Japonya’nın kuzeydoğusunu 11 Mart 2001 tarihinde vuran Richter ölçeğine göre 9 büyüklüğündeki tarihin bilinen beşinci büyük depremi ve onun sonucunda oluşan yüksekliği yer yer 10 metreyi bulan dalgalardan oluşan tsunami meydana getirdi. Bu, depremlerle iç içe yaşayan Japonları hazırlıksız yakaladı.
Deprem ve tsunami, yalnızca Japon halkını hazırlıksız yakalamakla kalmadı, Japonyanın elektrik ihtiyacının yüzde 30’unu karşılayan nükleer santralları da olumsuz etkiledi ve bugüne kadar yaklaşık 60 yıllık tarihinde bilinen en büyük nükleer kazayı da meydana getirdi. Yine Japonya’nın kuzeydoğusunda bulunan Fukuşima Daiçi Nükleer Santralı’nın dört reaktöründe birden yakıt çubuklarının soğutulamamısı nedeni ile çekirdek erimesi başladı. Toplam altı reaktörden oluşan santralın üçüncü reaktöründe ise kısaca “MOX” denilen plütonyum-uranyum yakıt karışı ise en büyük nükleer felaketin eşiğinde olduğumuzu gözler önüne seriyordu.
Üstelik 9 Nisan 2001 tarihinde yine Japonya’nın kuzeydoğusunda meydana gelen Richter ölçeğine göre 7.4 büyüklüğündeki depremde bu kez Oganawa Nükleer Santralı’ında aynı felaketin bir kez daha yaşanmasına karşın, bizim medyamızda ve yöneticilerimizde nükleeri ateşli bir şekilde savunanlar ön plana çıkıyordu. Hatta Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız dahil, hepsinin birinci nesil dediği Fukişima Nükleer Santralı’nın 3. reaktörü ikinci nesil çıkıyordu.
Öte yandan, Taner Yıldız ve Türk yetkililer, nükleer karşıtlarının iddia ettiği Ecemiş Fayı’nın Akkuyu Nükleer Santralı için Japonya’daki gibi felakete yol açabileceğinin tersini savunup, Akdeniz’de böyle bir tsunami yaşanmayacağını savunurken, Cumhuriyet Bilim ve Teknik ekinde 8 Nisan 2004 tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Cenk Yaltırak’ın “Deprem, tsunami Akkuyu Santralı’nın yer seçimi” başlıklı bilimsel makalesinde, Akkuyu yakınlarında denize giren Kozan Fay Hattı’nın ve Ecemiş’in denizdeki yapısının iyi incelenmesi gerektiğine dikkat çekiyordu. Yaltırak, makalesinde şöyle diyor:
“Ecemiş ve Kozan Fayı ve Orta Toros’ların güneyinde deniz alanının jeolojisi Akkuyu Nükleer santrali yer seçimi çalışmaları 1983’te devlet tarafından yapılan araştırmalarla başlar. 1985’te Kanada’lı Terratech şirketi bu raporu inceledi ve araştırmanın yetersiz olduğunu belirledi. 1988 ve 89’da DEÜ Koca Piri Reis araştırma gemisi bölgede çalıştı, denize uzanan fayları haritaladıii. Yetişi tarafından varlığı ortaya konan sol yanal atımlı Ecemiş fayının, Gökçen ve arkadaşları tarafından günümüzde de aktif olduğu ve Akdeniz’e uzandığı öne sürüldü.
Türkiye jeolojisinde, Orta Anadolu güney doğusunda bulunan sol yanal atımlı Ecemiş Fayı, bu nedenle çok sayıda araştırıcının ilgisini çekti ve aktivitesi hakkında farklı düşünceler öne sürüldü v. Ecemiş Fayı’nın Akdeniz’e uzanmış olduğu varsayımı, Akkuyu Nukleer Santrali yapımını ilgilendiren bir konu olarak hem ulusal hem de uluslararası tepkileri tetikledi.
Bu çerçevede Ecemiş Fayı’nın denize olan uzanımı ve Akkuyu’ya gelip gelmediği tartışması ancak karada yapılacak ayrıntılı bir araştırma ile çözümlenebilir. En azından 30 m çözünürlüklü sayısal arazi modeli ve 1 m çözünürlüklü uydu görüntüleri ve 1/25.000 ölçekli jeoloji haritalarında görüldüğü kadarıyla, Ecemiş Fayı’nın üzerindeki sismik aktivite Akkuyu bölgesine uzanmıyor; bu dikkate alınırsa, Fayın Akdeniz’e birleştiği düşüncesi çok şüphelidir (Şekil 2).
