Sevgili okurlar,
Kalkınma için doğru yolun ne olduğu konusundaki tartışma, dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman’ın 1949 yılında yaptığı konuşmada dile getirdiği Resmi Kalkınma Yardımları (ODA) anlayışından çok önce başlamıştı. Başkan’ın dört başlıktan oluşan planı daha o zamanlar gelişmekte olan ülkelerde yaşayanların “kalplerini ve zihinlerini” kazanmayı amaçlıyordu. Ne var ki, bu anlayış açıkça, böylesi bir kalkınmanın merkezinde yüzyıllar öncesinden farklı olarak, emperyal tutkuların değil demokratik ve insani ideallerin bulunması fikrini harmanlamıştı.
Ümit Akçay, kalkınma teorilerinin tarihini sol bir perspektifle tartışıyor ve hangi kalkınma modelinin sürdürülebilir olduğunu sorguluyor. Yurtdışına dönük kalkınma yardımlarının emperyal bir tutkuyla mı, yoksa yoksullara yardım niyetiyle mi yapıldığı, halen tartışılan bir soru. ODA, günümüzde örneğin Türkiye ve Rusya’nın veya Soğuk Savaş döneminde ABD’nin, kendi çıkarlarını genişletmek üzere başvurduğu bir dış politika aracı olageldi. Kritik soru, bu çıkarların neler olduğu ve bunlara ulaşmak için hangi araçların kullanıldığı. Çıkarlara dayalı ilişkiler kurmanın, güçlü olanın zayıf tarafı sömürmesi anlamına gelmediği sürece, kendi başına bir sorun olduğunu söyleyemeyiz.
ODA’nın Türkiye’nin dış politikası açısından ne ifade ettiğini ve nasıl kullanılması gerektiğini tartışan Utku Güngör’ün yazısı, tam da bu konudaki güncel tartışmalara denk düşüyor. Bu konu, yurtdışında yaptığı çalışmaların parası ODA tarafından ödenen bir kurum olarak bizzat Heinrich Böll Stiftung Derneği’ni de ilgilendiriyor.
Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin Alman hükümetinden bağımsız olmayı ve kalmayı nasıl güvenceye aldığına ilişkin soruların sorulması, haliyle kalkınmaya dair söylemin doğal bir yan etkisidir. Ancak, Alman siyasî vakıflarının / derneklerinin bu bağımsızlığa sahip olmaları, kalkınmaya ilişkin yeni ve çok yönlü bakış açısının doğrudan sonucudur. Bu bakış açısı, farklı kalkınma kavramlarının yan yana var olabileceğine, dahası var olması gerektiğine ve farklı aktörlerin birbirlerinin yaklaşımını mütemadiyen sorgulamak suretiyle tartışmayı zenginleştirdiğine inanır.
Kalkınma, ister içeride ister dışarıda olsun, birden fazla anlamla yüklü bir terimdir ve son 60 yılda kalkınmanın masa başında planlanabilen bir şey mi, yoksa anarşik ve çoğunlukla da rastgele işleyen bir sürecin sonucu mu olduğu tartışması kimi zaman sönümlenmiş, ama hiç bitmemiştir. Hükümetin endüstriyel kalkınmayı yakalama yönündeki beyanı doğrultusunda bir rota izleyen Türkiye için, bu süreci ekonomik büyüme ile sürdürülebilirliği dengeleyecek biçimde planlamak, önemlidir. Bengi Akbulut’un makalesi, AKP’nin kalkınma anlayışını teori ve uygulamada eleştirel bir biçimde ele alırken, Cengiz Aktar aynı şeyi tarım politikaları için yapıyor.
Zamanımızın kalkınma hakkındaki önemli düşünürlerinden Amartya Sen, henüz 1999 yılında “özgürlük olarak kalkınma” kavramını öne sürmüş, kalkınmanın - bilhassa da ekonomik kalkınmanın – kendi içinde bir amaç olmadığını, bireyin kendisi için mümkün olan en geniş özgürlüğü gerçekleştirmek üzere arasından seçim yapabileceği imkânların arttırılmasının bir yolu olduğunu ifade etmiştir.
Sen’e göre kalkınma yalnızca ekonomik imkânlarla sınırlı değildir, aynı zamanda, muhalif seslerin varlığına izin veren bir demokrasi için de alan yaratır, zira bu seslerin varlığı kalkınmanın sekteye uğramasını engelleyecek yeni fikirlerin gelişmesinin güvencesidir.
Mihenk taşını yoksullar için imkân yaratmak biçiminde belirleyen, ancak ekonomik imkânların en nihayetinde özgür ve adil bir toplumun varlığına bağlı olduğunu unutmayan, kalkınmaya dair böylesi bütüncül bir yaklaşım, gelişmekte olan ülkeler kadar gelişmiş ülkeler için de yararlıdır.
Perspectives ekibi adına
Kristian Brakel