Almanya’da, misafir işçilerin tarihini ortak belleğin bir parçası haline getiren ve onurlandıran bir hatırlama kültürünün pratikleri mevcut değil. Bu durum sonraki kuşaklar üzerinde de iz bırakıyor. Fatma Sağır’ın kaleminden hatırlama, unutma ve ırkçılık üzerine bir deneme.
Anadolu’da bir mezar taşı. Bir taş. Almanya’dan binlerce kilometre uzakta.
Babamın mezar taşı bu. Misafir işçiydi babam. Ömrünün neredeyse tamamını Almanya’da geçirdi. Yaşadığı o yerde, ona dair hiçbir şey yok. Bir taş yok. Bir anı yok. Mezar taşı ise her zaman ziyarete geldiği yerde, Anadolu'da dikili. Orada yatıyor babam. Burada, Almanya’da, ona ait bir anı yok. Onun gibi başka bir hayat sürmek için ülkesinden ayrılan yüz binlerce kadın ve erkeğin de hayatından bir iz yok burada. Onlar olmasaydı, bizler, onların çocukları da muhtemelen burada olmayacaktık. Tıpkı bu dosya gibi... İşgücü Anlaşmasının 60. yılında yayınlanacak Özlemin ABC’si, Unutulası Metinler adlı kitabımda da yazdım bunları.
Yıllar önce bir gün küçük kız kardeşimle birlikte İstanbul’da babamın Almanya’ya hareket ettiği Sirkeci Garı’na gitmiştim. Her şeyi bir kenara bırakıp bir zamanlar bu gardan Avrupa’ya doğru yola çıkmış olan binlerce insanın anısına bir heykel ya da en azından bir plaket bulmak umuduyla bir perondan öbürüne koşturmamız hala gözümün önünde. Hiçbir şey bulamamış, büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştık.
Babam öldüğünde, onunla ve yol arkadaşlarıyla birlikte misafir işçi diye anılan insanların tarihinin de kaybolmaya yüz tuttuğunu anladım. Misafir işçi (Almanca “Gastarbeiter”)- bu tabiri emeğe ilişkin tarihsel bir kavram olarak kullanıyorum; kadınları ve erkekleri kendine tutsak eden, onları aynılaştıran ve bireyselliklerini gasp eden, bu yüzden de üzerinde düşünülmesi ve sorunsallaştırılması gereken bir kavram. Ama bu kuşağın çocukları olarak bizlerin de bu kavramı, onun üzerimize yüklediği stigmalardan sıyrılıp farklı biçimlerde yorumlamaya hakkımız var.
Çalış ki seni kabul edelim: Tutulmayan bir söz
Popülist sağın tezlerinde misafir işçilerin, savaş sonrasında Almanya’nın yeniden inşasına sundukları katkının hiçbir önemi yok, çünkü bu tezler, Almanya’nın çok daha önce inşa edildiğini söylüyor. Görünmez kılmanın ve inkarın çok acımasız bir biçimi bu.
Az sayıdaki girişimin gösterdiği tüm çabalara rağmen ebeveynlerimizin, büyük annelerimiz ve büyük babalarımızın katkıları büyük ölçüde görünmez kılınıyor, Federal Almanya’nın savaş sonrası tarihi içinde hak ettikleri tanınma ve görünürlük reddediliyor. Oysa bu ülkeye katkıları aleni biçimde görünür durumda; üzerinde yürüdüğümüz caddeler, yaşadığımız evler. Girip çıktığımız binalar, fabrikalar, şirketler. Bu yersiz-yurtsuzluk ve yok sayılma karşısında giriştiğim sanatsal hesaplaşmayı buradan okuyabilirsiniz.
Geleceğin geçmişi olmalı
Tarih yazımı içinde, yani Alman kimliğini oluşturan anlatıların seyrinde, tarihin misafir işçileri de içeren bu bölümünü de dahil etmeye yönelik çabalar sadece münferit biçimde karşımıza çıkıyor.
Misafir işçilerin çocukları olan bizler, büyüklerimizin başardıklarının tanınması gerektiğini söylediğimizde, kendimiz ve bizden sonraki nesiller hakkında da konuşmuş oluyoruz. Geçmişimiz kabul edilmediği sürece bu ülkede şimdiki zamanımız ve geleceğimiz de olmayacak, çünkü burada bulunmamıza, salt buradaki varlığımıza sürekli kuşkuyla bakılıyor.
