Tunus’ta ‘Tek Adam’, ‘güçlü diktatör’ Zeynel Abidin bin Ali, uzun yıllar süren iktidarını 2011 yılının Ocak ayının ortasında kitle gösterilerine dayanamayarak terk etmek zorunda kaldığında, dünyada kimse ‘Arap Baharı’nın başladığını aklına getirmemişti.
Çok geçmeden Tunus’taki gelişmeler Mısır’da tekrarlanınca, ‘Son Firavun’ Hüsnü Mübarek, hiç hesapta olmadığı şekilde Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda 100 binlerce kişinin katıldığı gösteriler sonucunda Şubat ayının ortasında koltuğunu bırakınca tüm dünya ‘Arap Baharı’nın çiçek açtığı sonucuna vardı.
Arkadan, iki ülkenin ortasında bulunan Libya geldi. Libya’da Muammer Kaddafi’nin 40 yılı aşan koltuğu sallanmaya başladı. Libya’daki gelişmeler Tunus ile Mısır’dan farklı oldu. Upuzun bir sahili olan ülke; fiilen, tarihi ve coğrafi özelliklerine göre ikiye bölündü. Eski Roma döneminin Mısır’a bitişik Bingazi merkezli Cyreneica bölgesi, yönetime karşı ayaklanır ve son verirken Tunus’a bitişik Trablus merkezli Tripolitania, Kaddafi’nin kontrolünde kaldı. Libya, adı konmadan, Cyreneica ile Tripolitania arasında bölündü. Aşiret yapılarına dayanan ülke, aşiretler arası savaş şeklinde bir iç savaş yaşamaya başladı.
Kaddafi’nin Bingazi’yi ele geçirerek ayakta kalması ihtimalinin belirmesi üzerine, devreye uzaktan Amerikan kumandalı Fransa ve İngiltere girdi. Fransa’nın başını çektiği bombardıman, son kertede Bingazi’nin Kaddafi’nin eline geçmesini önledi ancak Libya ‘Arap Baharı’nın çiçek açan dallarından birine benzemiyordu. İşin işine dış müdahale girdi. Dış müdahale, NATO operasyonu boyutu kazandı.
Gelişmeler Körfez’in dibindeki Bahreyn’e ve en dibindeki Yemen’e sıçramıştı. Bahreyn, ne Yemen, ne Mısır, ne Tunus ve ne de Libya’ya benziyordu. İstanbul’un herhangi bir semti kadar küçük nüfusa sahip, Şii çoğunluklu nüfusu ve Sünni Kraliyet ailesinin yönetimi altındaki Bahreyn, boyundan çok daha büyük bir şeyi temsil ediyordu: Körfez’de Sünni-Şii bölünmesi üzerinden İran-Suudi Arabistan çatışmasını. Yemen ise tümünden başka bir öykü, bambaşka bir jeopolitik alandı.
Amerikan medyası, Libya görüntüleri, Bahreyn çalkantıları, Yemen’deki belirsizlik üzerine, ‘Arap Baharı’ deyiminden vazgeçti. ‘Arap Kışı’ndan söz eden yazılar yayımlanır oldu. Bahar, yaza varmadan geri dönüp kışa dönüşmüştü sanki.
Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası’nı yalayan gelişmelere Araplar’ın kendisi ‘Devrim’ adını verdi. Kimi düşünürler daha ihtiyatlı bir dil kullandı; ‘Arap Ayaklanmaları’ ya da ‘Arap Aydınlanması’ sıfatını uygun gördü.
Bütün bu isimler, sıfatlar ve gelişmeler Ortadoğu’nun ‘kalbi’ne, Suriye’ye değmeden gerçeklik kazanamazdı. Suriye, sadece Ortadoğunun jeopolitik yüreği değil, ‘Arabizm’in de merkeziydi.
Suriye’nin ‘Arabist misyonerliği’ 14. Yüzyıl öncesine, İslam’ın ilk yıllarına kadar uzanır. İslam, Arabistan Yarımadası’nda Mekke ve Medine’de doğduktan sonra ilk devletini, Şam merkezli olarak bugünkü Suriye topraklarında kurmuştu. 661- 750 yıllarında Emeviler, Şam’da ilk Arap-İslam İmparatorluğu’nu kurdu. Kurmakla kalmayıp İslam’ı Kuzey Afrika’ya ve oradan İspanya’ya Endülüs’e taşıdılar.
Uzun Osmanlı yüzyılları boyunca, ortada Suriye ismi yoktu ama ‘Bilad-ı Şam’ adında bugünkü Lübnan’ın, Ürdün’ün ve Filistin’in bağlı olduğu Şam Vilayeti vardı. Osmanlılara karşı Arap milliyetçi düşüncesi ile eylemi, bir başka deyimle ‘Arap Aydınlanması’ ve ‘Arap bağımsızlık fikri’ Şam Vilayeti’nde ortaya çıkmıştı.