Sayısal arazi modeline göre Ecemiş Fayı’nın güneye uzanan kesimi Çamlıyayla’dan (37°11’0.35”K- 34°36’26.98”D) itibaren saçaklanarak sönümleniyor ve Akdeniz’e ulaşmıyor veya 30 m çözünürlüğün altında bir atıma sahip. Gökçen ve arkadaşları tarafından denizde gözlenen ve Ecemiş fayı olarak nitelendirilen fay, iki binli yıllarda denizde yapılan araştırmalarda (Şekil 3) Kozan Fayı’nın devamı olarak tanımlandıği.
Kozan Fayı Akkuyu bölgesinde Kozan Fay zonu Adana Kozan’dan başlayarak Mersin’e ve oradan Akdeniz’e uzanırvi. Ecemiş Fayı ile benzer yaş özelliklerine sahip olan sol yanal doğrultu atımlı faylardan oluşur. Deniz araştırmalarında Kozan Fayı’nın Akkuyu önlerine kadar geldiği görülmekte.
Her ne kadar sismik araştırmalarda Kozan fayının deniz uzantısı saptanmış olsa da, santral yer seçimi için yapılan çalışmalar için söz konusu verilerin yeterli olduğu söylenemez. Eldeki veriler, Ecemiş Fayı’ndan ziyade Akdeniz’de sismik çalışmalarla saptanan, çökelleri ve deniz tabanını etkileyen fayların araştırılmasının gereğini gösteriyor. Deniz tabanında (Kıbrıs Türkiye arası ve İskenderun Körfezi) çok ışınlı batimetri verileri, Akkuyu güneyinde ve doğusundaki Göksu Deltası’nda sığ sismik araştırma yöntemleri ile araştırma yapılması, karot alımı ile fay zonunun etkilediği çökellerde tekrarlanma aralıkları bulunması şarttır. Bunlar yapılmadığı sürece Akkuyu santralinin inşası yeterli araştırma yapılmadan başlamış olacaktır.
AKKUYU, AKDENİZ’DE HEYELAN VE TSUNAMİ
Kıbrıs, Akdeniz arasında kalan alanda sismik kesitlerde dikkat çeken diğer bir nokta, deniz altında oluşmuş heyelanlardır. Tsunami’lerin sadece fayın yer değiştirmesinden oluşmadığı, deniz tabanında meydana gelen heyelanların da büyük tsunamilere yol açtığı bilinmekte. Kıbrıs adasının bulunduğu alan tektonik olarak aktif bir yerdir. Kıbrıs’ın güneyinde gerçekleşen dalma batma olayından dolayı, bu kesimde oluşacak bir depremin Kıbrıs kuzeyinde deniz tabanında heyelanları tetikleme olasılığı var.
Bu nedenle Kıbrıs Türkiye arasındaki deniz alanının iyi derece araştırılması en azından başlangıçta, aynı Marmara Denizi tabanında, Saroz Körfezi’nde İstanbul kuzeyinde Karadeniz de olduğu gibi yüksek çözünürlüklü batimetri çalışması yapılması gerekiyor. Riskleri, ancak heyelanların saptanması ve modellenmesinden sonra konuşulabiliriz.
Siyasi iradeler geçicidir, olacak bir felaketin sorumlusu maalesef yasalarımıza göre yoktur. 1999 depremleri öncesi bölgede sanayi tesisleri kurulmasını teşvik edenlerin tek savunması, bizi kimse uyarmadı oldu. 21 yüzyılda bilim insanlarının görevi, durumu ortaya koymak ve varsa tehlikelere açıkça işaret etmektir.
Akkuyu Santrali’nin yer seçiminden her şeyin yapıldığını söyleyecek bir tek yerbilimci yoktur. Aynı zamanda burada kesin tehlike vardır demek te söz konusu araştırmalar yapılmadan spekülatif olacaktır. Esas tehlike bilimi geriye iten sadece kendi kendine söyleyen ve inanan bir anlayışla, ben yaptım oldu mantığıdır.”
