Rusya ve Batı arasındaki eski silah kontrolü çerçevesi artık işe yaramıyor. Temel silah denetim anlaşmalarında yaşanan erozyon NATO ve Moskova arasında yeni gerilimlere yol açtı. Avrupa'daki gerilimleri azaltmayı amaçlayan yeni yaklaşım, temel jeopolitik koordinatların değiştiğini ve yeni silah teknolojilerinin eski silah kontrol paradigmalarını geçersiz kıldığını hesaba katmalıdır.

Batı ve Rusya arasında 2014’ten beri yaşanan gerilimler Avrupa odaklı gergin bir askerî denge yarattı. Baltık ve Karadeniz bölgelerinde tırmanarak artan bir silahlı faaliyet söz konusu. Bu faaliyetler, asker konuşlandırma, büyük ölçekli tatbikatlar ve ortak deniz alanlarında ve sınırlarında yakın temas gibi biçimler alıyor. Doğrudan saldırı her iki taraf için de gerçekçi bir senaryo olarak görülmüyor olsa da mevcut eğilimler, yanlış anlamalar, tehlikeli kazalar ve gerginliğin kontrolsüzce tırmanması risklerini artırıyor. Mevcut iletişim kanalları bugüne kadar istenmeyen sonuçların doğma olasılığını azaltmış olsa da taraflar arasındaki etkileşim düzeyi düşüktür.
Giriş
Geleneksel olarak, gerilim artıran tehditlerin sevk ve idaresi, güven -ve güvenlik- tesis edici önlemlerin yanı sıra silah denetimi araçları vasıtasıyla ele alınır. Bunlar, karşı karşıya gelişlere bir dereceye kadar öngörülebilirlik katarak yoğun siyasi gerilimler arasında daha fazla istikrar sağlamak üzere oluşturulur. Ancak son yirmi yılda silah denetimi mekanizmalarının bölgesel ve küresel düzeyde vahim bir çözülüşüne tanık olunmuştur.
Bu model, kökleri Amerika’nın Anti Balistik Füze Anlaşmasını feshetmesine ve NATO’nun Avrupa’da Konvansiyonel Kuvvetler (CFE) Anlaşması ve bu anlaşmanın Uyarlama Anlaşmasını onaylamak konusundaki gönülsüzlüğüne dayanan Ukrayna çatışmasının bile önüne geçti. Batının algılanan engelleme politikası nedeniyle, Rusya 2007’den sonra ikinci belgeden tedricen çekildi ve ayrıca askerî alandaki güvencelere yönelik önceki olumlu tutumunu değiştirdi.
2014'ten bu yana görülen silah yığınağı yapma sürecine, güven tesis edici önlemleri sistemleştiren Viyana belgesinin yenilenmesi ile ilgili tartışmalar, Açık Semalar Antlaşması'nın uygulanmasındaki zorluklar ve silah kontrol topluluğu içinde genel bir umutsuzluk duygusu eşlik etti.
2 Ağustos 2019'da sona eren Rus-Amerikan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması (INF), değerden düşen eski kurumlar kümesinin son elemanı oldu. Nükleer güçlerin sınırlandırılmasına ilişkin son sağlam belge olarak kalan Yeni Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması'nın geleceği, hâlâ muallakta.
Bu gelişmelerin ortasında, üst düzey birkaç siyasetçi, askerî alanda antlaşmaya dayanan kısıtlamaların yeniden canlandırılması yoluyla Avrupa’da yeniden istikrar tesisini teşvik etti. Örneğin, 2016 yılında o dönemki Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier “Avrupa'da denenmiş ve test edilmiş bir risk azaltma, şeffaflık ve güven tesis etme aracı olarak silah kontrolünün yeniden başlatılması” çağrısında bulundu.
Ardından, halefi Sigmar Gabriel “değeri kanıtlanmış anlaşmaların zarar görmesini önleme” çağrısında bulundu. Daha sonra şunu tavsiye etti: “Bu sözleşmeleri korumak ve birlikte geliştirmek için ve gerekirse yeni bir yola, örneğin geleneksel silah kontrolü sistemine geri dönme cesaretini göstermek gücümüzün yettiği her şeyi yapmalıyız”.
