Türkiye Çin ilişkilerinde Uygur meselesi

Makale

Çin son yıllarda AKP’nin Uygur meselesine daha az dikkat çekiyor olmasından memnun olmakla birlikte Türkiye’yi halen güvenilir bir ortak olarak görmüyor.

Photo shows ethnic Uighurs during a protest against China near the Chinese Consulate in Istanbul in 2019
Teaser Image Caption
Uygurlar, İstanbul'daki Çin konsolosluğu yakınlarında bir protesto gösterisinde. 15 Aralık 2019.

Bu yazıda ifade edilen görüşler yalnızca yazara ait olup, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği’nin görüşlerini her durumda yansıtmıyor olabilir.

Türkiye ile Çin arasında coğrafi bir yakınlık olmamasına rağmen, Türkiye’nin Orta Asya dışındaki en geniş Uygur diasporasına ev sahipliği yapıyor olması dolayısıyla Çin’in Türk siyasetinde daima bir yeri olagelmiştir. Bu nedenledir ki, Çin’in yükselişiyle birlikte bu ülkeye ancak yakın zamanda önem atfetmeye başlayan başka birçok ülkenin aksine, Türkiye öteden beri Çin siyasetine ilgi göstermekteydi. Türkiye 1950’lerden bu yana Uygur göçmenler için güvenli bir sığınak oluşturduğundan, Çin ile Türkiye arasındaki ikili ilişkiler oportünizm ve güvensizlik üzerine inşa edilmiş durumdaydı. Türkiye-Çin ilişkileri önceki hükümetler döneminde Uygur meselesi yüzünden iniş çıkışlara şahitlik ettiyse de, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2009 Urumçi olaylarını[1] bir tür soykırım olarak nitelendirmesi iki ülke arasında daha önce benzeri görülmemiş türden bir anlaşmazlığa yol açtı. Türk hükümeti o dönemde kendisini ezilen Müslümanların sesi olarak konumlandırarak, BM ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi uluslararası platformlarda Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde (SUÖB) Çin tarafından işlenen insan hakları ihlallerini gündeme getirmekteydi.

2010’larda Türkiye kamuoyunda da Çin’in Uygurlara yönelik zulmüne karşı yoğun bir hassasiyet mevcuttu. Örneğin, 2015 yılında sosyal medyada Çin’in SUÖB’nde oruç yasağı uyguladığına dair çıkan haberlerin ardından Türkiye’de yirmiden fazla şehirde sokak gösterileri düzenlenmişti. Ancak 2015’ten sonra Türk hükümeti Pekin yanlısı bir politika benimseyerek uluslararası platformlarda Uygurları temsil etme düşüncesinden vazgeçti. Dahası, Türk toplumunu Uygur konusunda harekete geçiren milliyetçi çevreler de Türkiye’de Uygur siyasi aktivizmini desteklemeyi bıraktılar. Çin daha öncesinde Türkiye’nin SUÖB’nde Çin tarafından işlenen insan hakları ihlallerine yönelik sözlü çıkışmalarını dolaylı yollardan kısıtlamaya çalışıyor idiyse de, Türkiye’nin Batı’dan gitgide uzaklaşması gibi kendi iç siyasi yönelimleri sayesinde Uygur meselesi hakkında Türkiye’yi kendisiyle aynı hizaya çekmek bakımından beklenmedik bir fırsat yakalamış oldu.

Türkiye’nin AB ile arasındaki bağlar AB’nin Türkiye’ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık teklif etmesiyle zayıflamaya başladı. Bunun yanı sıra, 2018 yılında Türk lirasında yaşanan kriz Çin ve Türkiye’nin menfaatlerinin örtüşebileceği yeni bir ortama zemin hazırladı. Ancak Çin’in Türkiye üzerinde artan nüfuzunun hem sebebi hem de sonucu olarak AB ve ABD’nin tahripkâr politikalarına da işaret etmek gerekir. Batı’nın demokrasi vurgusu Türkiye’yi alternatif odaklar aramaya itti, ancak Çin ve Rusya gibi alternatif çekim merkezlerinin varlığı da bu yeni rotaya geçişi kolaylaştırıp destekledi.

Dünyada şu ya da bu şekilde demokratik bir sisteme ve hareketli bir topluma sahip olan tek Müslüman-Türk ülkesi Türkiye’ydi. Ne var ki ülkenin başkanlık sistemine geçişiyle kuvvetler ayrılığı ilkesi erozyona uğradı ve böylelikle tek parti iktidarının dayandığı temel daha da sağlamlaşmış oldu. Hükümete güç kazandıran başlıca dayanaklardan biri halen seçmen tabanı olsa da, Türk demokrasisinin yatay hesap verebilirliği son yıllarda oldukça zayıfladı. Yeni rejim sadece eleştirel medya organlarına baskı uygulamakla kalmayıp, kendi eliyle rejim yanlısı medya kuruluşları da yarattı. Türk dış politikasının ve Çin’le olan ilişkilerin şekillendirilmesinde de bu yeni tesis edilen başına buyruk sistem etkili oldu. Dolayısıyla, Türkiye’nin otoriterleşmesi ikili ilişkilerde yeni bir çağın kapılarını açtı.