Büyük tarihçi Arnold Toynbee, ‘A Study of History’ adlı 12 ciltlik eserinde, dünyanın iki jeopolitik pivotundan söz eder. Bunlardan birini, bir milenyum boyunca ‘insanlığın tarihinde derin bir iz bırakacak şekilde’ uygarlıklar ve dinlerin birbirlerine karıştığı Suriye olarak tanımlar.
Tunus’ta başlayan Mısır’da en önemli ‘merkez üssü’nü elde eden gelişmeler Suriye’ye ulaşmadan, ‘Arap Baharı’ adını belki alabilirdi ama ‘Arap Devrimi’ niteliğini kazanamazdı.
Değişim dip dalgası, Suriye rejiminin başındaki Beşşar Esed’i bile gafil avladı. Suriye ile ayrı siyasi eksenlerde yer alan Tunus ve Mısır, hatta Libya, Esed’de alarm zilleri çaldırmamıştı. Tunus ve Mısır’da olanlardan memnun gözüküyor ve aynı gelişmelerin niçin Suriye’de olamayacağını yabancı basına anlatmakla meşguldü.
15 Mart 2011 tarihinde ‘Arap Devrimi’nin alevleri, Suriye’ye en tahmin edilemeyecek yerden, güneyde Ürdün sınırı yakınındaki Dera’a’dan girdi. İnternet ile El-Cezire çağının çocukları, Tunus’ta ve Kahire’de Tahrir’de olanları televizyon ekranlarından seyretmişti. ‘Beşşar İrhal’, yani ‘Beşşar Çekil’ yazılarını Dera’a’nın duvarlarına graffiti olarak yazmaları, kendilerine işkence ve ölüm olarak geri döndü.
Dera’a’daki zulüm ise Esed’e Suriye halkının her gün artan sayılarda ayaklanması olarak geri döndü.
Dera’a ile dayanışma gerekçesiyle, önce kıyı şeridindeki Banias ile Lazkiye, daha sonra Hatay sınırının dibindeki İdlib, giderek Irak sınırına yakın Deir ez-Zor ve bunları izleyen süre içinde Şam-Halep karayolu üzerinde ülkenin omurgasını oluşturan şehirlerden Hama, Homs devreye girdi. Hama, 1982 yılında Beşşar Esed’in babası döneminde 10-20 bin kişinin hayatını kaybettiği katliamın merkeziydi. Homs, ‘Suriye’nin Stalingrad’ı’na, kimisine göre ‘Suriye’nin Saraybosna’sı’na döndü.
Suriye’de karışıklıkların başlamasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra 10 bin kişi hayatını kaybetmişti. 25 bini Türkiye’ye olmak üzere, 100 binin üzerinde insan Lübnan, Ürdün ve Irak’a sığınmıştı. O rakamın iki misli ise ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmıştı. Ülkenin üçüncü büyük şehri Homs büyük ölçüde boşaltılmış, başkent Şam’a göçmenler halinde yığılmıştı.
Suriye’de filmi geri sardırmak, 14 Mart 2011 tarihinde ‘status-quo ante’ye döndürmek artık imkânsız. Gelgelelim, iktidar da Mısır, Tunus, Libya ve hatta Yemen’de olduğu şekliyle değişmedi. Ülkeye eskisi gibi hükmedemiyor ama aynı zamanda da yıkılmıyor. Satranç oyunundaki ‘pat’ durumuna benzer bir hali yaşıyor.
Böyle olmasının birçok nedeni var. En başta geleni, Suriye’nin bölgesel ve uluslararası birçok fay hattının kesiştiği jeopolitik konumu. Suriye’de iktidarı elinde tutan Esed-Makhlouf ailesinin dayandığı mezhebi taban, ülke nüfusunun yüzde 8-12 arası bir bölümünü oluşturan Aleviler. Rejim, bu mezhebi tabana ve diğer azınlıklar ile gerçekleşmiş zımni koalisyona dayanarak 40 yılı aşan bir süre iktidarını sürdürüyor. Bu zaman zarfında, rejimin en önemli iki kurumu olan istihbarat-güvenlik bürokrasisi ile silahlı kuvvetlerin kilit noktalarına bu mezhebin mensupları yerleşti.