Avrupa'daki derin bölünmeler karşısında daha fazla öngörülebilirlik için yapılan çağrılar kesinlikle övgüye değer. Bu çağrılar sayesinde silah kontrolü uluslararası gündeme yeniden girdi (öncelikle, AGİT Yapısal Diyaloğu aracılığıyla). Ancak, bugün askerî açıdan getirilecek kısıtlamaların başarıya ulaşması için, geçmişte müzakere edilen mekanizmaları ve hatta ilkeleri korumaya çalışmak yeterli değildir.
Eski kayıtların dosdoğru uygulanmasını daha az umut verici hale getiren ve silah kontrol dogmalarının tam da temel ilkelerinin yeniden tasarlanmasını gerektiren büyük değişiklikler üzerine düşünmek önemlidir.
Elinizdeki metin, stratejik çevrede, Avrupa'daki askerî pozisyonları istikrara kavuşturma umutlarını etkileyen dönüşümleri ana hatlarıyla ortaya koymayı amaçlamaktadır. Özellikle de 20. yüzyıldan kalma silah denetim normlarına meydan okuyan üç büyük eğilimi incelemektedir. Bunlar, askerî doktrinlerin gözden geçirilmesi, ezber bozan yeniliklerin ortaya çıkışı ve küresel manzaranın yeniden yapılandırılması.
Bu tespit, bu eğilimlerin silah kontrolünü kendi başına işe yaramaz veya ulaşılamaz hale getirdiğini varsaymaz. Aksine, mevcut analizin gelişmekte olan güvenlik ortamına uyarlanması durumunda, değerli bir risk yönetimi aracı olarak yeniden ortaya çıkabileceği öncülü üzerine inşa edilmiştir.
Yazar, yeni antlaşmaların veya diğer mekanizmaların nasıl oluşturulması gerektiği konusunda özel öneriler sunma çabasında değildir. Bununla birlikte, muhtemel zorlukları ve potansiyel darboğazları inceleyerek tartışmaya katkıda bulunmayı umuyor. Yanlış sorunlara doğru çözümler bulmak çare değildir ve bugüne kadar tedavi etmeye çalıştığımız hastalığın köklerini incelemeye yeterince zaman ayırmadık.
Çevik kuvvetin ortaya çıkışına yanıt vermek
Silah kontrolü, ülkenin güvenliğini sağlamak için kullanılan alet çantasındaki parçalardan biridir. Bu nedenle, uluslararası anlaşmalar tarafından belirlenen tüm kısıtlamaların ulusal büyük stratejilere ve askeri doktrinlere yedirilmesi gerekir. Bu arada, hem Rusya hem de Batı tutumlarını önemli ölçüde değiştirmekle meşgul.
Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, hem Rusya hem de Batı ordularını sayıca daha küçük ve daha profesyonel hale getirme baskısıyla karşı karşıya kaldı. Askerî alandaki yeniliklerin ortaya çıkması uzun zaman aldığından, doktrinel değişikliklerin uygulanması kolay değildi.
Buna rağmen, Rusya ve Batı'daki silahlı kuvvetler, 2010'ların ortalarında, hareketlilikleri, esneklikleri ve uyarlanabilirlikleri ile ilgili endişelerle gündeme geldi. Birinci Dünya Savaşı öncesindeki kötü şöhretli “saldırganlık kültü"ne benzer şekilde, mevcut askerî düşünüş biçimi de “çeviklik kültü” takıntısıyla tanımlanabilir.
Bu kavram, çatışmadaki başarıyı, askerî güçlerin alışılmadık koşullar altında hızlı bir şekilde konuşlandırılması, dağılma ve toplanma sırasında gösterilen esneklik, düşman topraklarına yüksek hassasiyetle derinlemesine vurma ve çeşitli birimlerin en düşük taktik düzeyde müşterek çalışabilirliğini gerektiren birleşik operasyon yürütme becerisi ile ilişkilendiriyor.
