tarımın sağlık maliyetlerinin de erkeklerden farklı bir
biçimde kadınlara yüklendiğinin açık bir kanıtıdır.
Aynı zamanda, kente dayalı kapitalizm, insanlığın
doğaya yabancılaşması, doğanın ölü / ruhsuz bir unsur, üzerinde egemenlik
kurulması gereken bir unsur olarak yeniden tarif edilmesini de içerir.6
Diğer yandan, karmaşık teknoloji ürünleri ve üretim bantları, insanın doğaya ve
aynı zamanda kendi doğasına yabancılaşmasını beraberinde getirir. “Üreticilerin
kendi toplam emek ürünleri ile ilişkileri, onlarla kendi aralarında bir ilişki
olarak değil de emek ürünleri arasında toplumsal bir ilişki olarak” kurulur ve
bu ilişki içinde emekle birlikte yaşam da bireylerin tek tek üzerinde denetim ve
karar sahibi olabileceği bir unsur olmaktan çıkar.
Kapitalizmi ancak mümkün olan en ucuz meta
üretimi ve bunun sınırsızca üretilmesi ve kontrolsüzce satılması olarak anladığımızda
güvencesizliği, doğanın ve kadınların sömürüsünü tam olarak kavrayabiliriz.
Kapitalizm emeği ücretli emeğe çevirmeye çalışmaz; emeği, yaşamı ve gezegenin
kendisini, paraya ve metaya çevirmeye çalışır.
Meta fetişizmi, yabancılaşma ve sömürünün
bilinebilen tek karşıtı özgürlüktür.7 Doğanın, insanın ve yaşamın
sömürüden kurtulması da ekonomik, siyasal ve felsefî bağlamda kendi kendini
gerçekleştirme olarak siyasal projemiz olmalıdır.
Bunun için üretimde ve tüketimde tam bir
otonomi, küçük ölçekli planlama ve geçimlik tarıma geri dönüş; “zaman paradır”
şiarına ve nefes kesici bir yarış olarak hayat algısına karşı mücadele
gerekiyor. Bu aynı zamanda, bütün egemenlik biçimlerinin ilgasını ortadan kaldırmak
anlamına geliyor.
Dipnotlar
1) Bu konuda daha önce giriş niteliğinde bir yazı kaleme almaya
çalışmıştım. Meraklısı için bakınız Balta, 2009.
2) Age., s. 104-105.
3) Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991 Aşırılıklar
Çağı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Everest Yayınları, 2006.
4) Claudia von Werlhof , “No Critique of Capitalism without a
Critique of Patriarchy! Why the Left Is No Alternative” Capitalism Nature
Socialism, Vol. 18, Nr. 1, March 2007, pp. 13-27.
5) Vandana Shiva, Staying Alive: Women, Ecology, and Development,
Cambrigde, South End Press, MA, 2010, s. 113.
6) Claudia von Werlhof , “No Critique of…
7) Karl Marx, Friedrich
Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil, Ankara, Sol
Yayınları, 1979.
-------------------------------------------------------------------------------------
Ecehan
Balta
1975
Ankara doğumlu. ODTÜ ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimi aldı. Ekoloji Kolektifi üyesi. Praksis
dergisinin kurucularından ve yayın kurulu üyesi. Kolektif ekososyalist dergi,
Praksis, Antikapitalisteylem.org’da düzenli olarak yazıyor. Ekoloji dışında,
toplumsal hareketler, kırsal dönüşüm, sağlık sosyolojisi gibi alanlarla
ilgileniyor.