Yaşanan bu felaket sürecinde ise dünyada gelişmiş ülkeler kendi nükleer santrallarının güvenliğini sorgularken, hatta başta Almanya olmak üzere Batılı ülkelerin yöneticileri, nükleer reaktörlerini kapatma yönünde açıklamalar yaparken, Türk medyasında başta uluslararası anlaşma ile yapımı ve işletmesi Ruslara verilen Mersin Akkuyu Nükleer Santralı ile Sinop’ta Japonlar tarafından kurulma müzakereleri yürütülen nükleer santral tartışmaları gündeme geldi. Bir aylık bu süreçte Türk yetkililerinin açıklamaları ise daha büyük bir aymazlığı gözler önüne seriyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Rusya gezisi öncesi yaptığı basın toplantısında “Evlerimizde de Aygaz tüpleri var. Tehlike var diye yapmayacak mıyız?” derken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, “Bekârlığın nükleerden daha riskli” olduğunu açıklıyordu. Bakan Yıldız, bunu şöyle açıklıyordu:
“Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Türkiye’de kurulacak nükleer güç santrallarının riskinin eleştirildiği kadar yüksek olmadığını öne sürerek ABD’de bekârların evlilere göre 6 yıl daha az yaşadığı örneğini verdi.
Yıldız, CNN Türk’te Taha Akyol’un hazırlayıp sunduğu Eğrisi Doğrusu programında nükleer santrallarla ilgili soruları yanıtladı.
Türkiye’de kurulacak nükleer güç santrallarının riskinin eleştirildiği kadar yüksek olmadığını belirten Yıldız, bunu ABD’de yapılan sosyolojik bir araştırmadan örnek vererek açıkladı.
Yıldız, araştırmaya göre ABD’de bekârların evlilere göre 6 yıl daha az yaşadıklarının tespit edildiğini belirterek ‘Sigara ortalama insan ömrünü 2.3 yıl, yoksulluk 700 gün, alkol 130 gün, kalp 2100 gün öne çekiyor. Uçak kazaları ise ABD’de ortalama insan ömrünü bir gün öne çekiyor. Nükleer santralların ortalama ömür kaybı ise sadece 0.03 gün olarak tespit edilmiş’ dedi.”
Türkiye kamuoyu bu açıklama ile sarsılırken, bir Enerji bakanlığı yetkilisi, Reuters Haber Ajansı’na üçüncü nükleer santralın Bulgaristan sınırındaki İğneada’ya yapılacağını açıklıyordu.
Asıl mesleği çevre profesörü olan Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu ise Fukuşima’dan tüm dünyaya yayılan ve atmosferik hareketlerle Türkiye’ye de gelen radyoaktif bulutların bizdeki yüksek dağlar nedeni ile topraklarımıza uğramadan teğet geçeceğini açıklıyordu.
Kazadan buyana geçen yaklaşık bir aylık süreçte Türk medyasını mercek altına aldığımızda ise kimi köşe yazarları buna şiddetle karşı çıkarken, kimisinin de adeta takım tutar gibi nükleer enerjiyi desteklediğini görüyoruz. Kimi yazarlar ise arada kalmış durumda gözüküyor. Bu durum nükleerle ilgili pek çok filmde anlatıldığı gibi Penny Marshall’ın 1990 tarihli “The Awakenings” (“Uyanışlar”) ister istemez anımsatıyor.
Şimdi Fukuşima Daiçi Nükleer Santralı sonrası Türk medyasında yer alan yazılara göz atalım. Fukuşima’daki kaza ve ülkemizde kurulacak nükleer santrallar ile ilgili ilk yazıya, kazadan üç gün sonra, yani 15 Mart 2011 tarihinde, Milliyet Gazetesi’nde Hasan Cemal’in köşe yazısında rastlıyoruz. Hasan Cemal, “Nükleer enerjiye de Akkuyu’da nükleer satrala da bin kere hayır” başlıklı köşe yazısında şu görüşlere yer vermektedir:
“Nükleer santrallar konusunda kafası öteden beri karışık biriydim. Olsun mu, olmasın mı?
Bu soruya kesin bir yanıtım yoktu.
Uzun yıllar böyleydi. (...)