Rusya, 1990'larda ve 2000'lerde Batı'dan yeteri kadar güvenlik garantisi almadı. Bunun sonucunda, Rus askerî gücünün hareketlilik düzeyi ve hatta konuşlanmadaki öngörülemezlik derecesi, NATO ile konvansiyonel güçler arasındaki uçurumun bir telafisi haline geldi.
Aynı zamanda, bir geniş bölge, nispeten küçük nüfus ve askerî harcamalardaki azalma bileşimini nirengi yapmak mantıklı bir yoldu. 2008'den sonra hayata geçirilen sert yapısal reformlar ve Moskova'nın 2013 yılından bu yana yürüttüğü büyük çaplı anlık tatbikatlar, Rusya'yı daha etkili bir askerî güce dönüştüren yeni ilkelerin yerleşmesine öncülük etti.
Rusya’nın sicili etkileyici olsa da “Çeviklik Kültü”ne öncülük eden ABD idi. Kendi önüne koyduğu, iki büyük savaşı bir kerede kazanabilme zorunluluğunun çıkar yolu buydu. Genellikle “Rumsfeld Doktrini”ne atfedilen ve Afganistan ve Irak'ta kullanılan Hızlı Hakimiyet kavramı, küçük ama hareketli ve koordineli güçlerle mücadele etmek gibi bir standart belirledi.
Daha sonra, Çin’in askeri modernizasyonu ile ilgili endişeler ve Rusya’nın operasyonel başarılarının kabulü, Washington’ı büyük güç rekabeti bakımından gereksinimlerini yeniden düşünmeye itti. Böylelikle, 2018 Ulusal Savunma Stratejisi, gelecekteki Amerikan ordusu için önemli kavramlar olarak “dinamik güç istihdamı” ve “operasyonel öngörülemezlik” kavramlarını geliştirdi.
Dahası, çevikliği artırma çabası Birleşik Devletlerin ötesine geçerek tüm Batı’ya yayıldı. “Askerî Schengen” olarak adlandırılan ve askerî birlikleri ulusaşırı hareketliliği önündeki bürokratik ve altyapı engellerini aşmayı amaçlayan bir AB inisiyatifinde kendine yer buldu.
Daha fazla hareketlilik elde etme arzusu, ayrıca NATO'nun lojistik ve transatlantik iletişim ile ilgili iki yetkiyi yeniden canlandırmaya karar vermesinin yolunu açtı. Bu gelişmeler, Rusya ve Batı'da potansiyel krizlerde diğer tarafın öngörülemez şekilde konuşlanma olasılıklarıyla ilgili karşılıklı endişeleri artırdı.
Yeni doktriner yönelimler, silah kontrolü konusunda 20. yüzyılın ikinci yarısındaki operasyonel varsayımlardan önemli ölçüde farklıdır. Bu varsayımlar daha büyük, hantal ordular, katı hiyerarşik komuta yapıları mantığına ve standart ancak nispeten daha az karmaşık, devasa silah stoğuna dayanıyordu. Eskiden tehdit, büyüklükle orantılıydı ve yeterli savaş becerisi edinmek, askerlerin haftalarca değilse de günlerce seferber olmasını gerektiriyordu.
Barış dönemi askerî birlikleri, çoğu zaman, savaş gücünün temel çatısını oluşturuyor ve gerçek bir konuşlandırmadan önce yedeklerle uzatmalı takviyeye ihtiyaç duyuyorlardı. Bu nedenle, silah kontrolü kavramı, niceliksel kısıtlamalar, coğrafi sabitleme ve sınırlı sayıda ana silah sistemi kurulumu etrafında toplandı (CFE Antlaşması, beş silahlanma kategorisine kısıtlamalar getirdi).
Bu kriterler yeni doktriner önceliklere tam olarak uygulanamayabilir. Günümüz orduları, tehditleri coğrafya yerine zamanla, nicelik yerine değil nitelikle ve belirli silah türleriyle değil entegre ağlarla ilişkilendiriyor. Orduların büyüklüğü azaldı, ancak yüksek hazırlık seviyeli birimlerin yüzdesi arttı.