Alevilerin, çoğunluğu Rum Ortodoks olan Hristiyan azınlık (ülke nüfusunun yüzde 10-14’ü) ile Sünni egemenliğinden kaygılı Dürzi azınlığı (nüfusun yüzde 3-4 civarı) yüzde 1 oranındaki İsmaili mezhebinden olanların eylemsiz desteği, iktidarın kitlesel konfigürasyonunu oluşturuyor.
Buna belli ölçülerde nötralitesi elde edilmiş olan yüzde 10 dolayındaki, ayrı bir etnisite olan Kürtleri de eklersek, Suriye nüfusunun yüzde 35-40’lık bir oranı, ya varoluşsal kaygılarla rejimle birlikte ya da ayaklanmanın aktif unsurları içinde yer almıyor.
Ayrıca, en büyük iki merkez, Şam ve Halep’in Sünni ticaret burjuvazisinin belirli ölçülerde rejimle bir ‘co-habitation’ içinde bulunduğu düşünülürse, zaten amansız bir baskı rejimi için yeterli bir kitle desteği sağlanmış demektir.
Böyle bir rejim yıkılmamak için, şiddete sınırsız biçimde başvurursa, böylesine bir kitlesel zemin üzerinde ömrünü uzatır. Bu durumda Sünniler, önemli ölçüde nüfus çoğunluğuna sahip olmakla birlikte, asimetrik bir dezavantaj ile karşı karşıyadır.
Ancak, böyle rejimlerin en önemli dayanağı olan ‘Korku Duvarı’ yıkılırsa, yani silahsız kitleler her şeyi göze alarak sokaklara dökülürse, ülkenin yönetiminin istikrarla devamı da mümkün değildir.
Bu durum, ister istemez, Suriye’yi iki seçenekle karşı karşıya bırakıyor:
1. Kronik ve şiddet ortamında sürecek bir istikrarsızlık;
2. İç savaş ihtimali.
Ülkenin çeşitli bölgesel ve uluslararası fay kırıklarının kesişme noktası olması burada devreye giriyor. Suriye’nin iktidar konfigürasyonu ve dış ittifakları (İran), ülkeyi kendiliğinden bölge çapındaki Sünni-Şii çatışmasının bir mücadele alanı haline dönüştürüyor.
Bu çerçevede İran-Suudi Arabistan, İran-Batı, bu arada İran-İsrail ve en önemlisi adı konmamış Türkiye-İran rekabetinin ifade ettiği fay hatları, Suriye coğrafyasının üzerine yerleşiyor.
Bütün bunlara ek olarak, bu ülkenin Tartus limanında Akdeniz’de kalan tek deniz üssüne sahip olan Rusya da Suriye krizi üzerinden Ortadoğu politikasına Sovyetler Birliği günlerinde olduğu gibi bir dönüş yapmak ve uluslararası gündemde elini güçlendirmek hesabında. Bu hesapla, Suriye rejiminin destekçileri arasında yer aldı, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden biri olma kozunu kullandı ve kendisiyle birlikte ‘BRIC’ adlı yükselen pazarlar gruplaşmasının önemli üyeleri Çin ve Hindistan’ı Suriye rejimine destek olmak konusunda arkasından sürükledi.
2000’li yıllarda yeni Ortadoğu açılımının merkez üssü olarak bu ülkeyi değerlendiren, Esed ile çok özel ve yakın ilişkiler geliştiren Türkiye ise dramatik bir dönüş yaşayarak Suriye rejimiyle iplerini koparttı. Suriye’de rejimin yıkılması halinde oluşacak iktidarı hazırlamak amacıyla ‘Suriye Ulusal Konseyi’ (SUK) adlı muhalefet şemsiye örgütünün İstanbul’da 2011 Ekim ayında kurulmasına ön ayak oldu.
Türkiye’nin Suriye’nin bölgedeki en yakın dostu olmaktan, rejime hasım konumuna kaymasının seyri de şöyle:
1. Türkiye, Tunus, Mısır, Libya’daki rejim değişikliklerinin ‘sponsor’u konumunda öncü rol oynadı ve bir yükselen bölgesel güç olarak ‘statüko yanlısı’ olmaktan ‘değişim yanlısı bölge gücü’ konumuna geldi. Arap dünyasını saran değişiklikler karşısında, bunun karşısına dikilerek bölge gücü konumunu muhafaza edemezdi. Değişim dalgası bu ülkeye gelince, Tunus-Mısır-Libya eksenindeki tavrının doğal sonucu olarak, Suriye’de de değişim seçeneğinin yanında yer almaya mecburdu.
