Binlerce kadının hayatına dokundunuz. Onlara bir oda, yaşam alanı verdiniz. Hukuki destek sağladınız. Kendi devrimlerini yapabilmeleri için yüreklendirdiniz. Sözlerinizle ve dostluğunuzla ufuklarını genişlettiniz.
Değerli misafirler,
malum sebepten ötürü bizlere uzaktan eşlik eden değerli konuklar,
sayın Barbara Unmüßig,
sayın Ulrike Cichon,
ve
çok değerli, saygıdeğer Canan Arın,
Hepinizi saygı ile selamlıyorum.
Canan Arın hukukçu kimliği ve elli yıllık kadın hakları aktivistliği, feminist mücadelesi yanında edebiyata, sinemaya, tiyatroya, sanata tutkun bir kadındır. O yüzden konuşmama farklı bir yerden başlamak için müsaadenizi isterim: Menşeğimiz belli, Türkiye. İç çatışması eksik olmaz. Ancak çatışmanın olmadığı bir film, bir roman, bir hikaye kötüdür, çatışmanın olduğu yerlerden güçlü hikayeler, güçlü karakterler, güçlü kadınlar çıkar, öyle değil mi Canan Arın?
Kendisiyle bir ruh akrabalığı taşıdığını düşündüğüm bu yılki Anne Klein ödülü sahibi avukat ve yılların kadın hakları savunucusu, Türkiye’deki feminist hareket dendiğinde akla gelen ilk isimlerden, ilk kadın sığınma evi Mor Çatı’nın kurucularından Canan Arın da işte böyle güçlü bir hikaye ve böyle güçlü bir kadındır. Ben de kelimelerim yettiğince size bu hikayeyi anlatmaya çalışacağım:
Canan Arın dört çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak Ankara’da doğar. 1951 yılında annesi ve üç kardeşi ile birlikte İstanbul’a taşınırlar. Eğitimini İstanbul’da görür. İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesini kazanır. Hukuku bilerek ve isteyerek seçer, çünkü hukuk onun için bütün disiplinlerin toplandığı bir çatıdır. Ancak Canan Arın’ın ilgi alanı çok geniştir, hukuk eğitimi sırasında felsefe, sosyoloji, sinema, tiyatro, pandomim, bale ile ilgilenir. Ve hep okur. Felsefe ve sosyoloji ile ilgili kitapları, edebi klasikleri daha çok genç yaşında devirmiştir. Berlin’de ikamet eden mimar kardeşi sayın Cihan Arın’ın kendisi hakkında söylediklerinden birkaç cümle aktarmak isterim:
“Ablam bizim bağımsız olma konusundaki bayraktarımızdı. Biz onun açtığı yolda kendi özgürlüklerimize ulaşabildik. Her şeyin ilk mücadelesini veren kişiydi o.”
Bu cümleler bana Canan Arın’ın yakın bir zamanda verdiği röportajda kullandığı sözleri hatırlattı: “En iyi muhalefeti aslında kadınlar yapar.” Canan Arın’ın bu sözüne, müsaadesiyle bir kelime daha eklemek isterim, kadınlar en iyi ve zannediyorum ki en asil muhalefeti de yapanlardır. Kırklı yaşına dek Türkiye’de iki askeri darbe görmüş bir kadın olarak hukuk okuyup bitirmek, İngiltere’ye eğitime gitmek, kadın hareketinin içinde olmak, bütün bunların yanında bale, tiyatro ve sanatın diğer dallarında o günkü koşullar içinde aktif kalabilmek, o yıllar için zor ve bence erkek egemen düzene karşı yapılmış en asil muhalefettir. Sizin koşullara aldırmaksızın, kafasına koyduğunu yapan, mücadeleci, hak savunucusu ve bir yandan da sanat dolu ruhunuz, erkek şiddetine bakakalmayarak onunla hep mücadele eden ve üzerine giden haliniz, bana Susan Sonntag’ın 1993’te kuşatma altındaki Sarajevo’da Beckett’in Godot’u beklerkeni – her şeye rağmen – sergilemesindeki gözü karalığı hatırlatıyor.
“Kadın varoluşunun sorumluluğunu alacağı yerde, gözlerini göğe çevirip alınyazısı denen soyut fikri seyretmekte, eylemde bulunacak yerde, düşsel alanda kendi heykelini dikmektedir; sözün kısası kadın düşünecek yerde düş kurmaktadır” der Simone de Beavoir Kadın: Bağımsızlığa doğru eserinde.
Bence düşler gereklidir. Türkçede düşünce sözcüğünün kökü düştür mesela. Düşler bizi harekete geçiren ilk itici güçtür. Ancak düşünceye, eyleme geçirilmeyen hayal, kadının kendi yarattığı ve sonunda içine hapsolduğu soyut duvarlar tehlikesi de taşır.
Sevgili Canan Arın, siz hem düşlediniz, hem düşündünüz, hem de harekete geçtiniz. Tartışılmaz hukuk bilginize, feminist mücadelenize, kadınlar olarak çok şey borçluyuz.
“Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın! ” Virgina Woolf bu sözleri; kadınların yazma edimini gerçekleştirebilmesi için söylemiştir elbette, ancak kadının üretimde kalabilmesi, ekonomik bağımsızlığını kazanabilmesi, kendini erkekten bağımsız düşünebilmesi, ataerkil düzende manipüle olmadan karar alabilmesi ve elbette kendi ayakları üzerinde durabilmesi bağlamında düşünüldüğünde Mor Çatı bana hep, Canan Arın ve feminist arkadaşları tarafından kadın duyarlığıyla kurulan, kadınların erkek şiddeti ve baskısından azade nefes alabilmeleri adına yaratılmış, içinde binlerce kadının olduğu çok büyük bir odayı çağrıştırmıştır.
1990 yılında kurulan Mor Çatı’da erkek şiddetine karşı mücadele feminist yöntemlere dayalı olarak yürütülür, kadınların özgür ve eşit koşullarda yaşadığı, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık ve erkek şiddetinden uzak bir yaşam kurabilmeleri hedeflenir.
Mor Çatı bugüne dek yaklaşık 40.000 kadınla dayanışmıştır. Bu kadınların çoğu eşleri, nişanlıları, sevgilileri, oğulları, babaları tarafından psikolojik, fiziki, sözel ve dijital şiddete maruz kalan kadınlardır.
“Canıyla ayrılık sürer
Kendi ölümünü kendi doğuran
Kocamız ilk oğlumuzdur
Güderken bizi tanrı adına
Yüreği kamaşır huysuzluktan
…
Sesimiz kendi göğsümüze içerden
Çarpa çarpa incelmişse
Denizlerimiz sığ dağlarımız düzse
Nasıl yankı veririz
Sordu dışarıdaki: - Kaç kişisiniz?
İçerdeki yanıt verdi:
-Siz kaç kişisiniz?
Ya biz nece kişiyiz biz
Sayılara girmeyenler”
….
Bu satırlar Türk şiirinde kadın temasını müthiş bir incelikle işleyen şairimiz Gülten Akın’a ait ve 1976’da yazılmış. Bu şiir üzerine söyleyeceğim her söz gürültü olur, bu satırlar üzerine ancak maddi bilgi ekleyebilirim:
Dünya Ekonomik Forumu’nun kadınların ekonomiye katılımı, fırsat eşitliği, eğitim imkanlarından yararlanma ve siyasi katılım oranlarını dikkate alarak oluşturduğu 2020 Cinsiyet Eşitliği Raporu’nda Türkiye 153 ülke arasında 130. sırada bulunuyor.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu yıllık raporuna göre 2020 yılında erkekler tarafından Türkiye’de 300 kadın öldürülmüş, 171 kadın şüpheli şekilde ölü bulunmuştur.
“Ya biz nece kişiyiz biz
Sayılara girmeyenler.”
Mor Çatı’dan feminist arkadaşı, meslektaşı Gülsüm Kanat Dinç, Canan Arın’ı gözleri parlayarak şöyle anlatıyor: “Canan Arın benim için feminist harekette bir idol, bir Celebrity idi. İyi bir hukukçunun, hayatın her yanıyla iyi ilişkiler kurması gerektiğinin en güzel örneğidir Canan Arın. Onunla sadece hukuk konuşmayız, onunla klasik müzikten, filmlerden, sanattan da konuşuruz. Her konuda donanımlıdır. Kadınlarla yaptığımız atölyelerden veya şehir dışından döndüğümüzde Canan’ın tüm yorgunluğumuza rağmen evine giderkenki mutluluğunu izlemek bana umut verir, evine, bir kadının hayatına daha dokunmuş olmanın verdiği büyük bir coşkuyla ve her seferinde “yeni başlıyoruz” edasıyla koyulur.” Canan Arın, mahkeme salonlarında, kadınlar için düzenledikleri atölyelerde, panellerde, feminist mücadele içinde işte bu sayılara girmeyen kadınların da mücadeleci ve gözü kara sesi olmuştur.
Mülksüzler romanında Ursula K. Le Guin şöyle der : “Devrimi yapamazsınız. Ancak devrim olabilirsiniz.” Canan Arın bilinçli bir şekilde hukuk okumayı seçtiği, eğitimi için İngiltere’ye gittiği, 70li yılların ortasında bir kadın olarak ailesinden ayrı eve çıkmak için mücadele verdiği, daha genç yaşta okurken bir yandan çalışarak kendi maddi bağımsızlığını ilan ettiği, kendini durmaksınız geliştirdiği ve hukuk eğitiminin yanında, felsefe, sosyoloji, edebiyat, tiyatro gibi alanlarla da aktif ilgilendiği andan itibaren bence çok yönlü bir devrimin zaten kendisi olmuştur.
Sevgili Canan Arın,
Binlerce kadının hayatına dokundunuz. Onlara bir oda, yaşam alanı verdiniz. Hukuki destek sağladınız. Kendi devrimlerini yapabilmeleri için yüreklendirdiniz. Sözlerinizle ve dostluğunuzla ufuklarını genişlettiniz. Verdiğiniz kadın hakları mücadelesi için teşekkür beklemediğinizi biliyorum, zira yardım sözcüğünü kullanmaktan imtina eder, bunun yerine yaptıklarınıza büyük bir alçakgönüllülükle “dayanışma” demeyi tercih edersiniz.
Bugüne dek dayanıştığınız ve kendi gücünün farkına vararak, özsaygı ve özgüvenle kendi ayakları üzerinde dirilen tüm kadınlar, meslektaşlarınız ve elbet kendi adıma sizi saygı ve hayranlıkla kutluyorum.
Tebrikler Canan Arın!
Saygılarımla,
Dilek Mayatürk