Bazıları bu tür pozisyonların doğası gereği istikrarsızlaştığını iddia edebilir, ancak tarih, benzer araçların hem iddialı hem de statükocu aktörler tarafından uyumlulaştırılabileceğini kanıtlamaktadır. Girişte belirtildiği gibi, bu analiz, Avrupa'nın ılımlı (tam olarak tatmin edici olmasa bile) devletlerden müteşekkil olduğu önkabulüne sahiptir. Yeni askerî gerekliliklerden kaynaklanan riskleri azaltmak için, çevik kuvvetlerle ilintili nitelikler konusunda düzenlemeler geliştirmeleri gerekir.
Teknolojik aksaklıkların açıklanması
Doktriner gelişmelerin yanı sıra teknolojik dönüşümler de silah kontrolü üzerinde bir etkiye sahiptir. Bu sadece son zamanlarda karşılaşılan bir zorluk değil. Endüstri çağının başlangıcından bu yana, silahlanma yarışını dizginlemek ve istikrarı sağlamak, hızlı teknolojik ilerlemenin yönetilmesi gerekliliğinin tipik örneğidir.
Mevcut durumu özellikle sorunlu kılan, askerî dengeyi sağlamak üzere alınan yerleşik önlemlerin sürekli değişmekte olduğu algısıdır. Endişenin ölçeği ve kapsamı, 1970'lere, yani halihazırda parçalanmış olan silah kontrol çerçevesinin kristalleşmeye başladığı döneme kıyasla dikkate değerdir.
Dahası, 20. yüzyılın nükleer devriminden farklı olarak, potansiyel aksaklıklar füze savunması, anti-uydu, hipersonik ve siber silahların yanı sıra ölümcül otonom silah sistemleri de dahil olmak üzere geniş bir sistem yelpazesine atfediliyor.
Bunların her biri, silahlı çatışmanın geleceğiyle ilgili dönüşümsel etkiler bakımından yüksek beklentiler üretiyor. Eski stratejik istikrar kavramını zayıflatarak, savaşı hızlandırarak ve askerî mücadeleyi yeni alanlara yayarak ana hatlarıyla ortaya koyulan doktriner değişimi güçlendirmeleri öngörülüyor.
Tarih, diğer savaş araçlarını tamamen geçersiz kılacak bir “mutlak silah” inşa etme hırsıyla ilgili asılsız umutlara ve korkulara karşı bizi ihtiyatlı olmaya çağırıyor. Nükleer silahların ortaya çıkışı bile devletleri geleneksel yöntemlere yatırım yapmaktan veya askerî çatışmalara katılmaktan vazgeçirmedi. Dahası, önceki bölüm zaten modern kuvvet inşa etmede çeşitli varlıkların entegrasyonunun önceliğine işaret etmişti.
Bu andan itibaren, ordunun teknolojik yenilikleri massetmesi için karşılıklı yeni silah düzenlemelerinin ve örgütsel modellerin geliştirilebileceği uzun bir zaman gerekir.
Bu nedenle, gelişmiş askerî sistemleri uygulamak, yanlış hesaplama ve yanlış algılama riski taşır. En büyük istikrarsızlaştırıcı etkiyi doğuran, teknolojik olarak üstün becerilerin gerçek potansiyeli değil, denenmemiş araç ve uygulamalarla ilgili belirsizliklerdir.
Bu zorluk, bu yeniliklerin asıl dönüştürücü özellikleri henüz ortaya çıkmadan önce, insanın kendinden emin bir şekilde spekülasyonlar yapmaya yatkınlığı nedeniyle abartılmaktadır. Donald Rumsfeld'in kulağa tanıdık gelen tabiriyle, en büyük zorluklara neden olan, "bilinmeyen bilinmeyenler"dir.
Silah kontrolü bakımından, neyin, nasıl düzenlenmesi gerektiği konusu, üzerinde yeniden düşünmeyi gerektirir. Bu tür gözden geçirme, genellikle bilgiye dayalı tahminlerde bulunmak için sağlam bir zemin olmadığı zamanlarda beklenir. Örneğin, Washington Deniz Anlaşması, büyük savaş gemileri ve büyük ölçekli filoların tonajları konusuna özel bir dikkat sarf edilerek iki savaş arası dönemde, karşı birincil bir dikkatle müzakere edilmiştir.