2. AKP’nin dayandığı kitlesel çekirdeğin Suriye Sünnileri ile kültürel ve hatta organik beraberliği, bu ülkede onların ayağa kalktığı bir tarih evresinde, Türkiye’deki iktidarı fazla seçenekle karşı karşıya bırakmıyordu. Ayrıca, bölgede Sünnilerin Irak Savaşı sonrası yaşadığı ‘merkez boşluğu’, İran’ın oluşturduğu ‘bölgesel Şii ekseni’ karşısında, bölgenin geleneksel Sünni güç merkezi olarak Türkiye’nin doldurmasını kaçınılmaz kılıyordu.
3. Suriye’de benimsediği siyasi pozisyon Türkiye’yi, İsrail ile ilişkilerinin çok bozuk olduğu bir dönemde ABD ile Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozukluğundan olumsuz biçimde etkilenmeyecek biçimde, yakın bir işbirliği içinde tutmaya yarıyor; aynı zamanda da bölgedeki belirleyici aktif rolü, iç sorunlarıyla boğuşmakta olan ve Ortadoğuya enerjisini harcayamayan Avrupa Birliği (AB) nezdinde de vazgeçilmez bir ortaklık imkânı sağlıyordu. Yani Suriye, Türkiye için Batı ile ilişkilerini toparlamak ve işbirliği içinde bulunmak fırsatını sunuyordu.
Türkiye’nin Suriye’de Mart-Ekim 2011 tarihlerinde adım adım değişen ve rejimin karşısına dikilmekle sonuçlanan değişken politikasını, Realpolitik’in rasyonalitesi içinde anlamak gerekir.
Tabii, bir de bu ülkenin komşularının, başta Türkiye, birçok aktörün Suriye politikalarını belirleyen ama adı konmayan ‘Suriye’nin Kürt sorunu’ söz konusu. Suriye Kürtleri, nüfusun toplam yüzde 10’u kadar ve Araplar’dan sonra en büyük ulusal topluluğu temsil ediyor. Ancak, yaşadıkları topraklar, Irak Kürdistanı ya da Türkiye’deki soydaşları için geçerli olduğu biçimde, coğrafi süreklilik göstermiyor. Çoğunlukla ülkenin kuzeydoğusunda, Irak Kürdistanı’na, Türkiye’nin Güneydoğu illerine bitişik, Suriye petrol yataklarının da bulunduğu El Cezire bölgesinde ve yine Hatay ile Halep arasında kalan, Afrin kentinin yer aldığı bölgede yaşıyorlar.
Temsil güçleri tartışmalı 10’u aşkın Kürt partisinin oluşturduğu ve Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’nin nüfuzu altında kurulan Kürt Ulusal Konseyi (KUK) çatısı altında bir araya geldiler. KUK, henüz Suriye muhalefetinin ‘temsilcisi’ olarak uluslararası kabul görmeye başlayan SUK ile birleşmiş değil. Dahası, PKK’nin Suriye kolu olarak bilinen Demokratik Değişim Partisi’nin (PYD) tek başına gücünün KUK kadar, hatta ondan da fazla olduğu öne sürülüyor. PYD’nin diğer Kürt örgütlerine bir üstünlüğü de onlardan farklı olarak silahlı bir örgütlenme olması. PYD ayrıca, geçici olma ihtimali olmakla birlikte İran-Suriye ekseni üzerinden hareket edebilmek gibi bir manevra alanına sahip.
Suriye Kürtleri’nin belirsizlikler içeren bu durumu, İran-Suriye ekseni karşısında konumlanmak ihtiyacı duyan ABD desteği altında Ankara ile Erbil arasında yakınlaşmayı arttıran ama aynı zamanda bu ülkeye yönelik atılacak siyasi adımları daha da komplike kılan sonuçlar yaratıyor.
Kürtler’in, Suriye ayaklanmasının kaderini belirleyecek rolde olduğuna inanılıyor; bununla birlikte henüz kazananı-kaybedeni belli olmayan bir oyuna aktif biçimde dahil olmaktan kaçınıyor ve Türkiye’nin kendi Kürt sorununu aşamamış olmasından da kaynaklanan kuşkular duyuyor.
Bütün bu unsurlar, Suriye’deki gelişmelerin yönünü ve rejimin ömrünün ne kadar kaldığını daha da büyük soru işareti haline getiriyor.
Elbette, ABD’nin seçim yılı olmasından da kaynaklanan, Obama yönetiminin Suriye konusunda rejim değişikliği için gerekli, yeterli ağırlığı koymaktan kaçınması da Esed rejiminin ömrünün devamına ve uzamasına yarıyor.
Bu kadar soru işareti arasında bir tek şey kesin ve şimdiden biliniyor: Suriye’deki gelişmeler ve bunun sonucunda ne türlü bir değişim olursa olsun, bunlar, tüm Ortadoğunun geleceğini belirleyecek. Tarihin yönünü değiştirecek.