Teknoloji bizi koronavirüsten kurtarmayacaktır ama bize bu konuda yardımcı araçlar sunabilir -eğer onu nasıl kullanacağımız konusunda açık ve demokratik bir tartışmaya hazırsak.
Eski çağlarda insanlar yaşam tarzlarını bozan, açıklayamadıkları doğa olayları karşısında Tanrı'dan yardım isterlerdi. Günümüzde, trajediyle başa çıkmanın bu yolu, fundamentalist Hıristiyanların tahakkümünde görünüyor. Bu da bizi Avrupa'da iki tip yeni "ilah" ile karşı karşıya bırakıyor: virologlar ve teknoloji. Ancak TV-deneyimli virolog sayısında hem bir arz sıkıntısı yaşanıyor hem de kendileri bize aynı sinir bozucu mesajları tekrarlayıp duruyorlar: “Tam olarak bilmiyoruz”, “Şüphe sürerken evde kalmak daha iyi”, “Bir aşının bulunması 12 ay daha alacak gibi”. Ev-ofislerinin konforunu yaşayan ücretli çalışanlar için bile cesaret kırıcı bir durum; kapatılan çocuk bakım hizmetleri nedeniyle işlerini kaybeden bekâr anneler için ise tam bir felaket. Elbette bu koşullar altında, günümüzün diğer modern tanrısı olan teknolojiye iman etmemiz şaşırtıcı değil. Teknoloji tanrısı mevcut ve birkaç hafta öncesine kadar o tanrının cennetinde zirve yapay zekaya aitti -Ne olduğunu kimse tam olarak tanımlayamadığı için, ilerlemeye dair her umudun esaslı görüldüğü ve hiçbir şeyin imkansız olmadığı yapay zekaya.
Ne var ki geçtiğimiz haftalarda teknoloji cennetinde şiddetli bir rekabet yaşanmaya başladı; hatta alanın tartışmasız favorisi yapay zeka, çoğu insanın daha önce adını bile duymadığı küçük programları telefonlarımıza yükleme beklentisine yenik düştü: Takip uygulamaları. Ekonomimizi felç eden ve çocuklarımızı okullarından alıkoyan çaresiz karantinadan bizi çıkaracak kolay bir yol bulma arayışıyla, yüzümüzü virüsü kontrol altında tutuyor görünen Asya ülkelerine, yani Singapur ve Güney Kore'ye döndük. Seçebileceğimiz bir dizi başarı faktörü vardı -sınırları veya sınırsız geçişleri kapamak, salgın noktalarını net saptamak veya toplumun disiplinine güvenmek gibi- ama biz tüm bunlar içinde Avrupa'ya ihraç edilebilecek tek öğeye odaklandık: Enfeksiyon zincirlerini kaynağa doğru takip eden uygulamalar. Takibin ana fikri, enfekte kişilerle temas halinde olan kişilerin, enfeksiyonu başkalarına bulaştırmaktan kaçınmak için evde kalmasıydı. Önümüzde yeni bir ufuk açılmıştı. Virologlar ve politikacılar, mucize çözümün mümkün olan en kısa sürede uygulanmasını istediler. Karantinadan çıkış sadece bir adım ötedeydi. Ancak Avrupa, Avrupa'dır: Genel Veri Koruma Yönetmeliği (GDPR), birçok sınırı hala açık olan yirmi yedi farklı ülke, birbirine kuvvetle entegre değer zincirleri ile işgücü piyasaları ve hakları için savaşmaya hazır olan çok sayıda insan... Dolayısıyla kimilerine Eldorado gibi görünen çözümü, kimileri tekinsiz bir gözetleme kabusu senaryosu olarak gördü.