Hem günlük hayatta maruz kaldığımız, kişilerin özel bir çabaya girmeksizin dile döktüğü ayrımcı söylemlerden, hem de ırkçı saiklerle gerçekleştirilen ağır saldırılardan biliyoruz ki, bu tavır bize ve bütün toplumun dokusuna zarar veriyor. Her neslin yaşadığı ırkçı bir travma vardır; Hanau’da yaşanan sağcı terör saldırısı ve NSU’nun son iki kuşağı hedef alan seri saldırı ve cinayetleri gibi travmalar hayatları bütünüyle değiştiriyor. Benim neslimin travması Solingen’de yaşanan kundaklamaydı. Bir seminerde Solingen’den söz ettiğimde “mağdurlar” bile ne kastettiğimi anlamamışlardı. Dünyaya gözlerini açtıklarında hiç kimse onlara 1990’larda yaşananları anlatmamıştı. Nasıl mümkün olmuştu bu?
Hayalleri bir bavula koyup bir daha asla açmamak
Eğer bir arada yaşamaktan söz edeceksek, katılım, görünürlük ve tanınmadan bahsedeceksek, o zaman çok daha geriden, her şeyin başladığı noktadan yola çıkmalıyız. Tanınmanın yolu hatırlamadan geçiyor; bizden önce gelen ve hayallerini bir daha hiç açmayacakları bavullarına koyanları hatırlamaktan...
Onlar, ulaşılmaz bile olsa düşlerine ve hayattaki hedeflerine sımsıkı sarılan, yoksunluk içinde yaşayan, kendi ihtiyaçlarını bizim ihtiyaçlarımızın gerisinde tutanlar. Onlar, yani gurbette yaşamanın neden olduğu dilsizliği, vatansızlığa dair hiçbir klişenin tarif edemeyeceği biçimde deneyimleyenler unutulmamalı. Bu acıları birebir hisseden ancak bunu dile dökecek bir kelime bulamayan çocuklarla ana babaları arasındaki dilsizlik unutulmamalı.
Bütün bunlar Alman toplumunun dışında olup bitti: Bizlerin hayatı sürekli ve hissedilir biçimde değişirken, toplumun gözünde önce “misafir işçi”, sonra “yabancı”, sonra “Türk” ve sonunda “Müslüman” ve bir zaman sonra da “göçmen” sözcükleri, onlarca yıl boyunca çok az değişikliğe uğrayan spesifik bir imgeye işaret etmeye devam etti.
Bizim tarihimiz, bu ülkenin tarihi
Hatırlamak, tanımak demektir. Hiç kimse unutulmak istemez. Hatırlamak zorundayız, çünkü burada kalacağız, çünkü buradayız, çünkü buraya aitiz, çünkü tarihimiz, anne ve babalarımızın tarihi, misafir işçilerin tarihi aynı zamanda bu ülkenin tarihi. Madem ki buraya aitiz, o zaman bu tarih de buranın bir parçası olmalı. Bu tarih böyle hatırlanmalı. Hatırlamak, tanımaktır.
Ekonomik ve toplumsal “başarılarımızın” görünmez kalmasının ve bununla beraber biz genç kuşakların dahi görünürlük kazanamamasının önemli bir göstergesi, siyasetin ısrarla “uyum” (Almanca: “Integration”) talep etmesidir. Bu sorunlu yaklaşımı kabul etmiyorum. Uyum sağlayacak bir şey yok ortada. Bizler buradayız. Misafir işçi kuşağı, kendi tarihinin tanınmasını isterken, biz de tanınmayı ve görünür olmayı talep ediyoruz. Misafir işçi kuşağının çocukları, “mağdurlar”, bu kararlılığı gösterirken, Almanya’da çok sayıda insan ne “misafir işçi” kavramını biliyor, ne de onların geçmişi konusunda, klişeleşmiş tepkilerin dışında ne yapması gerektiğini...
Bu yazının Almanca dilindeki halini okumak için buraya tıklaya tıklayınız.