2022 Dünya Mülteciler Günü – Ege’nin öbür yanına kaçış... Tarih tekerrür ediyor

Yorum

Şu anda dünya çapında yaklaşık 100 milyon insan zorla yerinden edilmiş durumda. Bu nedenle, bu yılki Dünya Mülteciler Günü bir kez daha üzücü bir rekora imza atıyor: BMMYK rakamlarına göre, mülteci sayısı hiç bu yılki kadar yüksek olmamıştı. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü işgal amaçlı acımasız savaşın da bunda payı var.

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaştan önce, “mülteci konusu” ile ilgili tartışmalar kesilmişti. AB’ye çok az sayıda mülteci  ulaşıyordu ve AB üye devletleri statükoyla başa çıkmanın bir yolunu bulmuş gibiydiler. Önce, yıllardır tartışılan Ortak Avrupa Sığınma Sistemi’nin her reformu engellendi. Sonra, Türkiye gibi ülkelerin aşırı sayıda mülteciye ev sahipliği yapması sağlanarak ve AB’nin sınır bölgelerinde bildik tüm hukuk ihlallerine ve tacizlere göz yumularak “AB dış sınırları koruma altına” alındı; bu sayede artık neredeyse hiç kimse korunmak amacıyla Avrupa’ya giremeyecekti.

24 Şubat 2022’den sonra, birkaç gün içinde 2015 ve 2016’nın toplamından fazla insan Avrupa Birliği’ne kaçtı. Bunun sonucunda zorla yerinden edilme konusu, Brüksel’de ve tüm AB başkentlerinde bir kez daha toplantıların ilk gündem maddelerinden biri haline geldi. Şimdiye kadar Ukrayna’dan gelen 7 milyon mülteci dayanışmayla karşılandı, ancak bunun ne kadar süreceği henüz belli değil. Bununla birlikte, mültecilere kökenlerine göre muamele etme sorunu ortaya çıktı.

Bu ayrım özellikle Yunanistan’da dikkat çekici boyutlarda. Bu durumu, Ukraynalıları “gerçek mülteciler” diye adlandıran ve onları diğer “yasadışı göçmenler”den ayrı tutan Yunanistan Göç Bakanı Notis Mitarakis gibi resmi hükümet temsilcilerinin söylemlerinde görmüyoruz yalnızca, Yunanistan’ın ev sahipliği yaptığı 21.000’den fazla Ukraynalı işgücü piyasasına, sağlık hizmetlerine ve ayrıca barınma ve mali desteğe erişim imkânı bulurken, diğer mültecilerin bu haklardan mahrum kalması gerçeğinde de görüyoruz. Yunan Mülteciler Konseyi’nin Oxfam ve Save the Children örgütleriyle ortak yayınladığı bir bildiride, diğer mültecilere ikinci sınıf mülteci muamelesi yapılması eleştiriliyor. İkinci sınıf mülteci muamelesi yalnızca temel hizmetlere erişimde değil, genel anlamdaki korumaya erişimde de görülüyor; bu temel hak Yunanistan’a gelen diğer bütün mültecilerden esirgeniyor.

Göçmenlerin İnsan Hakları BM Özel Raportörü Felipe González Morales’in yakın zamanda yayınlanan raporunda, Yunanistan’da diğer şeylerin yanı sıra geri itmelerin fiilen hem kara hem deniz hudutlarında uygulanan bir “genel politika”, yani hemen hemen standart bir prosedür haline geldiği belirtiliyor. Raporda ayrıca Morales, bu politikadan etkilenen insan sayısındaki artışla ilgili endişelerini de dile getirerek, yalnızca 2020-21’de en az 17.000 kişinin Türkiye’ye geri itildiğinin bildirildiğini ifade ediyor. Geri itmenin, Yunan hükümetinin bu insanlarla ilgili izlediği resmi strateji olduğunu söylüyor. Nitekim, muhafazakâr Nea Dimokratia (Yeni Demokrasi) partisi hükümeti, korunma talebiyle gelen insanların kaçının Yunanistan’a ulaşmasının “başarıyla” engellendiğini açıkça söylemekte bir beis görmüyor. Ülkenin sınırlarında hukuk ihlalleri yaşandığına dair suçlamaları da kaale almıyor. Bu apaçık bir çelişkidir, ancak bu uygulamanın şimdiye kadar Yunan hükümetine herhangi bir olumsuz sonuca neden olmaması, iyi işleyen bir uygulama biçimi haline gelmesine yol açtı.

