2010’ları yaşarken yazmak elbette çok zor. Bu yüzden yukarıdaki bölümlerle kıyaslayınca tarihe daha çok soru işaretleri ile not düşerek bunu yapmaya çalışacağım. Yaşadığımız bu dönemi, 1980’lerle başlayan neoliberalizm-muhafazarkalık ekseninin 2000’lerde AKP ile ivme kazandığı, 2010’larda da “yükselme” dönemine girdiği yıllar olarak tanımlayabiliriz. AKP’nin bu temel iki politika çerçevesinde yükselttiği söylem ve eylemlerinin yansıması olarak, kadınların ve kadın hareketlerinin gündemini en çok meşgul eden konuların; kadının aile içinde tanımlanması, esnek çalışmanın ev-iş hayatı kıskacında kadınlar için kurtuluş olarak sunulması, kürtaj ve sezaryen yasaklarının ilan edilmesi ve 3 çocuk taleplerinin dayatılması olduğunu görüyoruz. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk defa 8 Mart 2008’de “genç ve dinamik nüfusa ihtiyaç” çerçevesinde dile getirdiği 3 çocuk talebi; 2011 yılında “kürtaj cinayettir”e ve hemen akabinde 2011 Aralık ayında Uludere’de köylülerin askeri helikopterlerce bombalanıp, 34 kişinin öldürüldüğü olay sonrasında ise “her kürtaj bir Uludere’dir”e kadar varmıştır. Kürtaja ek olarak sezaryenle doğum yapmak da “milletin kökünü kurutmaya yönelik komplolar” dan biri olarak ilan edilmiştir.
2010’larda hükümetin uyguladığı politikalar; direkt olarak kadınların yaşam tarzlarına ve bedenlerine dair müdahaleler içeren, kadının değil ailenin güçlendirildiği ve kadın hareketinin verdiği mücadeleler sonucu elde ettikleri kazanımları geri almaya çalışan politika ve uygulamalardır diyebiliriz. Bu politikaların önemli bir yansıması; “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nın adının “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” (2011) olarak değiştirilmesidir. Bu AKP’nin kadından yana değil aileden yana olan politikalarının önemli bir göstergesidir.
Bu muhafazakar dalga karşısında feminist hareketin eylemleri de devam eder. Hali hazırdaki örgütlenmelerine ek olarak yeni platformlar oluşmaya başlar. İstanbul Feminist Kolektif – İFK (2010), Ankara Feminist Kolektif – AFK (2013) ve İzmir Feminist Kolektif – İzFK (2014), Şiddete Son Kadın Platformu (2012) ve İstanbul Sözleşmesi Türkiye İzleme Platformu feministlerin ve kadın örgütlerinin ortak politika ve iş yaptıkları platformlar olarak öne çıkar. (Özdemir, 2016) 1980’lerde kurulan ilk feminist yayınevine Ayizi Yayınevi (2010) ve Güldünya Yayınları da (2014) eklenir. 2010’lar feminist yayınların online hayatta da yeşermeye başladığı yıllar olur. 5 Harfliler (2012) ve Reçel Blog (2014) kendilerine ait bir dil ve gündem arayışlarıyla bunlardan en önemli iki tanesi diyebiliriz. (Şenol Cantek, Bora, 2015)
2010’ların en mühim kadın gündemlerinden biri olan kürtaj yasaklarına karşı kadın hareketinin cevabı; 2012 yazında “bedenimiz bizimdir”, “kürtaj haktır, karar kadınların”, “benim bedenim benim kararım” gibi sloganları eşliğinde oluşturulan platformların Türkiye’nin dört bir yanında gerçekleştirdiği eylem ve kampanyalarla olmuştur. Kadın hareketleri İstanbul ve Ankara başta olmak üzere Türkiye’nin birçok şehrinde gerçekleşen protesto eylemleriyle bu yasağa karşı çıkmıştır. On haftaya kadar yasal olan kürtaj süresini indirmeye kalkan yasa değişikliği tasarısına karşı, kadınların tüm Türkiye’de sokağa dökülmesi üzerine yasal alanda kürtaj yasakları rafa kaldırılmışsa da fiiliyatta yasak uygulamaya girmiştir.[1] Hali hazırda kürtaj uygulaması birçok kamu hastanesinde fiilen sekiz hafta olarak uygulanmakta ve bunlara ek olarak doğum kontrol yöntemlerinde de engellemeler uygulanmaktadır.
