“Çok taraflılık, tam da ona en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanda, saldırı altında.” Düzinelerce yeni makale küresel işbirliğini savunurken António Guterres’in bu değerlendirmesine atıf yapıyor. Bu yazı da bir istisna değil. BM Genel Sekreteri’nin haklı olduğu aşikar. Bugüne dek görülmemiş ulusaşırı meydan okumalarla karşı karşıya kalan uluslararası kuruluşlar çıkmaza girdi (BM Güvenlik Konseyi), rehin alındı (Dünya Ticaret Örgütü) ya da beyin ölümü gerçekleşmiş diye yaftalandı (NATO). Devletler ise iklim (Paris Anlaşması), göç (Göç için Küresel İlkeler Sözleşmesi) veya insan haklarıyla (BM İnsan Hakları Konseyi) ilgili küresel rejimlerden çekiliyor. Diğer taraftan, güç siyaseti yeni-Westfalyan bir yeniden doğuş yaşıyor. Bu çetin uluslararası ortamda “kurallar temelli çok taraflı düzeni kurtarmak,” günümüzün imdat çağrısı oldu.
Peki, bildiğimiz haliyle çok taraflı düzeni kurtarmak için Almanya gibi orta büyüklükteki güçlerin neye ihtiyacı var? Birbiriyle yakından ilintili, yeterli olmasa da gerekli en az iki ön koşul var: İlki, devletlerin, güç siyasetine nasıl karşılık vereceklerini formüle etmeleri gerekliliği. Bunun için de öncelikle büyük güçlerle ilişkilerini tanımlamalı ve onlara karşı pozisyonlarını belirlemeliler. İkinci olarak devletler, özellikle yurttaşların küresel sisteme olan güvenini korumak ve yenilemek için, en acil küresel sorunlarla ilgili olarak kendilerine düşeni yapmalılar.
Berlin ve Paris: Tedrici yaklaşımda aksama
Almanya ve Fransa, bu iki hususta da doğal müttefik olabilirler. 2019 yılı Ocak ayında, 1963 tarihli Élysée Antlaşması’nı yenileyen bir ikili anlaşma olan Aachen Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla her iki ülke de “Birleşmiş Milletler’in merkezinde olduğu, kurallara ve çok taraflılığa dayanan bir uluslararası düzene olan sıkı bağlılık”larını vurguladılar. Bu amaç doğrultusunda Fransa, Almanya’nın Çok Taraflılık için İttifak’ı oluşturma girişimine katıldı ve şu anda projenin sponsorlarından biri oldu. Alman toplumu da bu tür ortak girişimleri destekler görünüyor: Yeni bir araştırmaya göre Alman halkının yarısından fazlası, uluslararası ilişkilerde Fransa’nın Almanya’nın en önemli ortağı olduğunu söylüyor. Dahası, yüzde 77’lik bir kesim ülkelerinin Fransız ortakları ile daha yoğun bir şekilde çalışması gerektiğine inanıyor.
Bu olumlu işaretlere rağmen, Fransız-Alman ilişkileri fırtınalı zamanlar geçiriyor. Öyle görünüyor ki Ren’in iki yakasında da sinirler hassas. Berlin, Başkan Macron’un karışıklık çıkarma eğilimine giderek daha çok kızıyor; Paris ise Almanya’nın statüko bağlılığına artık tahammül edemiyor. Ağırbaşlı ve titiz bir pragmatist olan Angela Merkel’le büyük ama genellikle yüzeysel fikirlere meyilli okullu bir filozof olan Emmanuel Macron’un farklı karakterleri tansiyonu düşürmeyi zorlaştırıyor.
Ama üslupla öz birbiriyle karıştırılmamalı. Fransız-Alman ilişkilerinin en kötü dönemini geçirdiğine dair bir endişe varsa, Almanya ve Fransa’nın dış politika konularının çoğunda, en azından diğer ülkelerle ortaklaşa yapılması gerekenlere dair analizlerinde hala hemfikir oldukları göz ardı ediliyor demektir. Anlaşmazlığın temel kaynağı, Fransa’nın jeopolitik düşünceye Berlin’deki ortaklarına göre çok daha hazır olması ve bu nedenle nasıl karşılık vereceğini formüle ederken daha ilerilere uzanabilmesi. Diğer taraftan Almanya, temkinli bir şekilde adım adım ilerlemeye devam ediyor, mühendis bir halk için bariz bir tercih.