Ak Parti hükümetinin Ruslarla, herhangi bir ihaleye bile gerek görmeden, Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral inşa edilmesi için varmış olduğu anlaşma beni düşündürmüştü.
Fakat o zaman da gereken tepkiyi koymamıştım.
Şimdi koyuyorum:
(1) Nükleer santrallara karşıyım.
(2) Hükümetin Akkuyu’da nükleer santral kurma konusundaki inadından bir an önce vazgeçmesi için Başbakan Erdoğan’a çağrı yapıyorum.
(3) Çünkü, Japonya’daki Fukuşima felaketinden sonra daha hâlâ nükleer santral inadını sürdürmenin ‘insanlığa karşı bir suç’ olabileceğini bile düşünüyorum.
(4) Japonya kâbusu sonrasında nükleer santralların ne kadar büyük, ne kadar feci bir güvenlik riski oluşturduğunu görmemenin adı aymazlıktır, eski deyişle gaflettir.
Bir başka deyişle:
Nükleer enerji vazgeçilmez değildir.
Nükleer enerji ucuz değildir.
Nükleer enerji güvenli değildir.
Yıllar yılı bunların tam tersine inandırıldık.
Hatta kandırıldık.
Japonya’da yaşananları dehşet içinde seyrederken, bu gaflet uykusundan artık uyanmak zorunda olduğumuzu gördüm.
Evet öyle.
Gaflet uykusundan uyanmak lazım.
Ben uyandım.
Hâlâ uyanmayan varsa uyansın. Nükleer tehlikeye hep birlikte karşı çıkalım.
Japonya’da yaşanan korkunç faciaya bundan böyle kayıtsız kalamayız.
Ve de kayıtsız kalmamanın en iyi yolu nükleer enerjiyi insanlığın gündeminden silmektir.
Çağrımı yineliyorum:
Nükleer enerjiye, nükleer santrala hayır!
Mersin-Akkuyu’da nükleer santrala hayır![1]”
Hasan Cemal’in bu yazısına yanıt ise 17 Mart 2011 tarihinde Haber Türk gazetesi yazarı Güntay Şimşek‘ten gelir. Şimşek “Nükleere yüz bin kere evet” başlıklı yazısında Hasan Cemal’in yazısının içeriğinin boş olduğunu öne sürerek, şöyle diyor:
“Dün Milliyet gazetesinde Hasan Cemal, içeriği bomboş olan ve sadece tarafını belli ettiği yazısının başlığını ‘Nükleer bin kere hayır” koymuştu. Ben de ondan ilhamla ‘Nükleere yüz bin kere evet demek istiyorum. Nükleer enerji, nükleer teknolojiye giriş mesabesinde olduğunudan daha geniş kapsamlı olsun diye, sadece ‘nükleer’ diye anmak istiyorum.
İkinci konu ise medyada neden nükleer konusunda araştırmaları olan hocalarımızın görüşleri ışığında bir şeyler yapılmıyor. Mimarlar ve mühendisler odalarının ideolojik takıntılarıyla, dar görüşleriyle mesafe alınamayacağı ortadayken, önemli bilim adamlarımızı unutmuş olmamız büyük bir hata. Sadece bizlerin değil, zaman zaman hükümetin ilgili yetkililerinin de özellikle nükleer konusunda bilim adamlarımızdan görüş almadıklarını biliyorum.
Mesela İstanbul Teknik Üniversitesi Enerji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Altuğ Şişman gibi önemli bir isme, Japonya’daki hadiseler ışığında nükleer konuyu soran oldu mu?Yine Şişman’ın hocası Prof. Dr. Ahmet Bayülken’e ‘Siz ne düşünüyorsunuz’ diyen oldu mu? Hâlbuki Hasan Cemal gibi yazarlara bu tarz ilim adamlarının görüşleri ışığında konuyu gündeme almaları yakışırken yapmıyorlar[2]”
Zamanında Atinadan bildiren Reha Muhtar ise 18 Mart 2011 tarihli Vatan gazetesindeki köşe yazısında yaklaşık 10 bin insanın öldüğü, bunun iki katı kadarının da kayıp olduğu felaketin ardından geçmişte 25 yaşındayken davetli olduğu gazetecilik semineri sırasında verilen Tokyo’daki Türk Büyükelçiliği’nde tanıştığı, ateşli geceler geçirdiği Japon sevgilisini andığı “Japon sevgili ne yapıyor acaba şimdi” başlıklı yazısında Japon halkının durumu hakkında kaygılarını gündeme getiriyor[3].