Bu çalışmalar, halihazırda geliştirilmiş ancak yine de erken bir aşamada olan uçak gemilerinin gelecekteki merkezî rolünü ve ağır kruvazörleri daha büyük bir savaş gücüne dönüştüren (“cep savaş gemileri”olarak adlandırılan), kısa süre sonra ortaya çıkacak yenilikleri göz ardı etti.
Bununla birlikte, mevcut teknolojik gelişmelerden kaynaklanan belirsizlik, bireysel silahlara ilişkin yetersiz bir değerlendirmeyle sınırlı kalamazdı. Daha da sorunlu hale gelen şey, askerî denge üzerine düşünme sürecine hakim olan önceki kategorilerin erozyona uğramış olmasıdır.
Yüksek hassasiyetli, uzun menzilli ve ağır yıkıcı konvansiyonel varlıkların, düşük verimli nükleer silahların ve kinetik olmayan (siber) vurucu seçeneklerin müşterek gelişimi, stratejik ve stratejik olmayan alanlar, savaşma ve caydırma kabiliyeti, genel amaçlı kuvvetler ve kitle imha silahları arasındaki bulanık sınırlardır.
Bundan başka, bazı teknolojik yenilikler (siber gibi), geleneksel savaş dışında yeni zorlama biçimleriyle ilgilidir. Bu, ‘kontrollü kaos’, ‘hibrid savaş’ veya ‘barış dışı durum’ gibi tartışmalı ve sıklıkla komplocu kavramların çoğalmasına yol açtı.
Askerî denge durumunun karmaşık ve çok katmanlı doğası göz önüne alındığında, Soğuk Savaş'tan bu yana, silah kontrolü, çeşitli silah kategorileriyle ilişkili olarak, bir rejim kompartizasyonu etrafında inşa edildi. Bu yaklaşım, paket teklifleri ve konu bağlantılı olma özelliğini tam olarak imkansız hale getirmese de, belirli müzakerelerde ele alınan konu aralığını sınırlandırdı.
Bu, tüm silah kontrolü girişimini yönetilebilir hale getirdi. Bu arada, bu kategorilerin oluşturulmasında belirli bir gönüllülük düzeyi yakalanmış olmasına rağmen, genel olarak sonuçlandırılmış anlaşmaları uygulanabilir kılan operasyonel gerçekleri yansıtıyorlardı.
Teknolojik dönüşümler yeni sınır çizgileri arayışına ön ayak oluyor. Eski bilgiler, belirli cevapları sunması gerekmiyor olsa da, ne tür bir entelektüel çabanın gerekli olduğunu göstermede öğretici olabilir.
Örneğin, Soğuk Savaş sırasında öne çıkan (kıtalararası balistik füzeler, denizaltıdan fırlatılan balistik füzeler ve ağır bombardıman uçaklarını içeren) stratejik üçlü kavramı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri arasındaki geleneksel bölünmeye karşı çıkıyordu. Bugün, bir yanda askerî alandaki herhangi bir potansiyel sınırlamanın geçerliliğini muhafaza ederken, öte yanda karmaşıklığı azaltma konusunda eşit derecede yaratıcı düşünmek önemlidir.
Avrupa'nın göreceli stratejik marjinalleştirilmesinin ele alınması
Doktriner ve teknolojik dönüşümler askerî sınırlandırma beklentilerini sadece Avrupa-Atlantik bölgesinde değil küresel anlamda etkilese de, siyasi eğilimler bölgeye özgü ek zorluklar üretiyor. Avrupa son birkaç yüz yıldır, büyük güç politikaları anlamında esas ilgi alanı olma özelliğini korudu.
Uluslararası ilişkilerdeki ağırlık merkezinin Avrupa’nın ötesine geçtiği 20. yüzyılın ikinci yarısında bile, bölge merkezî savaş alanı ve Soğuk Savaş'taki aslan payı olmaya devam etti. Artık durum böyle değil.