Benzer analiz, farklı sonuç: Avrupa ve büyük güçler
Hiç şüphesiz, Berlin ve Paris, Trumpçı Amerika, yükselen Çin ve neo-emperyal Rusya analizlerinde hemfikir. Ancak olayları farklı değerlendirmeleri sonucunda farklı hareket ediyorlar. Kötüleşen Transatlantik ilişkiler karşısında iki Avrupalı ortak da Avrupalıların güvenlik ve diğer alanlarda bağımsızlığını güçlendirmesi gerektiği sonucunu çıkardı. Bu, pek çok konuşma ve demecin özünü oluşturuyordu; ister Bavarya bira çadırlarında (Merkel) ister Fransız üniversitelerinde (Macron) konuşulmuş olsun. Aralarındaki fark ise Başkan Macron’un ultima ratio’yu (son çare) tercih etmesi oldu; Avrupa güvenliğinin on yıllardır dayanmaya mahkum olduğu Transatlantik ittifakını “beyin ölümü gerçeklemiş” olarak adlandırdı, Avrupalı ve Amerikalı müttefiklerini tepki göstermeye ve pozisyon almaya zorladı. Dürüst olmak gerekirse, bunun ardından gelen Alman önerisi—NATO’yu canlandırmak için bir “uzman grubu” kurulması fikri—Başkan Trump’ı ittifakın değerini savunmaya itemezdi.
Benzer bir kalıp Çin ile olan ilişkide de görülebilir. Berlin ve Paris’in, Çin’in ülke içi eğilimleri (ikisi de Parti Devlet’in giderek otoriterleşmesinden ve büyük çaplı ekonomik müdahalelerinden kaygı duyuyor) ve Halk Cumhuriyeti’nin yükselişinin uluslararası sisteme getirdiği zorluklar hakkındaki değerlendirmeleri büyük oranda uyuşuyor. Ancak ihracata dayalı ekonomisi Çin’le olan ticaretine oldukça bağımlı olan Almanya sarih bir siyasal yanıt oluşturmakta zorlanıyor. Aksine, Fransa’nın çıkardığı sonuç net; yükselen bir diktatörlük (ve ufuktaki Çin-Amerikan çatışması) Avrupa’dan güçlü bir karşı-eylem gerektiriyor. Bu nedenle Emmanuel Macron, 2019 yılının Mart ayında Çin Başkanı Şi Cinping’le gerçekleştireceği toplantıya katılmaları için Angela Merkel’i ve sonra da Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’i Paris’e davet etti. Bu hamle bazı diplomatik sıkıntılara yol açtı. Fransa Devlet Başkanı, Şansölye ve Komisyon Başkanıyla önceden görüşüp ortak bir strateji geliştirmektense sadece katılımlarını duyurarak onları gafil avlamak ile suçlandı. Ancak Çin liderliğine Avrupa’dan güçlü bir mesaj verilmiş oldu. Tabii Almanlar, daha temkinli ve sistematik bir şekilde hareket etmeyi tercih ederlerdi.
Fransa’nın Çin’e karşı ortak bir cephenin gerekli olduğuna ve Pekin-Moskova ekseninin ne pahasına olursa olsun engellenmesi gerektiğine dair verdiği karar, Macron’un Rusya stratejisini de etkiliyor. Fakat Macron’un Vladimir Putin’e sunduğu önerileri—örneğin onu Biarritz’deki G7 zirvesi öncesi Fort de Brégançon’daki yazlık ikametine davet etmesini ve “yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi” için yaptığı çağrıları—Rus taleplerine taviz verilmesi gibi gören sadece Atlantik’in ötesi değil. Almanya’nın Rusya Federasyonu ile ilişkilerinde başka havalar estiği aşikar. Bunun en önemli sebepleri de coğrafi yakınlığın yanı sıra Orta ve Doğu Avrupa’daki AB üyeleri ile olan farklı geçmişi. Ancak Berlin ve Paris’in Rusya ile olan ilişkilerinin aynı temel üzerinde yükseldiği göz ardı edilmemeli: AB yaptırımlarının devam etmesinden de anlaşılacağı üzere iki ortak da Rusya ile olan ilişkilerinde eleştirel bir tutumu benimsiyor ancak, Moskova’yla iletişime de devam ediyorlar. Macron, Merkel, Putin ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Vladimir Zelenski’nin katılımıyla Normandiya Formatı adı altında yapılan son toplantı da bu ortak gündemi yansıtıyor.
Mesaj açık: Almanlar ve Fransızlar üç meselede de birbirine yakın yerlerden yola çıkıyorlar. Fakat Fransa’nın jeopolitik gelişmeleri arkasına yaslanıp izlememekte kararlı olduğu da aşikar. Aksine Paris şu anda küresel sahnede çok moda olan büyük güç tavırlarıyla etkin bir biçimde uğraşıyor. Berlin ise yüz yüze kaldığı stratejik güçlükler karşısında az çok tedirgin görünüyor.
