Bir “kriz” bağlamında insanlara özen gösterilmesinde yetersiz kalınmasının ve toplumsal cinsiyet temelli şiddetin güç kaybetmeden varlığını sürdürmesinin dört nedeni

Yorum

Covid-19 pandemisi bağlamında özen ne anlama geliyor? İnsanlara özen göstermede neden yetersiz kalınıyor ve cinsiyetçiliğin, kültürcü klişelerin ve yabancı düşmanlığının artması (buna toplum destekli polislik faaliyetlerinin artması, sınırların ve hareketliliğin yoğun bir biçimde güvenlik konusu haline gelmesi de dahil tabii) bağlamında “pandemi içinde pandemi” olarak adlandırılmasına rağmen toplumsal cinsiyet temelli şiddet neden daha da güç kazandı?

Çoklu kriz bağlamı

Covid-19 pandemisinin başından beri, medyanın ve dünyanın her yerindeki hükümetlerin pandemiye verdiği en yaygın tepki, “kendini düşün, başkalarını düşün” sloganıyla bireysel sorumluluk ve sosyal mesafe çağrısında bulunmaktı. Vücudun hastalığa teslim olma veya (sürü/kişisel) bağışıklık kazanma durumuna yapılan vurguyla insana gösterilen özen, kişinin kendisini ve toplumu “korumak” amacıyla sosyal mesafe kurallarına bireysel olarak uymasıyla bağlantılandırılan, ölçülebilir bir olguya dönüştürüldü. Nitekim sağlık bakımı, pozitivist bilimsel ilkelere duyulan inançla karakterize edilen ve günlük enfeksiyon ve ölüm istatistikleriyle doğrulanan neoliberal bir yönetim mantığına göre kavramsallaştırıldı; bu arada sağlık sistemi pandeminin gerekliliklerini karşılamada başarısız oldu (ve olmaya devam ediyor).

Yunanistan’a ise Covid-19, 2010’dan beri kemer sıkma politikalarıyla, 2015’ten beri de göçlerle, yani kriz olarak adlandıran bu iki sorunla mücadelesinin sürdüğü bir dönemde geldi. Mülksüzleştirmenin, güvencesizliğin ve güçsüzlüğün köklü, yapısal ve biyopolitik nedenlerini göz ardı eden bu kriz söylemi, daha sonra pandemi-krizi adı altında tekrar edildi. “Kriz” söylemi, bugün birçok yazarın ileri sürdüğü gibi, “iyi bir yaşam”ın nasıl kurulabileceğini yeniden değerlendirmek ve cinsiyetçilik, ırkçılık, homofobi, transfobi, faşizm ve ataerkilliğin yükselişi üzerine düşünmek için kullanılabilecekken, korku siyaseti, acı ve umutsuzluk üretiyor. Bundan başka, istihdam, sosyal hizmetler ve ilişkisellik alanlarında (neo)liberal siyaseti (yeniden) meşrulaştırıyor ve bireyciliği, kişisel sorumluluğu ve insanların böyle bir “kriz”den sağ çıkmak için giriştikleri kahramanca eylemleri vurgularken yeni güvencesiz yaşam biçimleri yaratıyor. Kriz söylemi, genel olarak, cinsiyetçiliğin, kültürcü klişelerin ve yabancı düşmanlığının yoğunlaştığı, toplum destekli polislik faaliyetlerinin arttığı, sınırların ve hareketliliğin yoğun bir biçimde güvenlik konusu haline getirildiği bir bağlamda, insanların dayanma gücünü test ediyor.

