Barış ve Demokrasi Hareketi’nin kurucularından Mustafa Akıncı’nın Kuzey Kıbrıs’ta cumhurbaşkanı seçilmesi hem Türkiye-Kuzey Kıbrıs ilişkilerinde hem de Kıbrıs’ta uzlaşma doğrultusunda yeni bir dönemi başlattı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 19 Nisan’daki ilk turunda, adaylardan hiçbiri seçilebilmek için gereken yüzde 50 oranının üzerine çıkamamış, seçmenlerin yüzde 28’i 2010’dan bu yana görevde olan Derviş Eroğlu’nu desteklemişti. Seçim kampanyalarında “değişim” ve “temiz siyaseti” vurgulayan diğer üç önemli aday, Mustafa Akıncı, Sibel Siber ve Kudret Özersoy ise seçmenin yüzde 70’inin oyunu almıştı. 26 Nisan’daki ikinci tur, statükoyu temsil eden Derviş Eroğlu ile iki bölgeli, iki toplumlu federasyonu ve Kuzey Kıbrıs’ta değişim, temiz siyaset ve iyi yönetişimi temsil eden Mustafa Akıncı arasında bir referandum ruhuyla yapıldı. Sonuçta, ikinci turda oyların yüzde 60,5’ini alan Mustafa Akıncı yüzde 21 farkla seçimi kazandı.
Kuzey Kıbrıs 1970’lerden 2000’lere dek sağcı partiler tarafından yönetildi. 1975’ten 2005’e kadar önce devlet başkanı, sonra da cumhurbaşkanı sıfatıyla yönetimin başında olan Rauf Denktaş “Kıbrıs sorunu”nda “çözümsüzlük çözümdür” politikasına inanıyordu. Uzun yıllar, Kıbrıs Türk toplumu bir taraftan Kıbrıs uyuşmazlığı ve barış müzakereleri konusunda uluslararası toplum gözünde “uzlaşmaz” taraf olarak etiketlenmesine rağmen, çoğu hükümetin aşırı partizanlığı ve nepotizmiyle mücadele de etti. Ayrıca, Kuzey Kıbrıs hükümetlerinin ve çoğu devlet başkanının teslimiyetçilikleri, “Türkiye’nin Kıbrıs’ın iç işlerine müdahaleleri” Kıbrıs Türk toplumunun gözünden kaçmamıştır. Tüm bu faktörler Kuzey Kıbrıs'ta kızgın ve tepkili bir toplumun oluşmasına yol açtı. Bir bakıma, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kıbrıs Türkleri biriken kızgınlıklarını 18 yıl sağcı Ulusal Birlik Partisi (UBP) hükümetlerinde başbakanlık yapmış ve 2010’dan beri Denktaş geleneği doğrultusunda cumhurbaşkanlığı yürüten, Rauf Denktaş’tan sonra Kuzey Kıbrıs’taki statükoyu temsil eden en önemli kişi olarak Derviş Eroğlu’na yöneltti.
Federasyon yanlıları için umut
Mustafa Akıncı’nın siyasî kariyeri, 1976’da, 28 yaşındayken Lefkoşa Belediye Başkanı olmasıyla başlar. Siyasete girmesinden bu yana hep çalışkan, kararlı ve ciddi duruş sergileyebilen, çürümüş siyasete bulaşmayan ve Kıbrıs’ta federatif çözümü destekleyen biri olarak bilinmiştir. Bu özelliklerinin yanı sıra, Akıncı hem Güney hem de Kuzey Kıbrıs’ta olumlu bir imaj edinmesini sağlayan Lefkoşa Master Planı ve Lefkoşa Kanalizasyon Projesi’nin uygulanması için Lefkoşa’nın Rum belediye başkanıyla işbirliğine girmiştir.
Özetle, Mustafa Akıncı’nın ismi Kıbrıs Rum toplumunda da “temiz siyaset” ve “federatif çözüm” ile özdeşleşmiştir. Bu nedenle, uluslararası toplumun gözünde yeni “Kıbrıslı Türk lider” olarak Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçilmesi Kıbrıs Rum politikasında federal çözümü destekleyenler için bir umut olmuştur. Hiçbir Kıbrıslı Rum lider Mustafa Akıncı gibi tüm siyasî hayatı boyunca federal çözümü, başka bir deyişle siyasal açıdan eşit toplumlar oluşturacak iki bölgeli ve iki toplumlu federasyon kurulmasını destekleyen bir Kıbrıslı Türk liderin barış müzakerelerine girişimini reddedecek lükse sahip değildir. Bu yüzden, müzakere masasını terk etme fırsatını hiç kaçırmamış Kıbrıslı Rum lider Nikos Anastasiades “iki devletli” çözümün sıkı takipçisi olan Derviş Eroğlu ile barış görüşmelerini askıya almış olmasına rağmen, bu kez Mustafa Akıncı ile müzakerelerden kaçınma gibi bir yola kolay kolay sapamayacaktır.