Çevrecilere her fırsatta ateş püsküren, onları “istemezükçü” ilan eden, sürekli altıncıları, 3. Boğaz Köprüsü’nü savunan Hıncal Uluç ise 19 Mart 2011 tarihli “Nükleere enerji dedikleri” başlıklı yazısında bir anlamda nedamet getirerek, imana gelmiş gibi gözükmektedir. Uluç yazısında, ABD’li bir bilim insanın görüşlerini aktararak, şöyle diyor:
“Sonra Japonya felaketi geldi. Sonra dün Jonathan Schell'in "Hiroşima'dan Fukuşima'ya" başlıklı yazısını okudum.. New York Times'ta.. Kim bu Schell?. Yale Üniversitesi'nde Nükleer Çıkmaz üzerine kurs düzenleyen bir bilim adamı..
Müthiş bir yazı..
Japonya'yı arka arkaya vuran üç felaketi anlatıyor. Önce deprem.. Sonra tsunami.. Sonra da, nükleer reaktörlerdeki patlamalar..
"İlk iki şok tabiat ananın eseriydi. Ama üçüncüsünde baş rolü biz insanlar oynadık. Çünkü o reaktörleri biz yaptık" diye giriyor konuya.. Biraz özetleyerek nakledeyim..
***
İnsanlar burunlarını sokana kadar, dünya üzerinde atom enerjisi, fizyon, füzyon diye bir şey yoktu.
66 yıl önce gene Japonya'da Amerika, Hiroşima ve Nagazaki'ye iki bomba attı. O zamanki Başkan Truman "Bu atom bombası.. Uzaydaki temel gücü kullandık. Güneş'in kudretini yaratan enerjiyi, Uzak Doğu'yu savaşa bulaştıranlar için kullandık" dedi.
Geçen yıllar içinde insan eliyle yapılan atom bombasının deprem kadar, hatta sonrasındaki kalıcı radyasyon etkisiyle depremden beter olduğu ortaya çıktı.
1950'de atom enerjisinin aydınlık yüzü araştırılmaya başlandı. Nükleer enerji üreten fabrikalar kuruldu. Başkan Eisenhower "Barış için atom" kampanyasını başlattı. Amerika nükleer silahsızlanma karşılığı başka ülkelere nükleer teknoloji bilgileri verecekti. Kampanya hızla gelişti, ama bu arada Amerika'nın elindeki nükleer başlıklı silah sayısı da 1436'dan 20 bin 464'e çıktı, ne hikmetse..
Nükleer enerji santralleri dünyaya yayılırken sorunlar da başladı..
Birincisi.. Nükleer enerji üreten, atom bombası yapma imkânı da buluyordu.
İkincisi.. Binlerce yıl radyasyon yaymaya devam edecek nükleer artıklar, nerde, nasıl saklanacaktı?.
Üçüncüsü..
Nükleer santrallerin kendileri Çernobil ve Japonya'da olduğu gibi tehlike yaratabiliyorlardı. Nükleer enerji karmaşık ve yüksek bir teknoloji. Ama kazaya uğraması çok kolay.
Tekniğin esası, nükleer zincirleme reaksiyonla elde edilen yüksek sıcaklıkla, suyu buhara çevirmek, bu buhar gücünü de elektrik üretecek dinamoları döndürmekte kullanmak. Ortaya çıkan sorun, elde edilen yüksek sıcaklığın devamlı, aksamadan soğutulması. Soğutma için pompalar, pombalar içinde klasik enerji kaynakları gerek. Bunlarda da bir hata çok kolay. Japonya'da, soğutacak suyu pompalayan jeneratör depremle durunca, pompa durdu. Soğutma durdu ve hızla ısınan reaktörde önce erime, sonra patlamalar başladı. Ardından da radyasyon sızıntısı.
Bir sıcak şeyi, üzerine soğuk su sıkarak soğutmak kolay bir teknoloji ama, işte bazen aksıyor. Bazen bir tsunami, bazen de bir kontrol düğmesinin başında duran elemanın uykuya dalması yeterli olabiliyor.
Ve bunlar, Japonya gibi dünyanın en ileri teknolojisine sahip bir ülkede olabiliyorsa, ötekileri bir düşünün..