21. yüzyılın ikinci on yılıyla birlikte, Asya'nın ekonomik yükselişi giderek artan bir şekilde savunma bütçelerine de yansıdı. (2018'te, küresel askeri harcamaların %28'ini oluşturuyordu, otuz yıl önce %9). Bölge iki potansiyel süper güce ev sahipliği yapıyor-Çin ve Hindistan; teknolojik açıdan sofistike bir Japonya ve birkaç diğer önemli ordu.
Yeni güç merkezlerinin gelişmesiyle ile birlikte bölgesel silahlanma yarışı yoğunlaşacak. Bu arada, bir dizi endişe, bazı geleneksel güçleri dikkatlerini Asya'ya odaklamaya zorlayacak. Her şeyden önce, burası Birleşik Devletler için birincil operasyon alanı haline geldi. Moskova da, eşit derecede olmasa da, Doğu'da benzer bir yeniden dengelenme peşindedir.
Stratejik çevredeki bu yer değişikliği, Avrupa'daki güvenlik durumunun başka yerlerdeki gelişmelere her zamankinden daha fazla bağımlı hale gelmesi demektir ki, tarihsel olarak durum bunun tam tersiydi. Bölgedeki dengeye istikrar kazandıran her türlü tedbir küresel oyuncuların diğer coğrafi alanlarda maruz kalabilecekleri ikincil kayıplar karşısında daha ağır çekeceğinden bu tür bağlanımlar silah kontrolüne kadar uzanır.
Bu, zorunlu olarak, herhangi bir taahhütten uzak duracakları anlamına gelmez. Bununla birlikte, mevcut siyasi dönüşümler, askerî pozisyon alışları düzenleme çabasında Avrupalı aktörleri zayıflatmakta ve olası düzenlemeleri daha kırılgan hale getirmektedir.
Tüm bunlar, INF Antlaşması'nın çözülmesi sırasında görünür hale geldi. Bu anlaşmanın ortadan kalkmasına sadece Moskova ve Washington'daki, diğer tarafın sözleşmeyi ihlal ettiğine ilişkin endişeler değil, aynı zamanda Amerikan'ın Çin’in büyüyen kapasitesini dengeleme arzusu da neden oldu.
Bu spesifik anlaşma bakımından, bu tür bir bağlanım hali bütünüyle olağan dışı değildir. Orta menzilli füzeler konusunda 1980’lerde yaşanan tartışmalar Avrupa’nın güvenliği ile ilgili değerlendirmelerden kaynaklanırken, bu füzeleri coğrafi olarak sınırlandırmak yerine ortadan kaldırmak yönündeki karar, Sovyetlerin kapasitesinin Doğuya taşınmasına itiraz eden Japonya’nın etkisiyle alındı.
Bununla birlikte, mevcut durumla arasında niteliksel bir fark vardır. O zamanlar, Asya ile ilgili endişeler rejim tasarımında değişikliklere yol açtı, bugün bunlar Asya’nın kaderi için çok önemli. Güç geçişindeki süregelen eğilimler göz önüne alındığında, Avrupa'nın dış etkilerden soyutlanma olasılığının daha da azalması beklenebilir. Stratejik istikrar açısından, silah sınırlamalarını yeniden getirme çabaları, Rusya ile ABD arasındaki iki unsurlu dengelemeden Çin’in ve aynı zamanda Hindistan ve diğer bazı devletlerin daha büyük bir role sahip olduğu, çok taraflı bir denkleme geçişle tanımlanacaktır.
Askerî pozisyonların diğer yönleri üzerindeki kontrol (yukarıda tartışılan teknolojik değişimler ışığında onları ayırt etmenin mümkün olacağı ölçüde), çevik güçleri, bunlar başka bir yere zarar vermeden belirli bir bölge ile sınırlandırma konusunda zorluk çekecektir.
Sonuç
Buraya kadar yapılan değerlendirme, silah kontrolünün geleceğini etkileyen göze çarpan eğilimleri özetlemeyi amaçlıyordu. Bireysel anlaşmalar ve spesifik ihlaller hakkındaki tartışmaların ve iddiaların ötesinde büyük resmi incelemeye çalıştı. Buradan itibaren ise, genel siyasi çevre, askerî doktrinler ve teknolojik yenilikler gibi alanlardaki önemli gelişmeleri incelemektedir. Aynı zamanda Avrupa'da istikrarın sağlanması için devam eden ve beklenen dönüşümlerin olası sonuçlarının da izini sürmektedir.