Seçim kampanyasının başlangıcında Mustafa Akıncı vizyonunu ve kampanyasının içeriğini detaylarıyla kamuoyuna sunarak paylaştı. Akıncı’nın politikası dört boyutlu:
- Çözüm merkezli politikalar,
- Sosyal sorunlara cevap verebilme,
- Türkiye ile karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki geliştirme,
- Bağımsız ve tarafsız bir cumhurbaşkanlığı.
Özetle, Akıncı Kıbrıs sorununda barış yanlısı ve uzlaşmacı bir yöntem izleyeceğini; temsilî bir figür olmaktan ziyade sosyal meselelere aktif bir şekilde katılacağını; önceki cumhurbaşkanlarının aksine tüm politik partilere önyargısız ve eşit mesafede duracağını; Kuzey Kıbrıs ile Türkiye arasındaki mevcut ilişkiyi karşılıklı saygı ve eşitlik zeminine dayanacak biçimde dönüştüreceğini savundu.
Yavru vatan değil, kardeş ülkeler
Göreve başladıktan hemen sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la yaşadığı TC-KKTC ilişkisinin doğasının “ana-yavru” ilişkisi mi, yoksa “kardeş” ilişkisi mi olması gerektiği konusundaki tartışmada sergilediği dik duruş, Akıncı’nın halkın yüzde 60,5’inin desteğini almış dört boyutlu vizyonuna seçim sonrasında sıkı sıkıya bağlı kalacağının önemli bir göstergesidir. Bir başka deyişle, Akıncı önümüzdeki dönemde Türkiye’yle, kendi tabiriyle "çatışmacı" ya da "teslimiyetçi" bir ilişki içine girmeyecek ve bu bağlamda KKTC-TC ilişkilerini uzlaşma, diyalog ve problem çözümü odaklı bir anlayışla dönüştürecektir.
Erdoğan ve Akıncı arasındaki münakaşanın ardında yatan nedenlerden birinin Erdoğan’ın Türk vatandaşlarının AKP’ye oy vermesini sağlamak üzere milliyetçi ve hamasi bir söyleme başvurduğu seçim dönemi olduğuna; dahası bu söylemin Erdoğan’ın 2009’da Davos’taki “one minute” çıkışı, ya da 2011’de Kıbrıslı Türkleri “besleme” olarak nitelemesindeki gibi tipik popülist tarzı olduğuna inanılıyor. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki söylemsel gerginliğin ciddi bir şekilde azalacağı, ilişkilerin daha teknik, rasyonel ve daha az hamasete dayanan bir düzeyde süreceği düşünülüyor.
Avrupa Birliği ile yakınlaşma
Türk tarafı sıklıkla Yunanistan ve Kıbrıs Rum tarafı Avrupa Birliği’ne tam üyeyken Türkiye’nin üye olmaması dolayısıyla AB’nin Kıbrıs sorununda tarafsız bir rol oynayamayacağını belirtmiştir. Bu nedenle Türk tarafı Kıbrıs barış müzakerelerinde AB’nin rolünün artırılmasına daima karşı çıkmış ve geliştirilen “Kıbrıs çözümü AB değerlerine dayanmalıdır” tartışmalarına olumsuz bakmıştır. Ancak, Mustafa Akıncı’nın bu konuda katı davranmayacağına dönük güçlü işaretler bulunmaktadır. Akıncı her zaman “Birleşik Kıbrıs AB Üyeliği”ni destekleyen, AB demokrasi değerlerine, hukukun egemenliğine ve tüm yurttaşların insan haklarına saygılı bir politikacı olmuştur. Bu nedenle, Akıncı’nın Kıbrıs sorununu çözme sürecine ve sonrasına AB’nin daha fazla katılımını olumlu karşılayacağını beklemek doğaldır. Dolayısıyla, Eroğlu dönemiyle karşılaştırıldığında, AB ile Kıbrıs Türkleri arasındaki ilişkinin daha hızlı bir şekilde güçlenmesini bekleyebiliriz. Bu açıdan, Kıbrıslı yeni Türk lider ile AB (ülkeleri ve yetkilileri) arasında daha açık ve güçlü bir diyaloğun gelişmesini beklemek doğaldır.
Kıbrıslı Türkler ile AB arasında daha güçlü ve iyi bir diyalogun Türkiye ile AB arasındaki ilişkiye de olumlu etki etmesi bekleniyor. Ancak, Türkiye-AB ilişkilerinin iyileşmesi başta Türkiye demokrasisinin niteliği, hukukun egemenliği ve insan haklarına saygı olmak üzere çeşitli faktörlere bağlı. Ne yazık ki, son yıllarda Türkiye’nin bu konulardaki performansı pek de cesaret verici değil.