Çin de uluslararası ilişkiler alanında muhalefeti veya toplumu dikkate almadan doğrudan partiden partiye teması tercih ettiğinden, Türkiye’deki tek parti iktidarı Çin’in dikkatini çekti. Çin ile Türkiye arasında kurulan yeni işbirliği atmosferi, ekonomi, siyaset ve güvenlik/terörle mücadele alanları da dahil olmak üzere birçok mecrada kendini göstermeye başladı. Bu işbirliğinin çerçevesi net olmadığından, şu aşamada ikili ilişkilerin seyrini inceleyerek Çin’in Türkiye’den siyasi beklenti veya taleplerinin ne olduğunu tahmin etmek pek kolay değil. Ancak Uygurlarla ilgili olarak Erdoğan Türkiyesi’ne yönelik siyasi beklentilerin iki temel konu etrafında kümelendiği söylenebilir. Çin’in öncelikle, Uygurlar cenahında var olduğunu iddia ettiği aşırılıklarla mücadele etmek amacıyla kurduğu gözaltı kampları ve gözetim mekanizmaları konusunda uluslararası arenada sessiz kalınması ve Türkiye’deki Uygur diasporasının siyasi eylemlerine kısıtlamalar getirilmesi yönünde bir beklentisi mevcut. İkinci olarak ise, Uygurlar hakkındaki haberler örtbas edilmek suretiyle Türk toplumunda oluşabilecek tepkilerin asgari düzeyde tutulması umuluyor. Bu nedenledir ki Türkiye, çok dikkat çekmeyen birkaç açıklama dışında, bu konularda uluslararası arenada tarafsız bir tutum sergiliyor. Bir yandan insan hakları ihlalleri nedeniyle Çin’e yönelik bir kınamada bulunmuyor yahut gözaltı kamplarının kapatılmasına yönelik çağrılara imza atmıyor, ancak Çin dostu olan başka ülkelerin yaptığı gibi Çin’in radikalleşmeyi önleme kampanyasına da destek vermiyor. Ankara’nın Uygur politikası, Çin ile Türkiye arasında hem siyaset hem güvenlik alanındaki uzlaşıların bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bunun en çarpıcı örneği, Türkiye ile Çin arasında 2017 yılında imzalanan ve sınır ötesi suç faaliyetlerinin kısıtlanmasını amaçlayan suçluların iadesi anlaşmasıdır. Söz konusu anlaşma henüz TBMM tarafından onaylanmamış olmakla birlikte, Türkiye’nin Uygur mültecileri üçüncü ülkelere sınır dışı ettiğine dair resmî olmayan kaynaklardan sızdırılan haberler, Türk vatandaşlığına veya daimi oturum iznine sahip olmayan Uygurlar arasında korkuya yol açtı. Türkiye ayrıca Uygur diasporasının ülke içindeki faaliyetlerini kısıtlamaya yönelik bir politika da izlemeye başladı. Örneğin yakın bir tarihte Ankara’da gösteri düzenlemek isteyen bir Uygur topluluğuna izin verilmedi.

Türkiye, Çin’in toplama kamplarındaki insan hakları ihlallerine yönelik olarak içeride yayılan bilgilerin denetlenmesi konusunda da katı bir politika uyguluyor. Hatta bu politikanın Çin’in istediği veya beklediği düzeyin çok ötesine geçtiği bile söylenebilir. Hükümet yanlısı medyanın gerçekleri çarpıtarak ve/veya iktidar partisi hakkında çıkan olumsuz haberleri susturarak iktidara güç kazandıran zeminin korunması bakımından önemli bir rol oynadığı açık. Ancak Uygur meselesi ve toplama kampları konusu, bilhassa ana haber bültenleri söz konusu olduğunda, sadece hükümet yanlısı medya tarafından değil, muhalif medya tarafından da tümüyle görmezden geliniyor. Hükümet yanlısı medya bu politikayı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) İslamcı-milliyetçi seçmeninde tahrik uyandırmama maksadıyla güderken, muhalif medya organlarının tutumu ancak duyarsızlık veya kayıtsızlıkla açıklanabilir. AKP’nin ittifak halinde olduğu ve 2018 yılında Uygur meselesinin baş savunucularından biri olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) de AKP’nin Çin’i incitmeme politikasına paralel olarak Uygurlara verdiği desteği geri çekmiş görünüyor.

