Türkiye'de Çevre Adaleti: Türkiye ve AB'de Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü Bağlamında Mega Projeler

Etkinlik raporu[1]

Türkiye ve AB arasındaki tam AB üyeliği müzakerelerinin tekrar başlamasıyla beraber, süreçteki başlıca meselelerden biri Türkiye'de hukukun üstünlüğü alanında yaşanan gerilemeyi gidermek olacak. Hükümetin yargı bağımsızlığını ihlal etmesi, ayrıca mevcut yasa ve düzenlemelere riayet etmeyi apaçık reddetmesi gibi tutumlar özellikle çevrenin korunması alanında son derece bariz hale geliyor. Türk hükümeti İstanbul'da üçüncü havalimanı ve üçüncü Boğaz köprüsü, ülkenin doğusunda bir dizi enerji projesi gibi çok sayıda projeye yatırım yapıyor. Çoğunlukla çevre mevzuatını ihlal eden bu projeler, ekosistem üzerinde de yıkıcı bir etki yaratacak.

AB-Türkiye üyelik görüşmelerinde AB çevre kazanımlarının etkisini tespit etmek, ayrıca Avrupa ve Türkiye'de çevre alanında çalışan sivil toplum aktörleri arasındaki ağları güçlendirmek amacıyla, Türkiyeli hukuk uzmanları, parlamenterler, akademisyenler ve çevre aktivistlerinden oluşan bir heyet 26-29 Ocak 2016 tarihlerinde Brüksel'e geldi.

Belirsiz ekonomik sonuçlar ve yıkıcı çevresel ve toplumsal etkiler

Türk hükümeti kendine 2023 yılında dünyadaki en büyük on ekonomiden biri olma hedefini koymuş durumda. Ulaşım ve enerji alanındaki bir dizi mega proje yatırımı, bu stratejinin temel unsurlarından biri. Söz konusu projeler halk sağlığı, insan hakları ve doğal çevrenin durumuna dair herhangi bir kaygı gözetilmeksizin acımasızca ilerletiliyor.

Bu mega projelerin başlıca örneklerden biri İstanbul'un üçüncü havalimanı. Dünyadaki en büyüklerden biri olacak havalimanının her yıl 150 milyon yolcu ağırlaması öngörülüyor. Kuzey İstanbul'da süregiden inşaat çevre üzerinde korkunç bir etki yaratıyor: Dünyanın en eski ormanlarından birinde 2 milyondan fazla ağaç kesiliyor; önemli kuş göç rotaları harap olacak; ve yabani domuzlar gibi pek çok hayvan da doğal yaşam alanını kaybedecek. İstanbul'daki büyük çaplı inşaat projeleri ise yerel toplulukların marjinalize edilmesine yol açıyor: Pek çok insan, örneğin yoksul Roman aileler, evlerini terk etmek zorunda bırakılıyor. 

Türkiye'nin doğusundaki doğal kaynaklar özelleştiriliyor ve büyük enerji santralleri inşa ediliyor. Su kaynaklarını satın alan ve kullanan şirketlerin pek çoğu madencilik sektöründen geliyor. Toksik madde ve gazlarla su, toprak ve havayı kirletiyorlar. Kaya gazı sondajında artış, küçük çaplı ama çok sayıda baraj ve hidroelektrik santral inşaatı, dahası saldırgan bir ormansızlaştırma süreci sorunları katmerlendiriyor. Türk hükümeti 2020'ye kadar yaklaşık 75 yeni termik santral inşa etmeyi planlıyor (halihazırda ülkede 55 termik santral var). Bu santrallerin emisyonları insan sağlığı ve iklim açısından tehdit teşkil ediyor.

Sonuç olarak, bu mega projelerin pek çoğu yerel toplulukların halk sağlığı ve yaşam koşulları üzerinde olumsuz bir etki yaratıyor, bazı örneklerde topraklara el koyulmasına ve yerel toplulukların yerinden edilmesine yol açıyor. Planlanan termik santraller ise Türkiye'yi iklim açısından bir saatli bomba haline getiriyor: Ülkedeki emisyon miktarının 2030'a kadar ikiye katlanması bekleniyor.

Türkiye'de hukukun üstünlüğünde gerileme

Söz konusu mega projelerden kaynaklanan çevre sorunları, ülkede hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanmamasıyla yakından ilişkili. Teoride, Türk anayasasının 56. maddesi ve ilgili mevzuat çevrenin korunmasını güvence altına alıyor. Ancak hukuki mevzuat ile fiilen yaşananlar arasında müthiş bir uçurum var. Türk hükümeti yürürlükteki kanunları sistematik olarak ihlal ediyor, aynı zamanda ülkedeki çevre standartlarını geriletecek anayasal değişiklikler planlıyor. Yürütmenin gücü son yıllarda artarken yargının bağımsızlığı geriletildi. Çevre koruma ajanslarındaki adam kayırmacılık ve eleman sayısının yetersizliği durumu daha da beter hale getiriyor.