Ancak mültecilerin korunması meselesi Ege Denizi’nin Yunanistan tarafında zor günlerden geçiyor değil yalnızca. Türkiye’yedeki hükümetin de ülkede mülteci karşıtı duyguları körüklediği açık. Türkiye, ülke nüfusuna oranla ülke içinde barınan mülteci sayısı kıyaslamasında dünyada başı çeken bir ülke. Yaklaşık 85 milyon nüfuslu ülke, bugün 3,6 milyondan fazlası Suriyeli olmak üzere yaklaşık beş milyon mülteciye ev sahipliği yapıyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı son açıklamaya göre, şu sıralarda bir milyon Suriyeli Türkiye’den ayrılmak üzere ve ülkeden ayrılacak olanlar için bir Suriye’ye dönüş programı hazırlanıyor. Ayrıca İçişleri Bakanı Süleyman Soylu yakın zamanlarda yaptığı bir açıklamada, son derece yüksek olan mülteci yoğunluğunu önlemek için Suriyelilerin ülke içinde belli bölgelere yeniden yerleştirileceğini duyurdu. Türk hükümeti Suriyeli mültecilerin kendi ülkelerine gönüllü olarak geri dönmelerinden yana bir tavır takınırken, korunmaya muhtaç Afgan vatandaşları, Taliban’ın iktidarı ele geçirmesiyle sarsılan Afganistan’a zorla geri gönderiliyor. Türk hükümetine göre, bu yıl Türkiye’den sınır dışı edilenlerin sayısı geçen yılın aynı dönemine göre %70 arttı ve gönderilenlerin yarısı, ülkelerinde insan haklarının durumu bariz biçimde kötüleşmiş olmasına rağmen, Afganistanlılardı.

Derin bir ekonomik ve mali krizin ortasındaki Türkiye’de, mülteci karşıtı duygular toplum içinde giderek yayılıyor ve hükümet şimdi, gelecek yıl yapılacak seçimler öncesinde mülteci karşıtı önlemler alarak seçmenlerden açıkça puan kazanmaya çalışıyor. Bu açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki tüm anlaşmazlıklara rağmen, iki ülkenin hükümetleri şu anda çok benzer bir yol izliyor. Bugünlerde elinize bir Yunan veya Türk gazetesi aldığınızda, resmî söyleme ekonomik kriz ve iç krizler ile yaklaşan seçimler dolayısıyla giderek artan bir karşılıklı meydan okumanın damga vurduğu hemen dikkatinizi çekecektir; bu koşullar altında, mülteciler başka bir ihtilaf konusu veya güç ve egemenlik gösterisinin araçları haline geldi.

Ne yazık ki, yeni bir olgu değil bu. Korunma arayışındaki savunmasız insanları bir baskı aracı, hatta hibrit bir savaş aracı olarak gören insanlık dışı bakış açısı, genellikle iddia edilenin aksine, ilk kez Belarus diktatörü Lukaşenko’nun Polonya sınırındaki insanlık dışı politikasıyla ve Polonya hükümetinin acımasız müdahalesiyle ortaya çıkmadı, 2020 baharında Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınırı oluşturan Meriç nehrinde yaşanan olaylarda ortaya çıktı. Bu iki ülke arasında yakalanan insanlara bu şekilde davranılması utanç verici. Istırap ve çaresizlik içinde Ege’den geçmeye çalışanlar tehdit olarak görülüyorlar, halbuki elverişsiz teknelerde hayatlarını riske atarken dört bir yandan tehditlerle karşı karşıya olanlar asıl onlar.