2010’larda kadınların hayatları ve bedenleri üzerindeki baskı ve otoriteye karşı öfkesi ve isyanı Gezi ayaklanmasının da önemli bir bileşeni oldu. Kadınları ve kadın hareketlerini Gezi’ye taşıyan en önemli nedenlerden birinin kürtaj yasağı girişimleri ve bu çerçevede hükümetin geliştirdiği söylemler olduğunu söyleyebiliriz. Kadınlar, Gezi’de bir kere daha bedenleri, kimlikleri, emekleri ve hayatlarının özgürleşmesi için sokaklarda ve parklardalardı.
Gezi’de cinsiyetçi söylem ve sloganlara karşı “Küfürle değil inatla diren” adıyla atölyeler yapıldı. Mutfak ve revire kadınların anons edilmesine karşı tepkiler önemliydi. Her daim olduğu gibi; kadınlar ve feminist hareketler açısından Gezi’de de çifte bir mücadele yürütüldü, hem gezi direnişi içindeki cinsiyetçiliğe hem de AKP’ye karşı.
Gezi sonrası kadınları ve kadın örgütlerini sokağa düşüren önemli bir olay; Mersin'in Tarsus ilçesinde 11 Şubat 2015'te tecavüz girişimine direndiği için bir minibüste öldürülen 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın ölümüydü. Türkiye’nin birçok ilinde bu olay nezdinde, kadın cinayetlerine, kadına yönelik şiddete, tacize ve AKP’nin bütün bunlar için yeterli önlemler almamasına karşı eylem ve protestolar gerçekleşti. Öldürülen binlerce kadını ve gerçekleşen çok sınırlı sayıdaki tepkiyi düşündüğümüzde; bu olayda Özgecan’ın “masum bir genç kız” olarak tanımlanmasının önemli bir etken olduğunu görüyoruz.
Türkiye kadın hareketlerinin bütün bu sürecine baktığımızda; kat edilen yolun, verilen mücadelelerin ve elde edilen kazanımların kadınların hayatını ve Türkiye toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapısını önemli ölçüde değiştirdiğini, dönüştürdüğü görüyoruz. Ancak özellikle Gezi sonrası, yaygınlaşan feminist hareketin çıkmazlarının da bir o kadar derinleştiği bir sürecin başladığını söylemek mümkün. Feminist dilin, söylemin ve eylemin hareket alanının daralıp daralmadığı, feminist hareketin özgünlüğünü ve yaratıcılığını kaybedip kaybetmediği gibi sorular bu dönemde iyice önem kazanmaktadır. Feminist hareketin dışa açılması, hareket dışındaki kadınlarla ilişkiye geçmesi, bunun diline, söylemine ve eylemine yansıması ihtimali gözardı edilebilecek bir ihtimal değil. 2010’lu yıllar, Gezi sürecinin biraz daha belirginleştirdiği bu soruların cevaplarını arayacağımız yıllar olacak. Bir yandan da kadınların var olan haklarını koruma mücadelesine girmek zorunda kalması da olası görünüyor. Her geçen gün kadınların hayatlarına, bedenlerine, emeklerine ve kimliklerine kasteden politikalar, daha güçlü bir mücadele ihtiyacını da ortaya koyuyor. Derin bir nefes aldığımız ve “bu daha başlangıç” dediğimiz Gezi sonrasında bu gücü; yukarıda özetlemeye çalıştığım Türkiye kadın hareketlerinin deneyim ve birikimlerinden ve kadın dayanışmasından alarak mücadeleye devam etmek hala kadınların önündeki tek seçenek olarak duruyor.