Hukukun üstünlüğündeki gerilemenin yanı sıra, başta ÇED süreçlerinde olmak üzere şeffaflık ve hesap verebilirlik mekanizmalarının yokluğu göze çarpıyor. ÇED yasasına son yıllarda getirilen değişiklikler sorunu iyice beter hale getirdi. Pek çok altyapı projesi keyfi bir biçimde ÇED'den muaf kılınıyor. Bunun sonucunda, kamuoyuna bilgi verilmiyor, son itiraz tarihlerindeki değişiklikler gizleniyor, toplantılar gizlice yapılıyor, sivil toplum karar mekanizmaları ve kamuya açık toplantılardan dışlanıyor ve yatırımcı şirketler söz konusu toplantılarda tamamen baskın bir rol oynuyor

Üyelik görüşmelerinde AB kurumlarının rolü

AB ve Türkiye arasındaki resmi üyelik görüşmeleri 2005'te başladı. Çevre ve İklim Değişikliği konulu 27. Başlık da 2009'da açıldı. Gelgelelim adalet ve iç işleri, Türkiye-Kıbrıs ilişkileri ve mülteci krizinde Türkiye'nin rolü gibi meseleler varken çevre başlığı politik açıdan hassas bir konu olarak görülmüyor.

Kısa süre önce, çevre başlığındaki görüşmeler tekrar başladı. Türkiye'nin başlığı kapatmak için çevre mevzuatında son yıllarda yapılan olumsuz değişimleri geri alması, ayrıca yatay mevzuatın uygulanması, adalete erişim, şeffaflık hükümleri, çevresel etkiye yönelik tedbirler ve su mevzuatı gibi alanlarda ciddi, gözle görülür ilerleme kaydetmesi gerekiyor.

Mevcut mülteci krizi nedeniyle, AB ve kimi üye ülkelerin Türkiye'yle müzakereleri yeniden canlandırmakta ciddi çıkarı var. Daha fazla şeffaflık sağlamak adına önümüzdeki altı ay için çizilen yeni yol haritasında, kaydedilen ilerleme sürekli olarak gözden geçiriliyor. Bu ilerleme raporu gerekli ve önemli bir araç, ancak çevre konusundaki bölümü çok kısa, çevre strateji belgeleri halen hazırlık aşamasında ve sahada devasa problemler bulunuyor. AB, üyelik görüşmelerinde Türkiye'ye daha fazla basınç uygulayarak Türk çevre mevzuatını AB'nin ekolojik ve sosyal standartlarına taşımayı deneyebilir.

Çevre alanındaki sorunların sosyal meseleler ve adalet meseleleriyle yakından bağlantılı olduğu açık. Çevre standartlarının ihlal edilmesi barış, adalet, insan hakları, göç veya enerji gibi diğer konuları doğrudan etkiliyor. Bir diğer güçlük ise 28 AB üye ülkesinin, Türkiye ile olan ilişkilerinde bambaşka ulusal strateji ve önceliklerinin bulunması. Bu da AB kurumlarının müzakereler sırasında tek ses olmasını ve durumun bütün karmaşıklığını kapsayan net bir pozisyon sergilemesini son derece güçleştiriyor.

AB'nin mülteci krizini aşmak gibi başka jeopolitik hedefler uğruna Türkiye'deki çevre sorunları gözden gelinmemeli.

Değişim yaratmak: Sivil toplumun stratejileri

AB, üyelik müzakereleri kanalıyla Türkiye'deki reform sürecini etkileyecek araçlara sahip. Dahası pek çok Avrupa bankasının Türkiye'deki mega projelerde ciddi yatırımları bulunuyor. Türkiye Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ve Avrupa Yatırım Bankası'ndan (EIB) en fazla fon alan ülke konumunda. Buradaki en büyük paradokslardan biri, söz konusu Avrupa bankalarının fonladığı mega projelerin AB iklim ve çevre politikalarına uygun olmaması. Bir diğer problem de, “sürdürülebilir” proje tanımının genelde son derece cılız ve muğlak olması. AB kurumları genelde bu bankaların hissedarı konumunda veya kararlarını etkileme gücüne sahip. Mevzuatın cılız olduğu durumlarda, Avrupa ve Türkiye'deki STK'ların başvurabileceği alternatif bir yöntem finansman sağlayan kurumlara yönelmek olabilir. Bu stratejinin başarılı olduğu kimi örnekler var: Mesela kamuoyu baskısı sonucu EBRD ve Dünya Bankası, İzmir yakınlarındaki tartışmalı bir rafineri projesinden çekildi.

Bu konferansın amaçlarından biri de Türkiye'den sivil toplum temsilcilerinin Brüksel'deki AB politika yapıcıları ve STK'larla daha güçlü bağlar kurmasını sağlamak, seslerini duyurmalarına olanak tanımaktı. Bu yakıcı konuları Türkiye'de doğrudan gündeme getirmek amacıyla, taraflar bir ortak ağ ve Türkiye'de bir devam konferansı sayesinde ileride aralarındaki iletişimi güçlendirmeye çalışacak.

[1]Bu rapor, Brüksel'deki Avrupa Parlamentosu'nda 27 Ocak 2016'da gerçekleşen “Türkiye'de Çevre Adaleti: Türkiye ve AB'de Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü Bağlamında Mega Projeler” başlıklı panele dayanıyor. Burada ifade edilen görüşler Heinrich Böll Vakfı'nın görüşlerini yansıtmayabilir.