SERGİ / ÜÇ KUSURLU İŞLEM: AŞİRET, MEKTEP, MEDENİYET; Denetim toplumunun grisi

Anadolu’nun çok kültürlülüğü, militarizm, eğitim ve ceza temasıyla resim dünyasını oluşturan genç sanatçı İhsan Oturmak 12 Şubat – 13 Mart tarihleri arasında İstanbul’daki ilk kişisel sergisi Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet’i Depo’da sergiledi. İhsan Oturmak’la sergisi kapsamında "muktedir"in "mektep"le ilişkisini, buradan nasıl bir "medeniyet" inşa edildiğini konuştuk...

Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet’in çıkış noktası nedir?

İhsan Oturmak: Her şeyden önce ilk başta kendimi, nerede olduğumu, toplumdaki yerimi merak ediyordum. Bu fikirlerin üzerine gitmeye başladığımda, özellikle üniversitede okurken, Anadolu’dan gelenlerin değişimlerine tanık oluyordum. İstanbul’a geldiklerinde çok farklı bir kültürle karşılaşıyorlar. Bu kültüre adapte olmaya çalışırken yaşadıkları değişimi anlamlandırmaya çalışıyordum. Kişi bu yeni yerde, kültürde dikkat çekmeden kamufle olmak istiyor. Farklı biri gibi davranmak dikkat çekmemesini sağlıyor ve kendini öyle kabul ettirmek ona yeni bir kimlik kazandırıyor. Bu fikirler bir süre sonra sorularımı derinleştirme ihtiyacını doğurdu. Bunun sebebini ararken çocukluktan gelen bir altyapının olabileceğini düşündüm. İnsanlar değişmeye küçük yaşta başlatılıyor, bu hissiyat o dönemde oluşturuluyor, ama bu ancak büyüdükten sonra ortaya çıkıyor. Özellikle kendi hayatımda geriye doğru gitmeye çalıştım, değişimin ilkokul eğitimiyle alâkalı olabileceğini düşündüm. İlkokulları araştırmaya başladım.

Resimlerinde bu fikirler kendini nasıl ele vermeye başladı?

Düşüncelerim, hissettiklerim ve yaşadıklarımla yaptığım işler arasında bir paralellik oluşuyor, ben de zaten buna gayret ediyorum, ama bunların yansımalarını hep daha sonra görüyorum. Bir şehirdeyken o şehrin atmosferini yaşıyorum, fakat o şehrin benim üzerimdeki etkisini kavrayamıyorum. Oradaki atmosferi kavrayabilmek için ona başka şehirden, başka bir tarihten de bakmam gerekiyor. Bulunduğum coğrafyada rutin bir atmosfer yaşıyordum. Ne yaşadığımın farkında değildim. Ne zaman ki bölge değiştirmeye başladım, üzerinden zaman geçmiş oldu, daha önce içinde olduğum durumu da kavramış oldum. Yer ve zaman değiştirerek ailemle nasıl vakit geçirdiğimi hatırlamaya, sokağımı düşünmeye başladım. Arkadaşlarımı, kaçtığım okulu, aldığım dersleri, dövüştüğüm çocukları, aslında her şeyi hatırlamaya başladım. Ve böylelikle bir önceye merak duymaya başladım. Merak etmeye başlayınca ister istemez bunların etkilerini işlerimde gördüm.

Diyarbakırlısın. Seni şekillendiren okul yıllarında Diyarbakır nasıl bir yerdi?

Ben üç defa okula gittim. Okul çağına geldiğimde her çocuk gibi okula başladım, ancak o yıl siyasi sebeplerden ötürü okul süresiz kapatıldı. Okulu bırakmış bulundum. 90’lı yıllardan bahsediyorum. Diyarbakır’a, Benusen mahallesine taşındık. Orada başladığım okula 15 gün sonra bu sefer de ben gitmek istemedim. Okulu bıraktım. Daha sonra, ailemin ısrarıyla, okul hayatımı üniversite eğitimine kadar tamamladım. İlkokul birinci sınıfa başladığımda dokuz-on yaşına gelmiştim. İlkokul üçüncü sınıfa geldiğimde yaşıtlarımın okul forması değişti, çünkü onlar ortaokul öğrencisi olmuştu artık. Bende de önlük fobisi oluşmaya başladı. Ortaokula gittiğimde onlar lisedeydi.

Portreler arası diyalog, Nizam (önde)
Bu hengamenin içinde resim yeteneğini nasıl keşfettin?

Keşfetmedim, hep resim yapıyordum. Kendimi ifade etmenin en basit yolu oydu. Kendimi bildim bileli, kâğıt kalem bulduğum anda resim yapıyorum.