Özetle Asya'dan bir uygulama ithal etmek mümkün olamazdı. Takip uygulamalarına uygun bir Avrupa standardı geliştirmek üzere PEPP-PT adlı bir Avrupa konsorsiyumu kuruldu. Bu şemsiye altında, biri merkezi veri depolamaya dayanan iki protokol geliştirildi. İkincisi ise bir üniversiteler ağınca desteklendi ve DP3T adında merkezi olmayan bir mimari üzerine kuruldu. Böylelikle her ülke kendi uygulamasını seçebilecekti. Önemli teknik konuları uzmanlar tartıştı, normal vatandaşlar -ve uygulamaya dönük kararları almakla görevli bakanlar- ise tartışma dışında bırakıldı. Tartışmanın BLE ve DP3T'ye karşı PEPP-PT'nin kullanımı ve bunların Apple’ın işletim sistemi iOS 13.5 ile uyumundan ibaret olduğu bir yerde, elbette halk dışlanmış hissediyor. Bunlar hiç tartışmasız önemli konular olsa da yaşamlarımız için ne anlama geldiklerini anlamak için tercümanlara ihtiyacımız var. Takip uygulamaları konusunda, bu küçük yardımcıların potansiyel başarısını belirleyecek hayati bir unsur ise tamamen göz ardı edildi: Güven. İnsanlar teknik bir araca güvenmezlerse, o aracı yüklemezler. Oysa takip uygulamalarının başarısı, nüfusun büyük bir kısmı tarafından kullanılmalarına bağlıydı.
Peki, kamu otoritelerine ve demokratik sürece nasıl güvenebiliriz? Başlangıçta yetkin bir tavır, net açıklamalar ve TV'de güçlü bir temsiliyetin faydalı göründüğü açık. Ancak uzun vadede -söz konusu koronavirüsse bu vade birkaç hafta demek- kralın çıplak olduğu ortaya çıkmıştır ve güven hızla kaybolmuştur. Politikacılar ve yanısıra bilim adamları, virüsü yenecek ve on yılların en kötü ekonomik gerilemesiyle mücadele edecek hazır bir reçeteleri bulunmadığını itiraf etmekle yükümlüdür. Burada geçerli tek strateji, her şeyi bilen olmadığını kabul etmek,karar aşamalarında kullanılan ilke ve yöntemleri anlatmak ve bunları kamuoyu ile açıkça paylaşmak olabilir.
Süddeutsche Zeitung gazetesine göre, nasıl güven oluşturulur ve halk karar sürecine nasıl katılır sorularının cevabı için, Alman virolog Christian Drosten'i -nam-ı diğer 'ülkenin baş korona-açıklayıcısı'nı- örnek almak mümkün. Drosten, podcast yoluyla milyonlarca dinleyiciyle buluşuyor, onlara bilimsel gerçekleri anlaşılabilir bir dilde anlatıyor. Virüsle mücadelede farklı bir yaklaşımı ortaya koyan yeni bir çalışmayla karşılaştığında ise o güne kadarki fikirlerini değiştirmekten çekinmiyor. Çünkü bilim, sürekli gelişim gösteren bir uğraştır -tıpkı demokrasi gibi.
Aynı şey teknoloji için de geçerlidir. Teknoloji uzmanları, buldukları bir çözümün nasıl çalıştığını, ne gibi sonuçları olduğunu veya olabileceğini açık bir dille anlatmayı öğrenmelidir. Sivil toplum kuruluşları doğru soruları sorabilmeli, politikacılar teknik bir araca karar vermeden önce o tip bir araçla neyi başarmak istediklerini detaylıca açıklayabilmelidir.
