Gezi protestoları Türkiye’deki LGBTİ hareketine[1] yeni ve sürdürülebilir bir ivme kazandırdı. Ancak bu hareketin tarihi, geçtiğimiz yüzyılın başlarına dayanmakta.
Türkiye’de geleneksel olanın dışında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine sahip insanların hakları için sürdürdükleri mücadele, gey, lezbiyen, biseksüel, trans ve inter kimlikerin diğer göstericilerle yan yana barikatlara çıktıkları Gezi protestolarından bu yana yeni bir ivme kazandı. Her ne kadar Türkiye’de eşcinsellik yasal olarak suç teşkil etmese de, baskı günlük hayatın bir parçası. Nitekim 2015 Haziranındaki son Onur Yürüyüşü polis tarafından tomalarla dağıtıldı. Buna rağmen Türkiyeli queer ya da LGBTI´ler, neo muhafazakâr Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Türkiye’de iktidara gelmesiyle her geçen gün daha görünür hale geldi. Peki nasıl oluyor da queer camia AKP hükümetine rağmen daha görünür olmayı, siyasi taleplerde bulunmayı ve hem ulusal hem de yerel olarak meclis düzeyinde müdahale edebilmeyi başarıyor? Türkiye queer hareketinin tarihçesine baktığımızda konu biraz daha aydınlanıyor. Bu çevrenin tamamının görünürlüğü ve yasal eşitliği için Türkiyeli queer çevreler tarafından yürütülen mücadele, en geç cumhuriyetin kuruluşuyla beraber, ülkenin Avrupalılaşma sürecine dahil olup ‘Batı’nın değer ve normlarını üstlenmeye karar verdiği 1923’e dayanmakta. Tüm bu sürecin fonunda İstanbul bir “cinsel” özgürlükler kenti, Osmanlı´daki çok sayıda eşcinsel ve trans için bir çekim noktasıdır. Bunların yanı sıra 1900’lerin başlarında eşcinsel ilişkilerin cezai müeyyideye tabi olduğu Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde yaşayan eşcinseller de burada yaşıyordu. İstanbul, yani Magnus Hirschfeld’in ifadesiyle Avrupa’nın lutîlik kolonisi (eskiden eşcinsel anlamında kullanılırdı) Konstantinopolis’te, gönüllülük esasına dayalı “tarihi eşcinsel eğlence” için mekânlar bulunurdu. Nitekim Osmanlı Bankası (Ottomanische Bank) adında ünlü bir erkek genelevi de bu kentin sınırları içindeydi. Söz konusu erkek genelevi, bu adını para karşılığında erkek müşterilere hizmet veren eşcinsel seks işçilerine borçluydu [2] ve burada şikayet, cezai takibat ya da hapis endişesi duymayan Avrupalı eşcinsellerin de dahil olduğu bir müşteri kitlesi tarafından ziyaret edilmekteydi. 19 yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başını kapsayan Osmanlı’da Avrupalılaşma sürecinin sona erip Cumhuriyetin ilanıyla eşcinsellik ve transseksüellik tahkir edilmeye başlandı. Ne Osmanlı İmparatorluğu ne de günümüz Türkiye’sinin tarihinde eşcinsel karşıtı yasalar olmasa da, queerlere karşı gösterilen ayrımcılık, bilhassa Avrupa’daki toplumların olumsuz etkileriyle hissedilir hale geldi.
Queerler giderek artan bu baskı ve düşmanca tutuma karşı Türkiye Cumhuriyeti´nin çeşitli dönemlerinde direniş gösterdi. Mücadeleleri esnasında queer olan ve olmayan diğer sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler ve aktivist gruplarıyla dayanışma ihtiyacını gördüler ve günümüzde de bu durum değişmiş değil.
1970’li yıllar
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren tüm toplumu Avrupalılaştırma hedefini güdüyordu. Bu süreç içerisinde “modern”, laik, Türk milliyetçisi bir toplum kurulacaktı. Kadın ve erkeğin eşitliğine dayalı olması düşünülen yeni bir toplumsal cinsiyet politikası Türkiye’nin önceliğiydi. Kadınlar özgürleşmeli, toplumda görünür olmaları gerekiyordu. Tam da bu proje nedeniyle heteronormatif cinsiyet sisteminden sapanlar arka plana itildi ve akabinde tamamen görmezden gelindi. Birçok Avrupa ülkesinin aksine Türkiye eşcinselliği bu sebepten suç olarak tanımlamadı, onun yerine queerleri 1960’lara dek göz ardı etmeyi seçti. Bu zamana kadar örneğin tiyatrolarda, müzikhol ve gece kulüplerinde açık olarak sahne alabiliyorlardı. Ancak bu durum 1974’deki hükümet değişimiyle kötüleşti. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel seçimleri kazanmakla beraber hükümet kurabilmek için İslam odaklı Milli Selamet Partisiyle (MSP) koalisyon kurmak zorundaydı. MSP’nin aldığı içişleri bakanlığı seks işçilerinin yanı sıra büyük kentlerde etkin ve “görünür” olan queerlerden sorumlu bakanlıktı ve bu kesim şimdi baskıcı bir politikaya maruz kalıyordu.