Öğretmenlerin bu yeteneğinin nasıl farkına vardı?

Ortaokulda bir resim hocamız vardı, kendisi evinde de resim yapardı, evdeki yağlıboya çalışmalarını genelde sınıfta bizimle birlikte tamamlardı. Onun bana verdiği ilk malzeme tavsiyeleriyle yağlıboya resimle tanıştım. İlk yaptığım resim karlı bir çiftlik manzarasıydı. Boyayı kullanabildiğimi ilk o zaman keşfettim. Resim okuma isteği uyanmıştı içimde. Tembel bir öğrenci değildim, derslerimde başarılıydım, fakat Diyarbakır’daki Güzel Sanatlar Lisesi’nin varlığını öğrendikten sonra oraya girmiştim bile.

1990’lardan çıkıp 2000’lere gelirken Güzel Sanatlar Lisesi öğrencisi olmak nasıl bir durumdu, okul nasıldı?

Diyarbakır’da Güzel Sanatlar Lisesi’nde okumak başkadır. Diyarbakır’la bütünleşmeyen bir okuldur. Diyarbakır’ın siyasi tavrının dışında, bir alt-kültür tavrı var. Bu etnik alt-kültürün altyapısını kırdan kente gelenler oluşturuyor. Bu alt-kültür oradaki yaşamı, eğitim durumunu etkiliyor. Siyasi atmosfer de gündelik hayatı çok belirliyor. Oradaki okullarda bu hâkim nüfusu görmek çok olağan, ama  Güzel Sanatlar Lisesi oraya göre entelektüel kaçan bir okul gibi duruyor. Okuldaki çocukların çoğu zaten oralı olan çocuklar değil, birçoğu tayinle gelen öğretmen, asker çocukları. Diyarbakır’da piyano sesi duyduğunuz bir okul herkese nasip olmuyor. Her şey güzel, müzik, resim... Ama Diyarbakır gerçekliğinden çok uzak. İlk gittiğim zaman çok büyüleyiciydi. Oraya gittiğimde farklı bir kültürle tanıştığımın farkındaydım. Resmi sevdiğimi biliyordum, resim yapmayı öğrenmek istiyordum, buna can atıyordum. Resmi kendi hayatından bir çıkış olarak da görüyorsun, bir anda kendine bir kapı, bir yol açmaya başlıyorsun.

Türkçe senin duygu dilin değil, sanat ise duygunun hâkim olduğu bir alan. Dilde yaşadığın bölünme hali resmine nasıl yansıyor?

Resmin dili, dini, imanı yoktur. Görsel dünyayı algılamanla ilgilidir, belki de bu yüzden resmi seçtim. Kendimi sözle ifade etmeyi seven biri değilim zaten. Kendimi görsel olarak anlatabildiğimin farkına vardım. Türkçeyi şiveli konuşuyorum, Kürtçeyi de güzel konuşmuyorum. Şu anda en iyi resmin dilini kullanıyorum.

Üç Kusurlu İşlem’i şekillendiren bir önemli unsur da topladığın fotoğraflar, değil mi?

Geçmiş merakım bir süre sonra fotoğraflara ilgi duymamı sağladı. İnsanları fotoğraflar aracılığıyla tanımaya başladım. İnsanlar nasıl yaşıyordu? Toplumda varolma biçimleri nasıldı? Topladığım fotoğrafların arkalarına düşülen notlara başta dikkat etmiyordum, ama bir süre sonra onlar  da bu işin bir parçası oldu. Her yerden sıradan insanların fotoğraflarını topluyordum. 1940’lardan bir fotoğraf örneğin, Ayşe’nin, Fatma’nın, Ermeni bir kızın.... Okullarda çekilmiş öğrenci fotoğraflarına meraklıydım. Fotoğrafları toplamam iki yıla yakın sürdü, hâlâ devam ediyorum. Bu fotoğraflarla başka dönemlere ait fikirler elde ediyorsun. Bir kitap belki 70’lerin veya 90’ların çok güzel olduğunu söyler, ama fotoğraflar aynı şeyi söylemiyor. Fotoğraflardaki tekil insanların ifadeleri, sözleri bana hakiki geliyor. Fotoğraflardan birinde bir kız ve yanında iki çocuk var, bir sınıfta çekilmiş. Ama arkasındaki yazıyı 24 yaşında yazmış. Şöyle diyor: “Meğer öğretmenimiz komünistmiş...” Benim için önemli olan fotoğraflarda karşılaştığım çocukların zihni, onların nasıl kuşatıldığı.