Kapsamlı, katılımcı ve demokratik bir barış süreci
Toplumlar arası barış görüşmeleri hakkında, Kıbrıs Türk ve Rum liderlerinden şimdiye kadar gelen sinyallerin hayli olumlu olduğunu söylemek mümkün. Müzakerelerin başlaması için gerekli arka plan, ilgili paydaşlar olarak BM, ABD, Türkiye ve Yunanistan tarafından güvence altına alınmıştır. Örneğin, Türkiye’nin süresi dolan Navtex’i (Navigational Text) yenilememesi ve Kıbrıs Rum tarafının doğalgaz arama lisansı verdiği Eni-Kogas ortaklığının aramalara ara vermesi tesadüfî değildir. Bu tür planlı adımlar yeni Kıbrıslı Türk lider ile Rum mevkidaşı arasındaki barış görüşmelerinin, müzakere sürecini saptırma ihtimali olan dış etkenlerden bağımsız ve yeni bir bağlam içerisinde başlamasını sağlamıştır. Bu nedenle, iki lider de Akıncı’nın seçiminden kısa bir süre sonra müzakereleri başlatmış, politik atmosferin olumlu şekilde evrilmesi amacıyla birtakım güven artıcı önlemlerle bu süreci- insanların BM tampon bölgesinden “öteki” tarafa geçmesini sağlayacak yeni sınır kapılarının açılmasından iki taraf arasından elektrik şebekelerinin birleştirilmesine kadar- tamamlamışlardır.
Ne var ki, Kıbrıs sorununun kısa sürede çözülebileceği konusunda bir sonuca varmadan evvel - geçmişte birçok başarısız barış görüşmelerine tanık olduğumuzu hatırlatarak- biraz ihtiyatlı olmamız gerektiğine inanıyorum. Şubat 2014’te başlatılan, Ekim 2014’te askıya alınan barış görüşmelerinin ilk turu iki liderin de mutabık kaldığı bir sayfalık ortak deklarasyona dayanıyor. ABD ve Türkiye’nin girişimi sonucunda iki lider tarafından isteksizce kabul edilen bu deklarasyon üç noktada ciddi sorunlar taşıyor.
- Müzakereler iki tarafın da kabul ettiği resmî ya da gayrı resmî bir takvime bağlanmış değil.
- Tarafların, müzakerelerin zeminini oluşturan ve şimdiye dek üzerinde anlaşılmış bulunan konuları kabul edip etmedikleri açık değil.
- Müzakerelerin şekli, yani liderlerin, müzakerecilerin/özel temsilcilerin, teknik ekiplerin nasıl bir müzakere yöntemiyle, ne sıklıkta görüşecekleri belirsiz.
Yukarıda özetlediğim üzere, müzakere sürecinde ciddi eksiklikler taşıyan 11 Şubat 2014 tarihli ortak deklarasyonun Akıncı ve Anastasiades tarafından tekrar onaylandığı biliniyor. Eğer iki lider de müzakereleri başarılı bir şekilde sonlandırmak istiyorsa, barış görüşmeleri doğru bir bağlam ve yaklaşımla başlamalı ve ilerlemeli.
Son olarak, barış görüşmeleri iki lider tarafından toplumlardan tamamen izole bir şekilde yürütülmek yerine, iki toplumun da isteklerini, korkularını ve ümitlerini barış sürecine dahil etmesine imkân verecek şekilde daha kapsayıcı bir yöntemle sürdürülmeli. Bir yandan, Kıbrıs’ta çözüm umutlarını kaybeden Kıbrıs Rum ve Türk toplumlarına yeni ümitler aşılamalı, diğer yandan her iki toplum arasında var olan büyük güven boşluğunu gidermeliyiz. Bu bakımdan en önemli araç iki toplum arasında güven artırıcı önlemlerin uygulanmasıdır. Böylece olumlu bir değişim iki toplumun işbirliğinin mümkün ve arzulanan bir durum olduğunu gözlemleyen sıradan vatandaşların hayatlarına etki edecektir. Bu şekilde, iki toplum arasındaki güç paylaşımına dayalı bir federatif çözümün ya da büyük bir işbirliğinin olasılığı ve çekiciliği daha olgunlaşacaktır.
Güven yaratıcı önlemler arasında, iki toplum arasında mobil telefonların dolaşımı anlaşmasından tutun da çitlerle çevrelenmiş Maraş’ın açılması, Mağusa limanında Kıbrıs Türkleri’nin AB ile doğrudan ticaret yapmasına, iki toplumun tarih kitaplarının nefret ve ırkçı söylemlerden arındırılmasına kadar pek çok işbirliği alanlarına odaklanılabilir. Liderler seviyesindeki toplumlararası müzakerelere paralel bir şekilde güven yaratıcı önlemlerin hayata geçirilmesi daha önce denenmemiştir. Böyle bir yöntem Kıbrıs’ta bugüne kadar izlenen alışılagelmiş davranış kalıplarının ötesine geçecek ve barış sürecini daha kapsamlı, katılımcı ve demokratik kılacaktır. Son dönem barış görüşmeleri önerdiğim formatın işaretlerini taşımaktadır. Umuyorum ki, iki lider sadece Kıbrıs sorununun aslî konularına odaklanmak uğruna daha kapsamlı bir çözüm için gereken bu güven artırıcı önlemleri terk etmez.