#Evde Kal, Kazançlı Çık

Bu “sağlık krizi”nin önemli olan yanı ise, “bizi” yani dünyadaki herkesi eşit derecede etkileyen bir virüs olarak karşımıza çıkmasıydı. Örnek olarak Siyasi Koruma Bakanlığı tarafından hazırlanan“Evde kal, kazançlı çık” başlıklı video kampanyasını ele alalım. Virüsün ülkeye savaş açmış görünmez bir düşman olarak betimlenmesi, hareketin ve insan ilişkilerinin kolluk kuvvetlerince denetlenmesini, sonrasında istihdam usullerinin daha da sertleştirilmesini meşrulaştırabilecek, erkeksi, militarist ve yabancı düşmanı bir mantığı onaylıyordu. Bu kampanya, heteronormatif aile yapılarının (ailenin toksikliğini gizleyerek) varlığını sürdürdüğü, felâket tehdidine rağmen yurttaşlara her türlü yardımın yapıldığı ve ulusun bir, bütün ve güçlü oluşundan dolayı konfor alanlarının bulunduğu fantezilerini de besliyor; bu fanteziler çok önemli bir gerçeğin üzerini örtüyor: Evin pek çok insan için şiddetin hüküm sürdüğü bir kâbus, bir “sıkışmışlık” (Hage 2009) mekânı olduğu gerçeğini.

Yine Yunanistan örneğinde, ilk ulusal karantina sırasında toplumsal cinsiyet temelli şiddet yüzde 25 artmış; yapılan bu istatistik yalnızca daha ciddi vakaları yansıtıyor, sesini çıkaramayan kadınları içermiyor elbette (Vougiouka ve Liapi 2020:6). Bu istatistik diğer şiddet biçimlerini (ekonomik, psikolojik, duygusal vb.) de içermiyor ve polis, hastane ve yargı sistemi gibi görünüşte bakım ve koruma hizmeti sağlayan sosyo-yasal yapılardan kaynaklanan ve mağduriyeti ve kırılganlığı artıran şiddeti de hesaba katmıyor. Keza, bu tür istatistikler şu kategorideki insanları da kapsamıyor: a) evi olmayanları (özellikle göçmen ve mültecileri) veya b) bakım kurumlarına erişimleri sınırlı olduğu için ya da diğer eşitsizlikler (sınıf, ırk, etnik köken, cinsiyet, engellilik, yaş vb.) nedeniyle, toplumsal cinsiyet temelli şiddete maruz kalanları korumak üzere geliştirilen kaynaklardan yararlanma hakkı olanların sosyokültürel profiline uymayan insanları. Bu istatistikler, bir yandan “tükenmişlik sendromu” yaşarken bir de pandemi nedeniyle evini işyerine çevirmek zorunda kalan sağlık çalışanlarının yaşadığı cinsiyetçi deneyimleri de dikkate almaz.

Toplumsal cinsiyet temelli şiddet hiç güç kaybetmedi: neden?

“[B]irçok kadın ve çocuk için evin güvenli bir yer olmadığının” (GREVIO 2020; ayrıca bkz. BM Kadın 2020, DSÖ 2020) anlaşılması üzerine uluslararası kuruluşlar (BM Kadın, UNICEF, DSÖ vb.), STK’lar ve feminist kolektifleri (Avrupa Göçmen Kadınlar Ağı, Avrupa Kadın Lobisi, WAVE, Sınır Tanımayan Feministler vb.) karantina ve sosyal mesafe uygulamalarının cinsiyetçi etkilerine karşı bir acil eylem çağrısında bulundu ve bu durum “pandemi içinde pandemi” olarak adlandırıldı. Ancak toplumsal cinsiyet temelli şiddet uzun bir geçmişe sahip ve pandemi ile ortaya çıkmadı. Sayısız istatistik, toplumsal cinsiyet temelli şiddetin günümüzün ele alınması gereken en önemli toplumsal ve politik sorunlarından biri olduğunu gösteriyor. Bu şiddet türüyle mücadele etmeyi amaçlayan ulusal ve uluslararası çok sayıda kampanya ve devlet destekli proje var. Sosyal medya, sivil toplum inisiyatifleri ve devletin düzenlediği kampanyalarda toplumsal cinsiyet temelli şiddetle mücadele etmek, “sessizliği bozmak” ve “sona erdirmek” konusunda geniş çaplı bir kamusal talep olmasına rağmen bu şiddet türü hâlâ tüm gücüyle varlığını koruyor. Peki neden?