Oynamak istemiyorum, Islahat-ı elifba ve tekerrür (duvarda)
Uzun süre köy okullarını dolaşıyorsun. Köy okullarında ne arıyordun?

Gittiğim okullarda ne aradığımı bilmiyordum, bazen kapanmış bir okulu merak edip incelemek istiyordum. Bazen gittiğim okullarda çocukların resmini yapıyordum. Batman, Diyarbakır, Siirt, Mardin’de onlarca okulu gezdim. Gezerken bazen daha eski tarihli olabilecek şeyleri merak edip onlara odaklanıyordum, bazen isimlere takılıyordum. Örneğin bir köyün Kürtçe ismi Heştdêr, yani Sekiz Kilise anlamına geliyor. Orada zamanında sekiz kilise varmış, bugün kalıntıları tabii ki var, ama başka hiçbir şey kalmamış. Başka bir yerde köy mezarlığıyla Ermeni mezarlığı karşı karşıya. Bunlar basit bilgiler, zaten yürüdüğün an bu ayağına çarpıyor.

Bu tarih ve fotoğraf laboratuarı seni Abdülhamit dönemine nasıl götürdü?

1930’lar sonrası eğitim politikalarıyla ilgili olarak şöyle bir şeye dikkat ettim: Okulların evrensel stratejileri olduğu gibi, bölgesel bazı stratejileri de var. Bunu özellikle köy okullarına giderken fark ettim. Okuma fişlerinde, yazılarda, tebeşirlerde, konuşma şekillerinde bunun izlerini ararken daha önce benzer stratejileri denemiş başka okulların olabileceği ihtimalini de düşündüm. Ama böyle bir okulun cumhuriyetten önce olabileceği ihtimali üzerinde hiç durmadım. Tabii o arada sokakta bulabileceğiniz görsel yazı azalıyor, ister istemez kütüphaneleri incelemek zorunda kalıyorsunuz. Hamidiye Alayları’nı araştırırken öğrendim ki, bu alaya mensup bir aşiret reisi Abdülhamit’e telgraf çekiyor, neden İstanbul’daki Mekteb-i Aşiret-i Hümayun’a bizim çocuklarımız da alınmıyor diye. Bu telgraf üzerine, Abdülhamit tarafından 1892’de açılan bu okula aşiretlerin zengin çocukları da alınmaya başlanıyor. Bu okul, Osmanlı Devleti’nin uğradığı büyük toprak kaybına rağmen elinde kalan bölgelerdeki devamlılığını sürdürmek için aşiretlerle ilişkisini güçlendirmek için kuruluyor. Bu okuldaki eğitim 15 yıl sürüyor, her yıl elliye yakın öğrenci mezun ediyor. Bölgesel gücü elinde bulunduran ailelerin çocuklarının gittiği bir okul.

Serginin adı neden Üç Kusurlu İşlem? Bu ismi vermenin hikâyesi nedir?

Serginin ismini koyarken temelinde benzer kusurları taşıyan sorunları bir araya getirme fikrinden yola çıktım. Özellikle eğitim terimlerinden olan “girdi - işlem-çıktı” bana esin kaynağı oldu. Tüm toplum yapılanmalarının eğitme içgüdüsünü varsayarak, bu durumun disiplinden ziyade denetimle  ilişkili olduğunu  gördüm. Bu denetimin evrensel uygulamaları olduğu gibi, bölgesel hedefleri taşıyan yönlerini de gözardı edemedim. Yakın tarihten günümüze devam ettiği gibi, Osmanlı döneminde de var olan bir durum. Yani şöyle diyebilirim, aşiret ve bölgeleri “girdi”, mektebi “işlem” ve  medeniyeti de “çıktı” olarak tanımladığımda, genel sorunun denetim olduğunu bir nevi ispatlamaya çalıştım.

Zaman içinde Musul, Kudüs, Basra, Halep, Diyarbakır, Bağdat. Karakalem
Bu okullardan mezun olan öğrenciler memleketlerine döndüğünde toplumun önde gelen figürleri haline geliyor. Sen de zaten yaptığın portrelerle onları anıyorsun. Kimlerin portrelerini yaptın? Kim bu insanlar?