Koalisyonun ömrü sadece on ay sürse de, bu süre queer ortamını parçalamak için yeterli oldu. Bu süreç içerisinde trans ve diğer seks işçilerine karşı geniş cepheli bir polis baskısı kuruldu. Bu sistematik takibatın sonucunda İstanbullu queerler sadece iş yerlerinden değil, yaşadıkları mahallelerden de kovuldu. Polis baskısı nedeniyle Türkiyeli queer çevrelerinin bir kısmında kolektif bir siyasi kimlik oluştu. Sadece İstanbul’da değil, İzmir ve Ankara’da da queerler hem varoluşları hem de özgürlükleri için mücadele vermek zorunda kaldı. İzmirli İbrahim Eren örneğinde olduğu gibi aktivistlerin queerleri örgütleme denemelerineyse 12 Eylül darbesiyle nokta kondu.
1980’li yıllar
Askeri darbenin sonucunda ordu yönetime el koydu ve çok sayıda kuruluşun faaliyetlerini kısıtladı. Siyasi partilerin tamamı da yasaklandı. Gösteri, toplanma, basın ve ifade özgürlükleri ciddi anlamda kısıtlandı. Tutuklamalar, geniş çaplı işkence ve vatandaşlıktan çıkarma uygulamaları gündelik hayatın birer parçası haline geldi. Okul ve üniversiteler yoğun bir askerileşme sürecine tabi tutuldu. Askeri rejim öncelikli olarak sol ve sağ örgütlerle mücadele etti. Baskılar nedeniyle çok sayıda sol görüşlü aydın, Avrupa ve ABD’ye kaçıp buradaki antimilitarist, çevreci ve feminist gruplara katıldı ve yeni toplumsal hareketler hakkında bilgi sahibi oldu. Bu şekilde edinilen deneyimler ileride, queer hareketin de aralarında olduğu Türkiye’deki yeni toplumsal hareketleri belirleyecekti.
Queerler de askeri rejimin baskısı altındaydı; nitekim 1981 yılında yaklaşık 60 civarında trans seks işçisi İstanbul’un kentsel alanından, kenar mahallelere trenlerle “sürüldü”. Tıpkı 70’li yılların ikinci yarısında olduğu gibi bir kez daha çalıştıkları yerlerde ya da evlerinde tutuklandı. Polis karakolunda gözaltında geçirdikleri sürede psikolojik ve fiziksel işkenceye maruz bırakıldılar.
19 Mart 1981 tarihinde İçişleri Bakanlığı, erkeklerin kadın kıyafetiyle gece kulüplerinde sahneye çıkmasını yasakladı. Sahneye çıkma yasağını delmek için Türkiye’nin en ünlü trans şarkıcısı olan Bülent Ersoy 14 Nisan 1981 tarihinde Londra’da cinsiyet “değiştirme” ameliyatı oldu ve kimliğinde cinsiyet hanesinin değiştirilmesi için başvuruda bulundu. Bunu yaparak bir travesti olarak değil, bir kadın olarak tanınmak istiyordu. Ersoy’un başvurusu önce reddedildi ve “kadın kıyafeti giymiş erkek” olarak muamele görmeye devam etti. Bireysel olarak hak mücadelesini sürdürürken, diğer trans bireyler kolektif bir direniş göstermeye devam ediyordu, zira polis doğrudan varlıklarını tehdit ediyor, onları işsiz ve evsiz bırakıyordu. İçinde bulundukları bu şartlardan doğan protestolar, trans birey, gey ve lezbiyenlerin örgütlenmesine yol açtı. Bu esnada feminist, sol grup ve insan hakları örgütlerinden destek aramanın yanı sıra kamusal alanda görülür hale geldiler, polise karşı gösteriler tertipleyip trans bireyler için istihdam yaratılması için İş ve İşçi Bulma Kurumu önünde yürüyüşler düzenlediler ve cinsiyet “değiştirme“ ameliyatların meşrulaştırılmasına yönelik yasaların çıkarılması için imza topladılar.