Sorun, daha güvenilir ve yedekli soğutma jeneratörleri yapmak, güvenlik kural ve önlemlerini geliştirmek, sıkılaştırmak, nükleer artıkları yanlış yerlere koymamakta değil.
Sorun, bütün bu işlerin insan gibi asla mükemmel olmayan bir yaratık tarafından yönetilmesi ve kontrol edilmesi.
Dünyayı doğa yeterince tehdit ve tahrip ederken, ona insan eliyle yapılmış yardımcılar vermemize gerek yok.
Bazıları, Japonya'daki gelişmeler üzerine nükleer enerjiden vaz geçilmesini ileri sürüyorlar. Benim başka bir önerim var. Acele karar vermeyelim. Duralım ve düşünelim. Ne zamana kadar?.
Nükleer artıkların başında gelen plütonyumun yarı ömrü 24 bin yıl. Yani 24 bin yılda, reaktörde ortaya çıkan ve saklanması gereken plütonyumun yarısı başka maddelere dönüşüp radyo aktif olmaktan çıkıyor. O zaman bu yarı ömrün yarısı kadar zaman süresinde düşünürsek, acele etmiş olmayız. Yani 12 bin yıl..
Bu arada da, bir yandan yeni enerji şekilleri ararız.. İşte ancak o zaman, atomu bölmekle iyi bir iş yapmış oluruz.."
***
İnsanın kanı donuyor değil mi?[4]”
Son yıllarda Türk medyasının yükselen yıldızı ve DP Başkanı eski MHP’li Namık Kemal Zeybek’in eski damadı Yiğit Bulut ise 14 Mart 2001 tarihli Habertürk gazetesindeki “Dünya ‘yıkıma mı’ gidiyor… ‘Dünya sona yaklaşıyor’ tezleri gerçek mi” başlıklı yazıları ile katılır. Bulut yazısında nükleerci patronu Ciner’i de düşünerek, “Sevgili dostlar her sistem ‘en noktasına’ değerek inişe geçecek ve dünya gezegeni de ‘ömrünün zirvesini’ yaptıktan sonra belki tek başına belki de bağlı olduğu sistemle birlikte ‘yol olma’ yoluna girecektir. Burada önemli ayrıntı, bu tip bir ‘sönümün – yok oluşun’ insan ömrü gözlem aralığı kriterine asla sığmayacağı ve 2000 yıl, 3000, 5000 yıl gibi kısa bir zaman aralığında olmayacağıdır[5]” diyerek nükleer enerjiye bir anlamda destek çıkmaktadır.
Yılmaz Özdil’in Hürriyet Gazetesi’nin 27 Mart 2011 tarihli sayısında yayımladığı “Al sana nükleer” başlıklı yazısında, Star Haber’in muhabiri Turgut Erat ile kameramanı Mustafa Şap’ın Japonya depremi ve Fukuşima kazasında yaşadıklarını aktararak, asıl haberin İstanbul’un göbeğinde yaşandığına dikkat çekiyor. Özdil yazısında “tüp de patlayabilir” diyen Başbakan Erdoğan’a atfen, Japon’yadan dönen arkadaşlarını gönderdikleri Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nükleer Tıp Merkezi’nde yakaladıkları görüntüyü gözler önüne seriyor. Haber yapmak için Fukuşima Daiçi Nükleer Santralı’nın dibine kadar giden gazeteciler, nükleer tıp merkezinin kapısında elektrikli semaver görür ve üzerinde “Semavere dokunmayın elektrik kaçırıyor” yazmaktadır. Özdil de yazısını “Ha memlekette nükleer santral kurmuşsun. Ha evine tüp bağlamışsın yani![6]” diye bitirir.
Öte yandan, Türk basınında Fukuşima Akkuyu üzerine çeşitli söyleşilere de rastlamak olası. Bunlardan biri Cumhuriyet gazetesinde Leyla Tavşanoğlu’nun Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Erhan Karaçay ile Vatan Gazetesi’nden Mine Şenocaklı’nın Prof. Dr. Tolga Yarman ve Prof. Dr. Ahmet Ercan ile yaptığı “Bilim adamları uyarıyor” ve “Fukuşima Çernobilden beter” başlıklı 21 – 22 Mart tarihlerinde yayımlanan yazı dizileri nükleer enerji gerçeklerinin her boyutunu gözler önüne seriyordu[7].
