"Yan yana durmak ve işbirliği! İşte Türkiye kadın hareketinin başarısının reçetesi!"

Konuşma

Her yıl 8 Mart’ta düzenlenen eylemler, Türkiye’de değişim yönündeki iradenin güçlü bir manifestosu olduğu kadar, Türkiyeli kadınların direnişlerinin de kanıtıdır. Kadınlar, onca zahmet ve mücadeleyle elde ettiklerinin öylece ellerinden alınmasına izin vermiyorlar.

Barbara Unmüssig

Sevgili katılımcılar

Sevgili arkadaşlar,

Sevgili jüri üyeleri,

Sevgili Barbara,

Sevgili Canan Arın

Sevgili Dilek Mayatürk

Bir kez daha, ödül törenine hoş geldiniz!

Ödül sahibimizin kardeşi, Berlinli mimar ve kent plancısı Dr. Cihan Arın ve eşi Olga’yı ayrıca selamlamak istiyorum. Böylesine önemli bir günde ikinizin de Canan’ın yanında olmanız ve onu burada, Berlin’de temsil etmeniz şahane!

Corona pandemisinin sonuçları, dünyanın her köşesinde kadınları ekonomik olarak ve kişisel anlamda çok kötü bir biçimde etkiliyor. Kadınlar işlerini erkeklerden de hızlı kaybediyor ve maruz kaldıkları eviçi şiddet artıyor.

Sevgili Canan Arın,

Kadınlara yönelik her türlü şiddete karşı mücadele, senin için hayati bir mesele.

1990 yılında kurulan Türkiye’nin ilk kadın sığınma evi vakfı Mor Çatı’nın kurucularından biri de sendin. On yıllardır, şiddete maruz kalan binlerce kadın ve genç kızın başvurduğu ilk yer oldu burası.

Kadınların, yasal haklarını ve iradelerini ortaya koymalarını güçlendirmek ve bunları yasalarla güvence altına almak, senin politik ve kişisel angajmanının adeta belkemiğini oluşturuyor. Siyasi pozisyonlara aday olan kadınları destekliyorsun. Onların kadın politikası bağlamındaki taleplerini; başta elbette ülkende, ama bunun ötesinde Avrupa Konseyi’nde, veya Pekin ya da New York’taki Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferansları’nda da her düzeyde dile getiriyorsun ve bir avukat olarak da, hukukun üstünlüğüne bilhassa önem veriyorsun. Haklar her zaman uygulanabilir olmalıdır. Sen aynı zamanda İstanbul Barosu bünyesindeki Kadın Hakları Uygulama Merkezinin kurucularından da birisin.

Sevgili Canan, şimdi dönüp baktığında, kadın hakları mücadelesinin uzun yıllara dayalı geçmişini görüyorsun. Kaydedilen ilerlemeler, üzücü geri adımlar, baskılar ama ayrıca 2000li yıllardaki cesaret verici şeyler, tüm bunlar son on yılların çeşitli hükümetleri dönemlerinde yaşanandı.

Ancak Türkiye hükümetinin güncel otoriter politikaları ve İslamcı-milliyetçi çevrelerin hakimiyeti son yıllarda öyle bir atmosfer oluşturdu ki, sivil toplumda aktif olmak zorlaştığı gibi daha tehlikeli hale de geldi. Ve pek çok yerde olduğu gibi, kadınlar ve LGBTI+‘lar, düşmanlıkların ve baskının ilk hedefi halindeler.

Türkiye hükümeti, cinsiyetler arası eşitliğin yanlış olduğunda ısrarlı. Cumhurbaşkanı seçmenlerini mütemadiyen feminizmin Batı’nın kültür savaşının bir parçası olduğuna ve Türkiye’nin bu savaşta kendi değerlerini, İslami geleneklerini savunduğuna ikna etmeye çalışıyor. Kâğıt üzerinde haklar eşit olabilir, ama kadınlar sadece geleneksel anne rolünü üstlensinler! Ülkedeki bu çarpıcı gerçekliği istatistiklere bakarak da anlamak mümkün.

Her ne kadar Türkiye’de temel eğitim zorunlu olsa da, orta dereceli okullara devam eden kız öğrenci sayısı halen erkeklerden %12 daha az. Okula devam edebilen kadınların arasından üniversiteye devam edebilenlerin sayısı az olmasa da, ülkedeki kadın nüfusunun yaklaşık %70’i evlendikten sonra emek piyasasında yer almıyor. Gizli işsizlik oranının hâlihazırda yüksek olduğu bir ülkede, işsiz kadınların sayısı hala erkeklerin neredeyse bir buçuk katı. Emek piyasasında yer alan yaklaşık %30 oranındaki kadın nüfusu da büyük ölçüde tarımda –yani genellikle düşük ücretli işlerde, hatta ücretsiz emek olarak aile işletmelerinde- istihdam ediliyor.

Türkiye yıllardır aynı anda iki dünyada birden var olmaya çalışıyor: birinde hükümet ülkenin teknik ve ekonomik modernleşme anlamındaki kat ettiği ilerlemede ısrarcı olurken, diğerinde ise zamanın çarkı kadınlar için hep daha geriye çevriliyor.

Sevgili Canan Arın, tam da 2000li yıllarda Türkiye’de kadınların yasalar karşısındaki eşitlik mücadelesinde başı çeken aktörler arasındaydın. Pek çok şey başarıldı ve AKP hükümetinin ilk dönemlerinde gerçekleştirilen reformların çoğu, bugün de kâğıt üzerinde geçerliliğini koruyor.