1987’de polis baskınları nedeniyle trans seks işçilerinin yanı sıra kimi lezbiyen ve geylerin önderliğinde kolektif bir protesto hareketi başladı. 29 Nisan 1987’de 37 trans birey, lezbiyen ve gey, bu baskılara İstanbul’daki Gezi Parkı’nda açlık greviyle karşılık verdi. Protestocular bu eylemleri sırasında komşuları, sanatçılar ve aydınlarca desteklendi.
Bu on günlük açlık grevi, günümüz Türkiye queer hareketi tarafından bir dönüm noktası olarak benimseniyor.
1990’li yıllar
1990’lı yıllar, hareketin kurumsallaşmasını amaçlayan geylerin baskın olduğu bir aktivizme tanık oldu. Bu dönemde Batılı STK’larla ilişkiler artmaya başladı. Gökkuşağı'92 adı altında bir queer grubu kuruldu ancak başta mali sebepler olmak üzere çeşitli etmenlerle kısa sürede dağılmak zorunda kaldı. Grubun dağılmasına karşın eski üyelerin bir kısmı uluslararası queer inisiyatifleriyle temasa geçti. Almanya’daki “Schwule International” grubunun teşvikiyle 1993’te İstanbul’da Christopher Street Days çerçevesinde bir Onur Yürüyüşü yapmak istediler. Ancak bu deneme, İstanbul valisinin yasağı nedeniyle başarısız oldu. Gösterilen gerekçe, planlanan yürüyüşün toplumun adet ve değerlerine aykırı olduğuydu. Bu yasak nedeniyle çeşitli queer grupları, “Lambdaİstanbul” adıyla yeni bir inisiyatif altında toplanmaya karar verdi. Lambdaİstanbul’dan bir yıl sonra, 1994’te Ankara’da, siyasi çalışmasına bir queer dergiyle başlayan KaosGL inisiyatifi dünyaya geldi.
Gruplar, 1990’lı yılların ikinci yarısında dernekleşme yoluyla kurumsal kimlik kazanmaya odaklandı. Kamusal alanda görünürlük hareketin ana söylemi haline gelmişti. Kurulan inisiyatifler bilhassa gey aktivistler tarafından taşındığı ve ne lezbiyenler ne de trans bireyler buralarda yeterince temsil edilmediklerini düşündüğünden queerler, toplulukları içindeki temsil politikasını tartışmaya açtı. 1995 yılında bu nedenle Türkiye’nin ilk lezbiyen inisiyatifi “Venüs’ün Kızları” adıyla kuruldu.
Ancak hareket içindeki bu ayrışmalar, farklı grupların ortak faaliyetler yürütmelerine engel olmadı. Örneğin KaosGL, Sappho’nun Kızları ve Bursa Spartaküs gibi gruplar İstanbul ile Ankara’da 1998 ile 2002 arasında yılda iki kez düzenli olarak GüziIstanbul ve Baharankara adı altında LGBTI etkinlikleri düzenledi.
1996’da BM’in insan yerleşimlerine ilişkin ikinci zirvesi (UN-HABITAT II) İstanbul’da gerçekleştirildi. Hazırlıklar çerçevesinde İstanbul’da toplumsal açıdan dezavantajlı, geleneksel olanın dışında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine sahip olanların yanı sıra etnik sebeplerle tehditkâr ya da tehlikeli olarak sınıflandırılan insanların maruz kaldığı “temizlik operasyonları” yürütüldü. İstanbul orta sınıf mensubu çekirdek ailelerin yaşadığı, ‘uygun’ iskân alanlarıyla çağdaş alışveriş merkezlerinin olduğu bir kent olarak lanse edilmeliydi. Trans ve diğer seks işçileri seyyar satıcılar, evsizler ve uyuşturucu bağımlılarıyla beraber kent merkezinden sürüldü. En çok etkilenen bölge Ülker Sokak ve çevresiydi. Polis şiddetine karşı yapılan protesto gösterileri sürgünleri engelleyememiş olsa da, etkilenen bu çevrelerin durumunun uluslararası alanda bir kez daha ilgi görmesine neden oldu.