Bu değerlendirme, 20. yüzyılın ikinci yarısında silah kontrolü ile ilgili geliştirilen pek çok öncülün artık geçerli olmadığını göstermektedir. Daha fazla öngörülebilirlik ve artan bir kontrol sağlayan anlamlı kurumları teşvik etmek için, modern çevik güçleri tanımlayan özelliklere uyum sağlamak çok önemlidir. Bu, dinamik pozisyonları düzenleme becerisi, nicel kriterler yerine nitel kriterler ve sadece vurucu kapasiteye sahip araçlar yerine entegrasyon araçları gerektirir.
Askerî dengenin çeşitli seviye ve yönlerini tanımlayan temel kategorileri yeniden gözden geçirme ihtiyacı hiç de önemsiz değildir. Özellikle, stratejik istikrar, onu etkileyebilecek yeni becerilerin ortaya çıkmasıyla giderek etkisi azalmış bir kavram haline gelir. Ayrıca, muhalifleri savaş dışında da taciz etme, zorlama ve devirmenin yeni yolları var, bu da istikrarı bozabilir. Düzenleme yeteneği, düzenleme nesnelerini tanımlama becerisine bağlı olduğundan, gelecekteki silah kontrolü ile ilgili olası müzakerelerden önce ciddi kavramsal çalışma yapılmalıdır.
Son olarak, küresel güç geçişleri, Avrupa'da başarılı bir silah kontrolünün başka yerlerdeki gelişmelere karşı daha fazla hassasiyet gerektirmesi anlamına geliyor. Bölgesel aktörler ya giderek birbirine bağımlı bir dünyada yerel düzenlemelerin daha geniş yansımalarını en aza indirmenin yollarını bulmalı; ya belirli mekanizmaları küresel normlara dönüştürmeye çalışmalı; ya da diğer operasyon alanlarındaki büyük güçler üzerinde baskı kurmak yerine onları güçlendirecek rejimler tasarlamalıdır.
İncelenen bu eğilimler muhtemelen silah kontrolünü etkileyecek yegane eğilimler değildir. Bu konudaki hiçbir liste geniş kapsamlı ve ayrıntılıymış gibi davranamaz, özellikle de "bilinmeyen bilinmeyenleri" hesaba katarsak. Bununla birlikte, önceki analizin sistematik tarzı, bölgesel istikrar umutlarını etkileyen tüm büyük alanları (politik, örgütsel ve teknolojik) kapsayan tutarlı bir çerçeve oluşturmayı sağlamıştır. Bu çerçeve, silah kontrolünü sağlamada dikkate değer ve çok yönlü zorluklar çıkarıyor ancak bunu mümkün kılmak için yapılabilecek işe yarar yolları da gösteriyor.
------------------------------------------------------------
Yazar, Berlin'deki 9. YGLN Toplantısı katılımcılarına (23-25 Haziran 2019) ve Maxim Suchkov ve Oleg Shakirov'a, makalenin taslakları hakkındaki paha biçilmez yorumları için teşekkür eder. Bu analiz yazısı, Rusya Federasyonu Bilim ve Yüksek Öğretim Bakanlığı tarafından finanse edilen araştırmadan yararlanmıştır (hibe sözleşmesi numarası 14.641.31.0002).
Bu makale, 24-25 Haziran 2019 tarihlerinde Heinrich Böll Vakfı'nda gerçekleşen Genç Nesil Liderlik Ağı (YGLN) atölyesinde tartışılan konuları ayrıntılı olarak ele almaktadır. Bu makalede dile getirilen görüşler yazarı bağlar ve vakfımızın ya da YGLN'nin konumunu yansıtmaz. Ortak amacımız, Avrupa-Atlantik bölgesindeki yeni uzmanlar arasında güvenlikle ilgili bir diyalogu teşvik etmektir.
Bu metin İngilizce'den Türkçe'ye Deniz Tuna tarafından çevrilmiştir.