Ancak gerçekler bambaşka. Türkiye’de kürtaj, 1983 yılından bu yana yasal olmasına rağmen, bugün pek çok Türkiyeli kadın için imkânsız hale geldi denilebilir. Sebep: çoğu devlet hastanesi, bunu yapmayı reddediyor; 2017 yılında yapılan bir ankete göre, tüm devlet hastanelerinin yalnızca %7.8’inde kürtaj yapıldığı bildirilmiş. Yetişkin kadınlarda dahi ailenin veya partnerin onayı talep ediliyor. Ve kadınların büyük bir kısmı için özel bir kliniğe gitmek çok pahalı.

Kadınlara ve genç kızlara yönelik şiddet konusunda da durum farklı değil. Aile İçi Şiddetin Önlenmesine İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi adını imzalandığı şehirden alıyor. Türkiye, 2012 yılında bu sözleşmeyi imzalayan ilk ülke idi, böyle baktığınızda İsviçre’den 7 yıl önce imzalamış.

Türkiye’nin sözleşmeye taraf olması, Canan ve mücadele arkadaşlarının başarısıydı. Tıpkı şiddet konusunda medeni hukuk ve ceza hukukunda gerçekleştirilen reformlarda olduğu gibi. Mesela Canan’a da borçlu olduğumuz reformlardan bir tanesi sayesinde kadınlar bugün kendilerini şiddet uygulayan eski partnerlerine karşı tedbir kararı ile koruyabiliyor.

Kadına karşı şiddet, her yerde olduğu gibi Türkiye’de büyük bir toplumsal ve siyasal bir mesele. Ülkede düzenli aralıklarla kadın katliamları gazetelere manşet oluyor, çoğu zaman katiller ceza almadan veya hafif cezalarla paçayı sıyırıyor.

Bugün bu konuya Türkiye kamuoyunun gösterdiği ilgi muazzam.

Ancak İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar da o denli yoğun. Geçtiğimiz yıl dini tarikatlar ve AKP milletvekilleri, „aileye zarar verdiği“ gerekçesiyle bir kez daha İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye kalktılar. Bu girişime, sadece sol değil, muhafazakar-İslami çevrelerden kadınlar da kararlı bir direnişle cevap verdi. Gerçi iktidar partisinin kimi unsurları Sözleşme ile uğraşmayı ve hükümeti Sözleşmeden çekilmesi için harekete geçirmeye çalışmayı sürdürüyor ancak Şu an için kamuoyu baskısı,  Canan gibi başka kadınlar ve kadın örgütlerinin kararlı tutumu bunu engellemeye yetti.

Yan yana durmak ve işbirliği, Türkiye kadın hareketinin başarısının reçetesi!. Ve bu hiç tali bir şey değil, çünkü Türkiye’de de kadın hareketinin içerisinde siyasi ve ideolojik farklılıklar ve birbirinden farklı toplumsal-siyasal tahayyüller var. Bunları birleştiren ise eşitlik fikri ve şiddete karşı mücadele.

Her yıl 8 Mart’ta düzenlenen eylemler, Türkiye’de değişim yönündeki iradenin güçlü bir manifestosu olduğu kadar, Türkiyeli kadınların direnişlerinin de kanıtıdır. Kadınlar, onca zahmet ve mücadeleyle elde ettiklerinin öylece ellerinden alınmasına izin vermiyorlar.

Bugün burada, bu geniş ve cesur hareketin bir temsilcisi olarak Canan Arın’ı onurlandırıyoruz, çünkü kendisinin de söylediği üzere, onun kazanımları aynı zamanda kadın hareketinin de kazanımları.

Sen, sevgili Canan,

Gözdağının, fiziksel tehdidin ve yasal saldırının ne anlama geldiğini, ilk elden biliyorsun. Türkiye’de daha çok özgürlük ve kadın hakları için mücadele etmek, herhalde hiçbir zaman tehlikesiz değildi. Konuşma ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına defalarca maruz kaldın. Dini değerleri zedelemek veya Cumhurbaşkanı’na hakaret etmek savcılık iddianamelerinde de yer alan ve senin de yakından bildiğin suçlamalar. Bunlardan birini -2011 yılında, Antalya’da küçük yaşta evlilikler hakkında yaptığın bir sunum esnasında kimliği belirsiz adamların aniden salonu basmaları üzerine, adaleti sağlamak üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de taşımıştın.

Türkiye’deki mevcut siyasi durum demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü lehine değişeceğe benzemiyor. Canan Arın, senin gibi cesur, korkusuz kadınlar, pek çok şeyi riske atarken aynı zamanda birer rol modeli, cesaret ve ilham kaynağı.  

Bizim Anne-Klein-Ödülü ile yapabileceğimiz ve Anne’ninde yapmamızı isteyeceği: Senin bu hayat boyu muazzam başarını sevgili Canan; onurlandırmak, seninle dayanışmak, sana hayranlığımızı ifade etmek ve saygılarımızı sunmak.

Sevgili Canan, Anne Klein Ödül jürisi seninle birlikte bu sevinci paylaşıyor

Bu noktada sözü, bu akşamın övgü konuşmasını yapmak üzere Dilek Mayatürk’e bırakıyorum.

Dilek Mayatürk şair ve belgesel filmci. 1986 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul’da ve Klagenfurt’ta Sosyoloji eğitimi aldı.

Belgesel film yönetmeni ve yapımcısı olarak, aralarında IZ TV ve BBC’nin de bulunduğu farklı kurumlarda çalıştı. 2014 yılında ilk şiir kitabı „Cesaret Koleksiyonu“ yayınlandı. 2020 yılında yayınlanan „Brache“ (Nadas) ise Almanca’ya çevrilen ilk şiir kitabıdır.

Şiirleriyle Türkiye’de pek çok ödül aldı. Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor.

Sevgili Dilek, bugün burada olduğun için teşekkürler. Söz sende.