Türk hükümetinin Uygurlar konusunda sessiz kalması dolayısıyla Türk siyasetinde çok ender görülen iki olay yaşandı. 2016 darbe girişiminin ardından bir İslamcı-milliyetçi hükümet, tarihinde ilk kez, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşarak Avrasyacılığa yönelmesi ve bunun neticesinde Uygur meselesinin marjinalleştirilmesi hususunda Doğu Perinçek’in Aydınlık grubu gibi aşırı laik solcu gruplarla yakınlaştı. 2019 yılında İYİ Parti’nin “Çin’in Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine uyguladığı baskıların araştırılması” yönünde verdiği meclis önergesi de farklı siyasi partiler arasında alışılagelmedik bir ittifak yaşanmasına dair ikinci örneği oluşturuyor. İYİ Parti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) söz konusu araştırma önergesinin kabulü lehinde oy kullanırken, AKP bu teklifi reddetmiş, MHP ise çekimser kalmıştı. Öyle ki, HDP’li bir milletvekili, Erdoğan’ın 2019 yılında yaptığı ve Çin ile Türkiye arasında bir uzlaşıyla sonuçlanacağı düşünülen Çin ziyaretine atfen, AKP ile MHP’nin Uygurları 50 milyar dolara “satmış” olduğundan bahisle AKP hükümetinin Uygurları kendi kaderine terk ettiğini öne sürdü. Çin’in Türkiye’ye yönelik olarak yaptığı ekonomik yardımlar TBMM çatısı altında ilk kez bu şekilde dillendirildi. Çin’in Türk hükümeti açısından taşıdığı önemin ekonomik güce dayandığı açık olmakla birlikte, Çin açısından bakıldığında, Türkiye’nin stratejik veya jeopolitik öneminin yanı sıra, AKP iktidarının da son derece ilgi uyandıran bir faktör olduğu vurgulanmalıdır. AKP siyasetin tüm mecraları üzerinde mutlak bir kontrol tatbik etmek ve her türlü muhalefeti bastırmak suretiyle iç ve dış politikada tek sorumlu aktör haline geldi. Bu nedenledir ki Çin, Türkiye’deki tek parti hâkimiyetini ve başkanlık sistemini bir fırsat olarak görerek, söz konusu tek aktörün davranışlarını ekonomik nüfuzunu kullanarak kolayca kısıtlayabileceğini düşündü.

Güçlü bir seçmen tabanına sahip olmayan aşırı sol dışında, yeni kurulanlar da dahil olmak üzere neredeyse tüm muhalefet partilerinin AKP’nin Çin politikası karşısında birleşiyor olması dikkat çekicidir. Müslüman-Türk bir azınlık olarak Uygurlar hakkında derin hassasiyetlere sahip olan tek kesimin İslamcı-muhafazakâr milliyetçiler (ki AKP’nin halkın desteğini aldığı ve tepkilerini en düşük seviyede tutmak istediği için bu konuyla ilgili bilgileri sakladığı kesim tam da budur) olmadığı, laik-milliyetçi kesimin (İYİ Parti ve CHP’nin halk tabanı) de bu konuda son derece duyarlı olduğu unutulmamalıdır. Ana muhalefet partilerinin AKP’nin Uygurları terk etme pahasına Çin’le olan bağlarını sağlamlaştırması karşısındaki eleştirileri işte bu hassasiyetten doğuyor. Ana muhalefet partileri dışında Gelecek Partisi ve Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) de AKP iktidarının otoriter ve Batı karşıtı bir yola sapması karşısında eleştirel bir tavır içine girdiler. Gelecek Partisi AKP’nin Uygur politikasının ahlaki açıdan kusurlu olduğunu söylerken, DEVA Partisi daha ziyade Batı yanlısı ekonomi kurumlarının Çin destekli kurumlara kıyasla güvenilirliği konusuna odaklanıyor.

Sonuç olarak, Çin son yıllarda AKP’nin daha öncesine oranla Uygur meselesine daha az dikkat çekiyor olmasından memnun olmakla birlikte, iki sebeple Türkiye’yi halen güvenilir bir ortak olarak görmüyor. Bunlardan ilki, AKP’nin Uygur konusundaki Pekin yanlısı politikasından ötürü muhalefet partilerinde gözlenen hoşnutsuzluğun, seçimler yoluyla hükümetin değişmesi ihtimali dolayısıyla, Türkiye ile kalıcı bir güven ilişkisi inşa etmek bakımından Çin’in önünde bir engel oluşturuyor olmasıdır. İkinci sebep ise AKP’nin izlediği dış politikada mütemadiyen değişiklik yapması dolayısıyla, iki ülke arasında gelişen ilişkilerin tersine dönebilme ihtimalinin Çin’de yarattığı endişedir.

 

[1] Bu olaylar, 5 Temmuz 2009 tarihinde Çin’in güneyindeki Guangdong eyaletinde yer alan bir oyuncak fabrikasında iki Uygur işçinin ölümünün ardından Çin hükümetinin hiçbir adım atmaması üzerine Urumçi’deki Uygurlar tarafından düzenlenen barışçıl bir protesto gösterisi olarak başlamış, ancak polisin göstericilere kullandığı şiddet sonrasında etnik bir ayaklanmaya dönüşmüştür.