Öte yandan, tüm dünya kamuoyu ile Türkiye halkı nükleere karşı tepkisini ve kuşkusunu ortaya koyarken, hükümetin nükleer sevdası devam ediyor. Başbakan Erdoğan, nükleer enerji tüp gaz benzerliğinden sonra ortaya yeni örnekler koydu. 27 Mart 2011 tarihinde Kahramanmaraş’ta yaptığı açıklamada Başkana Erdoğan, Türkiye’nin nükleer enerji konusundaki kararlılığının devam ettiğini belirterek, ”Riski var diye arabaya binmeyecek miyiz? Karşı çıkanlar bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu” diye sordu. Başbakan, nükleer hakkında soru işaretlerini çoğalttı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kahramanmaraş’ta 142 megavat kurulu gücündeki EnerjiSA Hacınınoğlu Regülatörü ve Hidroelektrik Santrali’nin açılış konuşmasında, Japonya’daki çok büyük ölçekli depremi fırsat bilerek nükleer enerji noktasında tamamen bilgi eksikliği içinde yorumlar yapıldığını söylüyordu:
“Şu anda Dünya’da 442 nükleer enerji santrali bulunduğunu, bu santrallerin bütün tedbirleri alınmak suretiyle güvenle enerji ürettiğini dile getiren Erdoğan, şunları söyledi:
Riski var mı, tabii var. Patlayabilir. Şimdi patlayabilir diye geçenlerde söyledim, tabii bu malum şahıs ve şahıslar tarafından eleştiri aldık. Şimdi riski var patlayabilir, diye biz tüpgaz kullanmayacak mıyız? Riski var diye arabaya binmeyecek miyiz? Riski var diye İstanbul’un Boğaz Köprüsü’nün üzerinden geçmeyecek miyiz? Olur ya halatlar kopabilir, geçmeyecek miyiz? Deprem esnasında kopabilir. Geçmeyecek miyiz? İşte bu zihniyete sorarsanız geçmeyeceksiniz. Boğaz’ın altından tüp geçit yapıyoruz, raylı sistem kuruyoruz oradan geçmeyeceğiz? Riski var, havasız kalabilirsin.
Bu anlayış hiçbir zaman aklın, bilginin, deneyimin tecrübenin ortaya koyduğu eserlere yönelik başında hep olumsuzdur, ‘no’ tuşuna basarlar, bittikten sonra ‘yes’ tuşuna basarak geçerler, bunların yapısı bu. Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu? Siz bir yandan Türkiye’yi büyütmekten bahsedecek, diğer yandan hayal tacirliği umut tacirliği yapacak ama diğer yandan enerjiyi nereden temin edeceğinizi açıklayamayacak, enerji yatırımlarına karşı çıkacaksınız. Bunu anlamak mümkün değil.”.
2023 yılında Türkiye’nin kurulu gücünü 100 bin megavata çıkarmayı hedeflediklerini belirten Erdoğan, bunun için de her yıl yaklaşık 5 milyar dolarlık enerji yatırımına ihtiyaç bulunduğunu söyledi.
Başbakan Erdoğan, ayrıca, şunları söylüyordu:
“Bu iş hesap işi. Bunun adresi filancanın ismi filancanın ismi değil. Özelleştirmelerle özel sektörün enerjideki payını yüzde 75′e çıkaracak, hidroelektrik enerjisini de 20 bin megavat kurulu güce ulaşacak şekilde yatırımlarımızı sürdüreceğiz. 2023 itibarıyla rüzgarda kurulu gücümüzü 20 bin megavata çıkarmışı hedefliyoruz. Petrol ve doğalgaz arama faaliyetlerimizden de bu süreçte güzel neticeler bekliyoruz.
Dün yine bu arama çalışmalarına katılacak olan bir platform, Karadeniz’e girdi. Hedefimiz 2023 yılında bu iki kaynağı da ithal etmeyen kendi üreten bir Türkiye ve ayrıca Sinop ve Mersin’de kuracağımız nükleer santrallerin de ülkemizin kurulu gücüne 10 bin megavat katkısı olacak. Tabii bununla kalmayacağız. Buna hedefimiz dört tane daha nükleer de…
Biz harita çalışmaları üzerinde duruyoruz. Bunların da adımlarını atacağız. Türkiye’nin geleceğini inşa ederken en temel altyapılarından olan enerjiyi ihmal edemeyiz. Ve her şeyi de bütün planlama ve güvenlik tedbirleri içinde hayata geçirmenin gayreti içindeyiz.”