Bu yüzden önce ihtiyaçlarımızı tanımlayalım. Enfekte olmuş ancak belirti göstermeyen kişilerin evde kalmasını mı istiyoruz? O zaman onlara ücretlilerse hastalık izni, serbest çalışıyorlarsa gelir ikamesi olanağı sunmalıyız. Bir Batı toplumunda, kimsenin kesinlik onayı dahi veremediği bir mesaj akıllı telefonunda beliriverdi diye bir çalışan neden evde izolasyona girip gelirini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalsın? İlginçtir ki böylesi bir bildirimin vatandaşlar için ne anlama geldiğine dair bu önemli soru, takip uygulamasına ilişkin tartışmalar sırasında bugüne kadar hemen hemen hiç gündeme getirilmedi. Neredeyse bütün tartışma mahtremiyet mi sağlık mı ikilemine kilitlenmiş durumda. Oysa mesele hiçbir zaman bu olmadı. Avrupa GDPR yasal çerçevesinin, mahremiyeti en yüksek derecede koruyan aracın seçilmesini zorunlu kıldığı bilgisi, herkesçe biliniyordu. Takip işlemini gerçekleştirmenin iki yolu var ve bunlardan biri mahremiyeti diğerinden daha fazla koruyor. Yani burada tartışmasız bir kabul mümkün. Peki ya etkili olma konusu? Oxford Üniversitesi'nin bir araştırmasına göre, temas takip uygulamalarının etkili olabilmesi için nüfusun yüzde 60'ı tarafından yüklenmesi gerekiyor. Akıllı telefon penetrasyonu ülkeye bağlı olarak yüzde 55 ile yüzde 80 arasında bulunuyor. Bu veri, yüzde 60'lık oranı ulaşılamaz olmasa da iddialı bir hedef haline getirmekte. Öyleyse uygulamayı kurmanın anlamı nedir? İşte burada güven konusu yeniden devreye giriyor. Şunu söylemeye hazır mıyız: Biz bu uygulamanın nasıl çalışacağını tam olarak bilmiyoruz ama yine de mahremiyet önlemlerinin alınması koşuluyla ona bir şans vermeye hazırız mı?
Teknoloji kullanımında toplumsal kabul davranışını geliştirmek için, hükümetlerin ve uzmanların kamuoyu ile açık bir tartışmayı sürdürebilmeleri, teknik araçların avantajları, riskleri ve belirsizlikleri konusunda insanlara açık olmaları gerekmektedir. Açık bir ifade ile yol gösterici ilkeleri sunmak ve ulaşmak istediğimiz hedefleri belirtmek önemlidir. Tıpkı bir formu işlevin belirlemesi gibi, bir teknoloji aracının seçimi de amacına uygun olmalıdır. Bu amaç ve buna karşılık gelen teknoloji seçimi, herkesin temel gerekçeleri anlamasına, soru sormasına ve deneyimleri ve beklentileri ile katkıda bulunmasına olanak sağlayan kamusal bir tartışma ortamı ile tanımlanmalıdır. Güven arayan hükümetler vatandaşlarına güvenmek zorundadır. Olgun bir demokrasi bunu başarabilir. Esasen bu, bizi ileriye götürebilecek tek yoldur. Takip uygulamaları sadece başlangıçtır. Her geçen gün daha karmaşık teknolojilerle karşılaşıyoruz ve sağlığımızı, gizliliğimizi ve özgürlüğümüzü tehlikeye atmadan bu teknolojilerin güçlü yanlarından faydalanmak istiyorsak, geniş ve açık tartışmalar yürütebilmemiz gerekiyor. 5G ve yapay zeka, biyoteknoloji ve sağlık verilerini depolama gibi temel konuları düşündüğümüzde bile bu gerçekle karşılaşıyoruz. Demokrasinin, sosyal hakların ve uzlaşma sanatının özel karışımı olarak nitelediğimiz Modern Avrupa tarzımızı korumak istiyorsak, teknoloji çerçevesindeki tartışmaları büyütmek zorundayız. Bu, salt uzmanlara, her şeyi biliyormuş gibi davranan politikacılara ve sadece cennet ile cehennem arasındaki ayrımı bilen insanlara bırakılmayacak kadar önemli bir konu.
---------------------------------------------
Bu metin İngilizce'den Türkçe'ye Gülşah Karadağ tarafından çevrilmiştir.