  1. Birincisi, bu virüsün, kurbanları arasında ayrım yapmadığı varsayılsa da, Cotten Seiler’ın (2020) eleştirel “beyaz bakım” kavramı, kurumsal bir söylem olarak sağlık bakımının eşitsizliklerin yeniden üretilmesine ve yapısal ve sembolik şiddetin tekrarına neden oluşuna dikkat çeker. Bir yandan, altyapı, kurumlar ve kamu ve STK sektöründe çalışanlar gibi bakım aygıtları insana değer verme duygusundan beslenir ve bu benliğin değerli olduğu duygusunun üretimiyle birlikte insanlar devletten iyileşme için yardım talep eder, bu da ister istemez devletin empatik görünmesini sağlar; Seiler, bu kavramla iyileştirilmesi gereken şeyin toplumun ayrıcalıklılarının ihtiyaçları ve koşulları olduğunu hatırlatır bize. Diğer yandan, madun nüfusa marjinalleşmelerinin yapısal, politik ve duygusal nedenlerini dikkate almayan bir bakım hizmeti sunmak, bu insanların “devletin hastaları” olarak görünmelerini sağlar (Auyero 2012) ve toplumsal cinsiyet temelli ve başka nedenlere dayalı başka hiyerarşileri ve adaletsizlikleri iyileştirme önlemi adı altında yeniden üretir.
  2. İkincisi, Sarah Bracke’nin dayanıklılık analizinin gösterdiği gibi: “Dayanıklılık, iyileştirmenin mükemmel bir alandır” (2016:59). Dayanıklılık, bakım adı altında, benliğin/toplumun “sarsılmaz, dokunulmaz veya korunaklı” (2016:56) kalmasını sağlayacak şekilde benliği/toplumu “koruyan/savunan” çağdaş bir yoğunlaştırılmış güvenlik teknolojisine dönüşürken bağımlılık, kırılganlık ve muhtaçlık olarak görülen ve utanç verici bulunan kırılganlığı reddeder (2016:59). Şiddete maruz kalmak kişiyi daha da kırılgan hale getiriyorsa, onu inkâr eden bir bağlamda kırılganlıktan nasıl konuşulabilir?
  3. Üçüncüsü, insanlardan dayanıklılık göstermelerini, krizlere dayanmalarını ve bundan “kazançlı” çıkmalarını talep etmek demek, (kadına yönelik) şiddetin toplumda kök salmış bir olgu olduğunu ve işleyişinin yerleşik normların yinelenmesiyle gerçekleştiğini ve en önemlisi, pandemilere ve/veya diğer krizlere rağmen kendi içinde dayanıklı bir şey olduğunu anlama imkânını engellemek demektir.
  4. Dördüncüsü, Judith Butler, Zeynep Gambetti ve Leticia Sabsay’in “direniş olarak/direnişte kırılganlık” (2016) olarak adlandırdığı şeyin mümkün olmasını da engeller veya Bracke’nin ileri sürdüğü (2016) “dayanıklılığa karşı dirençli” olmayı talep etmenin nelere yol açabileceği veya feminist bir dayanıklılık deneyiminin ne anlama geldiği sorularını sorma imkânını ortadan kaldırır. Nihayetinde bu, hem fiziksel (örneğin mahalleler) hem de sanal (örneğin sosyal medya) alanlardaki alternatif destekleyici bakım ağlarının, bu amaçla kurulmuş yardım topluluklarının ve gönüllü destek gruplarının önemini gizliyor. Bu gruplar pandemi sırasında, öncesinde de olduğu gibi, demokratik dayanışma, manevi destek ve (kendi kendine) eğitim vizyonlarının öne çıkarılmasında çok önemli bir rol oynuyorlar.

Sonuç olarak, eğer hükümetler insanları, kriz zamanlarındaki beklenmedik değişikliklere ve belirsizliğe uyum sağlamak üzere yönlendiriyor ve bireylerden ulusun ve dünyanın “kazananları” olarak ortaya çıkmak için “sorumluluk almaları, uyum göstermeleri ve hazırlıklı olmaları” (Joseph 2013:40) isteniyorsa, “beyaz bakım” fantezisinin (yinelenmesine) ve dayanıklılık talebinin ürettiği sosyal etkilere özellikle dikkat edilmelidir. Böyle bir bağlamda toplumsal cinsiyet temelli şiddet her zaman gücünü koruyacak ve sona ermeyecektir.