Çok taraflı düzeni yeni bir döneme uyarlamak
Bu farklılık, küresel güçlüklerle başa çıkmaya yönelik Fransız ve Alman girişimlerini de karakterize ediyor. Bu girişimler çok taraflı projenin başarısını belirleyen ikinci parametreyi oluşturuyorlar. İki ülke de küresel meselelerle ilgili çıktıları artırmaya yönelik övülesi girişimlerle ortaya çıktılar. Bir yandan, Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas “kurallara dayalı uluslararası düzeni istikrara kavuşturmayı, ilkelerini ayakta tutmayı ve gerektiğinde uyarlamayı” amaçlayan, benzer düşünen ülkelerden oluşan bir ağ olan Çok Taraflılık için İttifak’ı başlattı. Bugüne kadar, sponsor Fransa ile birlikte ittifak, fark yaratmak istediği altı somut girişim belirledi. İnsani yardım, siber güvenlik, bilgi edinme özgürlüğü de bu girişimler arasında.
Emmanuel Macron da, benzer amaçlarla, küresel yönetişim güçlükleriyle ilgili çok paydaşlı projeler için Paris Barış Forumu adında yıllık toplantılar başlattı. İki girişim de (çok taraflılık taraftarlarını bir araya getirerek ve somut çıktılara odaklanarak) pek çok ortak payda içeriyor. Fakat yine, çok taraflılığın gücünü yitirmesine verilen Alman ve Fransız tepkileri farklı “lehçeleri” açığa çıkardı: Çok taraflılık için İttifak’ın oluşturulması, uygun format bulunamadığı için bir yoldan fazla zaman alırken; Paris Barış Forum’u büyük gürültü kopararak 2018 yılı Kasım ayında 65 devlet ve hükümet başkanının katılımı ile başladı. Daha da önemlisi Almanya, ittifakın, büyük güç siyasetini önlemek için bir araç olabileceği umudunu sıcak tutuyor görünüyor. Ancak ilginçtir ki şu ana kadar ağ, artan jeopolitik gerilimlere yönelik bir yanıt oluşturamadı. Diğer yandan Fransa, çok paydaşlı projelere olan tutkusuna ek olarak jeopolitik satrancı oynamaya devam ediyor. Fransızlar için aşağıdan yukarıya çözümlerin desteklenmesinin, çok taraflı alet çantasındaki araçlardan sadece biri olduğu çok açık.
Öyleyse iki ülke, “çok taraflılık için Fransız-Alman gücü” olarak, hem jeopolitiğin geri dönüşüyle başa çıkmada hem de küresel ihtiyaçlara somut sonuçlarla yanıt vermede oyunu nasıl hızlandırabilirler? Jeopolitikte Almanya’nın, Fransa’nın yıllardır akıcı bir şekilde konuştuğu güç dilini öğrenmesi gerekiyor. Ama Paris de Almanya’nın stratejik kültürünü (-n yokluğunu) daha iyi anlamalı. Berlin’in jeopolitik uyanışının daha yeni başladığı unutulmamalı. Çok taraflılık çıktısı açısından düşünüldüğünde, Çok Taraflılık için İttifak’la temel zaten atıldı. Fransa ve Almanya iklim değişikliği, dijitalleşme ve yapay zeka gibi küresel meselelere somut çıktılar üretmek için çabalamalı; hem ittifak içinde hem de dışında. Dahası iki ülke, 2020 yılında güç siyaseti ile ilgilenebilecek, küresel meselelerde somut ilerleme kaydedebilecekler, hem de bunu çok taraflı diplomasinin kalbinde yapacaklar: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde tekrar beraber olacaklar. Burada Mart ve Nisan’daki “ikiz başkanlıklar” ifadesine de yansıyan 2019’un başarılı işbirliğini geliştirebilecekler.
Fakat her şeyin ötesinde, son aylara hakim olan karşılıklı rahatsızlıklara rağmen Berlin ve Paris ilişkilerinin özüne yeniden odaklanmalı ve çok taraflılığı kurtarmak adına kullandıkları farklı tarzlara takılıp kalmamalı. Her ikisinin de birbirlerini örnek almaları faydalarına olacaktır. Çünkü vizyonsuz mühendisler kısa zamanda fikirleri tüketebilir ve yapısal mühendislikten bihaber vizyonerler de yapılarının çökmesi riskiyle karşı karşıya kalırlar.