2000’li yıllar
1999 yılında Helsinki’de yapılan AB zirvesinde Türkiye’nin AB’ye tam katılım üyeliğinin tanınmasının ardından, hukuk devletinin iyileştirilmesi, azınlıkların durumuyla sivil toplum reformları konusundaki uluslararası beklentiler arttı. Bu gelişme queer hareket üzerinde de olumlu etkilere sahip oldu.
2002 yılındaki genel seçimler AKP’nin ilk hükümetiyle sonuçlandı. AKP parti programında, Kopenhag Siyasi Kriterlerinin yerine getirileceğini açıkladı, bunun için de toplumun geniş kesimlerince kabul gördü. Ana muhalefet partisi CHP dışında ekonomi, üniversiteler ve sivil toplumun yanı sıra halkın büyük kesimi de AB’ye katılımı onaylıyordu. Bu dönem Türkiye’deki queerler için çok önemliydi. Bugüne dek yerleşmiş kurumlara tabiydiler; o döneme kadar kendi örgüt ya da derneklerini kurmaları pek mümkün olmadığı için ya öğrenci inisiyatifleri olarak ya da Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖDP) gibi sol partilerin, insan hakları örgütlerinin, feminist grup ya da sendikaların çatısı altında örgütlenebiliyorlardı. Yeni dernek yasasının 2004 yılında meclisten geçmesinin ardından tüzel kişilik olarak hızla queer dernekleri kuruldu. 2005 yılına gelindiğinde o ana dek tüzel kişiliği olmayan gey ve lezbiyen inisiyatif KaosGL resmi dernek statüsüne erişti; 2006’de Lamdaİstanbul geldi. Her iki oluşum da 1990’lı yıllardan bu yana queerlerin ayrımcılığa maruz kalmasına karşı faal biçimde çalışmaktaydı. Bu gelişme, AKP’nin hoşgörülü bir queer politikası olmaktan ziyade tamamen AB katılım sürecinin bir sonucuydu. Nitekim bunu AKP’nin 2004 yılında, AB katılım müzakereleri çerçevesinde hazırlatılan yeni ceza kanunu hakkındaki tartışmalardaki tutumunda da görmek mümkündü. Queer inisiyatifleri bu dönemde parlamenterlerle temasa geçti ve anayasa ve ceza kanununda reformun gerekli olduğu konusuna dikkat çekti; buna göre ilgili yasalar “cinsel yönelim ve cinsel kimlik” unsurlarını da içerecek şekilde genişletilmeliydi. Bu talepler meclis kanun komisyonu gündemine taşındı ve kanun tasarısına alındı. Ancak dönemin AKP’li adalet bakanı Cemil Çiçek bu düzenlemeyi reddetti.
AKP’nin queer karşıtı politikasına dair bir başka örnekse, Lambdaİstanbul Derneğine açılan 2006 tarihli davaydı. AKP tarafından devreye sokulan İstanbul valisi Muammer Güler derneği, “genel ahlâka mugayir ve Türk aile yapısına aykırı” olduğu gerekçesiyle ve “dernek yasasına aykırı” olduğunu ileri sürerek yasakladı. 2009 Nisanında hükmü derneğin lehine kaldırdı. Bu dava queerlerin görünürlüğüne ve dayanışmaya katkı sağladı.
AKP’nin ilk hükümet döneminde, queer hareketinin lehine olduğu gibi aleyhine de olan gelişmeler yaşandı: Hareket genel olarak görünür bir mobilite, güçlenme ve toplum nezdinde kabul gördü. AKP seçmen sayısını arttırırken queerler kamusal alanda daha sık görünür ve eşit hak taleplerini daha yoğun biçimde ifade eder oldu. AKP’nin muhafazakârlığına inat queer grupları üniversitelerde, sağlık alanında, çalışma ve eğitim hayatında örgütlenmeye başladı.
AKP’nin ikinci iktidar döneminin başladığı 2007’den itibaren parti ile queerler arasındaki çatışma yaratan temaslar keskinleşti. AKP’nin ayrımcı politikası ve bunun yargı, sağlık alanı ve kamudaki tezahürüne tepki olarak aynı yıl birçok queer dernek ve örgüt “LGBTT Hakları Platformu” adı altında birleşti. Ayrımcılık vakalarını belgeleyen, yayımlayan ve yıllık raporlar hazırlayan platform 2008 yılında kanun karşısında ilkesel olarak eşitlik talebiyle, belli grup niteliklerinden bağımsız olarak kanun önünde eşit olmayı düzenleyen anayasanın 10. maddesinin değiştirilmesini istedi. Buna göre ilgili anayasa maddesinde “cinsel yönelim ve cinsel kimlik” kavramları da geçecekti.