AKP hükümetinin hemen her uygulamasını eleştiren ana muhalefet partisi CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun nükleere karşı olmadığını ise Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın 3 Nisan 2011 tarihli “Kılıçdaroğlu nükleer teknoloji istiyor” başlıklı köşe yazısında görüyoruz. Bila Kılıçdaroğlu’nun Beşiktaş’ın Çarşı grubu gibi “her şeye karşı” olmadığını vurgulayarak, yazısında şunları söylüyordu:
“Meslektaşlarımız ‘Nükleer santrala ne diyorsunuz?’ diye sorunca, ben sandım ki, ‘karşıyız’ diyecek ve kestirip atacak...
Öyle yapmadı; ‘Biz” dedi, ‘nükleer enerjiye karşı değiliz de ihalesiz ve kontrolsüz nükleer santrala karşıyız.’
Sonra da açtı sözlerini:
‘Rusya ile ihalesiz bir anlaşma yapıldı. Santralı Ruslar yönetecek. Bizimkiler olmayacak. Kontrol yüzde 100 Ruslarda olacak. O zaman biz nükleer teknolojiyi öğrenemeyeceğiz. Türkiye nükleer teknolojiyle tanışmayacak. Sadece ürettiği elektrikten yararlanacağız. Biz kategorik olarak nükleere karşı değiliz ama teknolojisini almak şartıyla.’
‘Ortak olmalıyız’
CHP lideri, nükleer teknolojiyi istiyor. Türkiye’nin bu teknolojiyle tanışması gerektiğini söylüyor. Bunun için de nükleer santralların nasıl ve kim tarafından yapılacağının ihale ile belirlenmesini ve mutlaka Türkiye’nin de ortak olması gerektiğini vurguluyor. Örnek de veriyor:
‘Dünyada her ülke bu işe devlet ortaklığıyla girmiş. Bunun bir anlamı var. Hem teknolojiyi öğreniyorsunuz hem de kontrolü tümüyle yabancı yatırımcıya bırakmıyorsunuz. Ama hükümetin kabul ettiği modelde her şey yüzde 100 Rusların kontrolünde. Eğer amaç elektrik açığını kapatmaksa, onun daha ucuz yolu var? Rusya’da bir nükleer santraldan elektrik alırsınız. Daha da ucuza gelir.’
Kılıçdaroğlu, eğer santralı biz kontrol edemeyeceksek, nükleer teknolojiyi alamayacaksak, o zaman, santral Rusya’da olur biz elektriği alırız, daha iyi ve daha güvenli, düşüncesinde...[8]”
Öte yandan, bir Rus nükleer uzmanın “Çernobil’den dört kat daha tehlikeli” dediği Fukuşima felaketinden sonra Uyanışlar filminde Robert de Niro’nun oynadığı Leonard Lowe karakteri gibi Türk medyasında bazı köşe yazarlarında uyanışlar başlamışken, bazıları da körü körüne nükleeri savunmaya devam etmektedir. Türk basınında nükleere karşı ve destekleyenlerin yanında bir de arada kalanlar gözükmektedir. Bir de başka telden çalanlar gözlemleniyor.
[1] http://www.milliyet.com.tr/nukleer-enerjiye-de-akkuyu-da-nukleer-santrala-da-bin-kere-hayir-/hasan-cemal/siyaset/yazardetay/16.03.2011/1364743/default.htm
[2] http://www.haberturk.com/yazarlar/611192-nukleere-yuz-bin-kere-evet
[3] http://www.yazaroku.com/fguncel/reha-muhtar/18-03-2011/japon-sevgili-ne-yapiyor-acaba-simdi/325723/.aspx
[4] http://www.yazaroku.com/fyasam-magazin/hincal-uluc/19-03-2011/nukleer-enerji-dedikleri/326013/.aspx
[5] http://www.yazaroku.com/fguncel/yigit-bulut/14-03-2011/dunya-yikima-mi-gidiyor-dunya/324506/.aspx