Bu tür sahneler bu bölgenin tarihinde yeni değil kesinlikle. Neredeyse tam bir asır önce, binlerce insan aynı yolları izleyerek Akdeniz’i aştı. Bu yıl Türk-Yunan Savaşı’nın bitişinin yüzüncü yılı; 2023 de Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının yüzüncü yılı. Lozan Antlaşması’yla birlikte yaklaşık 1,5 milyon Rum’un Anadolu’dan, yüz binlerce Müslümanın da şimdiki Yunanistan’dan sürülmesinin usturuplu ifadesi olan “nüfus mübadelesi” denen düzenleme yürürlüğe girdi. Özellikle, o dönem yerinden edilmiş pek çok kişinin yerleştiği Yunanistan’ın kuzeyinde, size zorla yerinden edilmenin ve bu deneyimin ailesi üzerinde yarattığı travmalardan bahsetmeyecek birine rastlamamak imkânsız gibi bir şey. Yunanistan nüfusunun tahminen yüzde kırkının kökleri Anadolu’dadır.

Bununla birlikte, tarihsel gerilimler ve o dönemde yeni gelenlerin hiç de sıcak karşılanmadıkları gerçeği Yunanistan’da pek de açık bir şekilde dillendirilmez. Yine de o dönemlerin hatırası birçok insanın zihninde o kadar taze ki, bazıları kendilerini bugün Yunanistan’a gelen mültecilerle özdeşleştiriyor ve bu nedenle onlarla bir dayanışma duygusu yaşıyor. Peki neden herkes böyle hissetmiyor? “Mülteciler” neden sıklıkla “öteki” olarak algılanıyor? Sonuçta, zorla yerinden edilme zaman içinde ve çeşitli nedenlerle herkesin başına gelebilecek, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşının yakın zamanda gösterdiği gibi, kimsenin tamamen muaf olamayacağı genel bir insani yazgı olarak neden görülmüyor?

Geçenlerde, Selanik’teki Goethe Enstitüsü’nde gerçekleştirilen bir panelde, Flucht. Eine Menschheitsgeschichte (Kaçış: İnsanlığın Tarihi) adlı kitabın yazarı tarihçi Andreas Kossert tam da bu soruları sordu. Panelin moderatörlüğünü, Selanik’te mültecilerin ayak izlerini takip eden siyasi ve tarihsel temalı eğitim gezileri düzenleyen “dot2dot”un kurucu üyesi, tarihçi ve arkeolog Vasiliki Kartsiakli yaptı. Konuşmanın hemen başlarında, günümüzün mültecileri ile o dönemin mültecileri arasında hem kişisel hem de sosyal birçok temas noktasının olduğu ve geçmişi hatırlamanın günümüzün zorluklarıyla başa çıkmada önemli bir role sahip olabileceği açıklık kazandı. O dönemin mültecileri ile bugünün mültecilerinin hangi ortak noktalara sahip olduğunu kavrayabilecek miyiz? İnsanlığın yerini yurdunu terk etmek zorunda kalanları koruma altına aldığı, onlara yeni bir yuva sağladığı günleri görebilecek miyiz? Nitekim şu anda yürürlükte olan ve taraf olduğumuz 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi, uzun zamandır bunu yapmamızı gerektiriyor ve her gün karşımıza çıkan haberlerin yanısıra Dünya Mülteciler Günü bunu hatırlamak için önemli bir fırsat. Andreas Kossert konunun özüne iniyor: “Mültecilere davranış biçimimiz, nasıl bir dünya arzuladığımızın göstergesidir.”

Bu makale ilk olarak boell.de’de Almanca olarak yayımlandı.