Post-Gezi
2013 sadece queer grupları için değil, diğer toplumsal hareketlerin yanı sıra toplumun geniş kesimleri için de bir dönüm noktası oldu. İstanbul’daki Gezi direnişiyle, Türkiye tarihinin en geniş kapsamlı protesto eylemleri başladı. Bu gösterilerde farklı hareketlere mensup farklı gruplar bir araya geldi. Queerler, neo-liberal bir kent politikasına karşı direnişte bilhassa etkin rol aldı. Gösteriler esnasında bir LGBTİ bloğu oluşturup gösteriler, beyanatlar ve tartışma etkinlikleri düzenlediler. Bu bloğun hazırladığı etkinliklerin doruk noktası, Christopher Street Day kapsamında yapılan ve Gezi protestolarının da etkisiyle yaklaşık 100 bin insanın katılıp birlikte AKP karşıtı gösteri yaptıkları Onur Yürüyüşü oldu.
Anayasa reformu tartışmaların sürecinin yanı sıra Gezi protestoları esnasında ve ardında queerlerin siyasi hayata katılımı artış gösterdi; feminist, antimilitarist, çevreci, Kürt örgütlerle işbirliği derinleşti ve siyasi partilerle temaslar yoğunlaştı.
Tüm bu siyasi çalışmaların ana hedefi, kanun karşısında eşitlik talebiydi. Bu amaçla birçok CHP milletvekili haberdar edildi ve harekete çağrıldı. Önemli bir kilometre taşı da CHP milletvekili Mahmut Tanal’ın meclise sunduğu soru önergesi sayılabilir. Tanal kanun değişiklikleri konusunda yürütülen tartışmalarda queerlerin haklarının da göz ardı edilmemesi için uğraş verdi. HDP ve BDP gibi kimi partiler bünyesinde queer grupları kuruldu. Yerel yönetimler düzeyinde de, örneğin queer ve seks işçileri için Şişli’de hizmet veren bir polikliniğin açılması gibi olumlu gelişmeler kaydedildi.
Gezi protestoları sırasında ve sonrasında Türkiye’nin birçok bölgesinde yeni queer örgütler kuruldu. Günümüzde Türkiye’de yaklaşık elli farklı queer örgüt var, ancak bunların büyük çoğunluğu henüz bir tüzel kişiliğe kavuşmuş değil.
AKP’nin tek başına iktidarda ülkenin siyasetine yön verdiği 13 yıllık bu süre içerisinde queer çevrelerin dinamik bir süreçte olduklarını, dernekler halinde örgütlenmeyi başardıklarını, artan oranda siyasi taleplerde bulunduklarını ve ulusal ve uluslararası teşkilatlarla daha yoğun iletişim ağları kurduklarını görmek mümkün. Birçok siyasi parti LGBTİ haklarını parti programlarına aldı ve queerlere meclis düzeyinde destek verme vaadinde bulundu.
Devlet eliyle gerçekleştirilen, bilhassa AKP döneminde artan orandaki tüm baskılara rağmen Türkiye’deki queer hareketi, farklı dönemlerde çeşitli grup, dernek ve partilerle çok sayıda yeni ittifaklar kurmayı ve toplumun ve kamu kuruluşlarının duyarlaştırılması konusunda bunların desteğini almayı başardı. Ayrımcılık ve özgürleşme mücadelesinde, kendileri de ayrımcılığa uğramış ve uğrayan çeşitli gruplarla işbirliğinin elzem olduğu da görülmekte. Bu bağlamda queer hareketinin temsilcileri sadece homofobiyle değil, cinsiyetçilikle, ırkçılıkla, engelli düşmanlığı ve sınıfsal ve elitist ayrımcılıkla da mücadele etmekte. AKP´nin 1 Kasım 2015 seçimlerini açık farkla kazanması, queer hareketin Türkiye´deki gerekliliğine tekrar bir kanıt olarak okunmalı ve bu harekete toplumun her alanında ihtiyaç olduğuna olan inanç kurumsal ve toplumsal olarak daha da desteklenmeli.
[1]Bu makale Zülfukar Çetin’in IPC-Mercator bursu çerçevesinde Stiftung Wissenschaft und Politik’te yayınlanan çalışmasına dayanmaktadır.
[2] karş. İçin bkz. Magnus Hirschfeld (1914), die Homosexualität des Mannes und Weibes.