Aşiret mektebinde amaç Osmanlı sevgisini aşılamak ve bu aşiretlerin sahibi olduğu toprakları elde tutmaktı. Bu sevgi aşılaması belli bir dönem karşılık buluyor, daha sonraki zamanlarda bazı figürler bu sevgiye zıt tepki veriyor. Okulu kavramaya çalışırken, bu zıt figürlerin okulda olduğu gibi, okuldan sonraki hayatlarında da ön planda olduklarını gördüm. Bunların başında Cibranlı Halit geliyor. Devlete karşı tavır alan bir örgüt kuruyor, faaliyetleri dikkat çekiyor ve öldürülüyor. Molla Hıdır, Hayri Bey gibi isimlerin de benzer hikâyeleri var. Son yaptığım işlerden biri olan Aferin’de de bu zıtlıklar üzerinde durmaya çalıştım. Nasıl oluyor da senin sevgi verdiğin insan senin istemediğin biri haline dönüşüyor? Merak ettiğim buydu; zıtlığın, karşıtlığın durumunu anlamaya çalıştım.

Bu okulda dinî eğitiminin yanı sıra modern bir müfredat da var. Resimlerini yaptığın siyasi figürler memleketlerine döndüklerinde nasıl bir faaliyet içinden sivriliyorlar örneğin?

Örgütleniyorlar. Bu örgütlenme biçimi dönemin iktidar anlayışına büyük zararlar verebilecek duruma geliyor. Tabii, onları örnek alabilecek başka aşiretler de var. Tüm o aşiretlerin böyle bir kolektif harekete dahil olabileceklerini düşündüğümüzde, o dönemin iktidarı açısından hiç de hoş görülmese gerek.

“Mektep” ve “medeniyet” sözcükleri senin için ne ifade eder hale geldi?

Eskisinden farklı olarak “mektep”i bir mekândan ziyade bir işlem yeri gibi algılıyorum. “Medeniyet”i de bir denetim yöntemi gibi. Bu kavramları yola çıkmak için birer araç olarak gördüm aslında.

Yenileşim
Resimlerinin bir hüznü var. Tektip kıyafetlerin içinde duran çocuklar, yetişkinler...

Resmimde ilk dönemlerde grisi az olan renkler kullanıyordum, ama fikirlerim, hayata bakış açım değiştikçe resimlerimde gri ve tonları öne çıktı. Bu renk ve tonların insanların ifadesi üzerinde etkili olduğunu da gördüm. Aslında bu ayrışmayı yaptığım zaman resmin benden daha uzak bir yerde durduğunu hissettim. Böyle durması da iyi hissettiriyor. Gerçeğin içinde değilim, içindeymişim gibi davranıyorum.

Öğretmen, eğitimci olmak bu hikâyeye ne kattı peki?

Okulu bitirince eğitimci olabileceğimi düşünüyordum, ama eğitim üzerine işler üreteceğimi bilmiyordum. (gülüyor) Öğretmenliğimi kendi resmim üzerinde yaptım diyebilirim. Hâkim olduğum bir konu üzerinden işler üretmek öğrenmem gerekenleri minimuma indirdi. Sonuçta soruların bildiğin yerden çıkması iyi olabiliyor.

Aynı zamanda cezaevinde resim dersleri veriyorsun. O nasıl bir deneyim?

O farklı bir deneyim, tıpkı köy okullarına giderken edindiğim deneyim gibi. Seni nereye götüreceğini bilmiyorsun, ama denemek istiyorsun. Haftanın iki günü cezaevine gidiyorum. Toplamda 16 saat orada kalıyorum. Bir koğuşu atölyeye çevirdik. Engellenme hissini çok merak ediyorum. Zaten hayatta engelleniyoruz, ama cezaevi bunun en üst boyutu. Orada resim öğretirken tepende kamera var, yanda infaz memuru seni gözetliyor. Öğretmeye çalışırken gözetlenme fikrini, hareketlerine dikkat etme tecrübesini yaşamak istiyordum. Bu aslında toplumda yaşadığımız denetimin ağırlaştırılmış hali. Şu anda denetlendiğin zaman kendini kötü hissediyorsun, ama öyle bir yere girdiğin zaman denetlenme seviyesi büsbütün artıyor. İster istemez oradan dışarı çıktığın an kendini daha özgür hissediyorsun. Halbuki değilsin. Baskı arttıkça bir alt boyutu seni özgür hissettiriyor, halbuki ikisinde de denetleniyorsun. Her yıl öğrenci sayım değişiyor. Mahkûmlar sürekli cezaevi değiştirdiği için uzun süreli çalışmalar yapamıyoruz. İlk başlarda boncuk işi yapmaya, arabesk işler üretmeye bayılıyorlar, bu da sanırım ezberlerindeki görsel hafızadan geliyor. Öncelikle o kültürü yıkmaya çalıştım, çünkü o kültür onları çok sıradanlaştırmış, psikolojik olarak da onları çok etkilemiş. Epey yol alıyorlar, bir öğrenciyle yedi ay kaldıktan sonra gerçekten güzel bir iş çıkıyor ortaya.