TİKA: Bir “kalkınma” anlayışının hikâyesi

Teaser Image Caption
Erdoğan ve AKP’nin ileri gelenleri, Afrika’dan Orta Asya’ya, Somali’den Arnavutluk’a, pek çok bölgede ve ülkede faaliyet gösteren TİKA’nın açılışlarında sık sık boy gösterdi.

“Türkiye, Somali’de istikrarın oluşmasını beklemeden yatırım yaptı. Diğerleri daha güvenli yerlere yatırım yaparken Türkiye Somali’nin gelişimi için fedakârlıklarda bulundu. Somali önemli gelişme kaydediyor. El Şebab’ın elindeki bazı yerlerde kontrolü alıyoruz. Eğer uluslararası kamuoyunun geri kalanıyla beraber Türkiye’nin cömert desteği olmasaydı, böyle bir gelişme kaydedemezdik.”

Bu sözleri Ocak 2015’te Türkiyeli müteahhitler tarafından yapılan Mogadişu Havalimanı terminal binasının açılışı sırasında Somali Cumhurbaşkanı Şeyh Mahmud söylemişti. Somali, Türkiye’nin gönderdiği dış yardımlardan faydalanan ülkelerden biri. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü görevini yürüten Cemalettin Haşimi’nin bir makalesinde yazdığına göre, Türkiye Somali’ye öylesine yardım etmiş ki, Afrika’daki halkların gönlünü kazanmayı başarmış.

İhtiyaç içerisindeki bir halka yardım edilmesini kim görmezden gelebilir ki! Türkiye’nin yüce gönüllülüğü, yardım götürmek için katlandığı fedakârlıklar vesaire... Peki, Türkiye bunu neden yapıyor? Bu sadece Türkiye’nin yüce gönüllülüğünden mi, insanlara yardım edebilmek için canını dişine takmasından mı, yoksa tüm iyi niyeti bir tarafa, diplomatik, ekonomik ve hegemonik çıkarlar gütmesinden mi? Kalkınma yardımlarının bu çıkarlardaki yeri nedir?

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin 13 yıllık iktidarında dış yardım  denince akla ilk gelen kurumlardan birisi TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığı) oldu. Rakamlara baktığımızda, AKP’yle birlikte, 2002’den beri TİKA’nın ödeneklerinde ve projelerinde gözle görülür bir artış var. Yapılan dış yardımlar ağırlıklı olarak Afrika, Balkanlar, Avrasya ve Orta Asya’da yoğunlaşıyor. AKP’nin iddiası, kalkınmaya muhtaç olan bölgelere ihtiyaç olunan yardımın bonkörce yapıldığı. Elbette ki yardımların yapılış biçimi ve yoğunlaşılan konular AKP iktidarının “yardım” ve “kalkınma” konularına nasıl baktığını açıklamaya yardımcı olacaktır.

Bir “yeni sömürgecilik” hikâyesi

Aslında, bu ilişkide göreceğimiz eski bir hikâye. Sömürgeciliğin ya da İkinci Dünya Savaşı sonrası Kwame Nkrumah’ın literatüre kazandırdığı “yeni sömürgeciliğin” hikâyesi bu. Acaba, Türkiye “kimsesizlerin kimsesi olma” iddiasıyla yeni sömürgeci olmaya mı çalışıyor?

Öncelikle bakmamız gereken, TİKA’nın nasıl ve neden kurulduğu. Her ne kadar AKP iktidarı ile birlikte hiç olmadığı kadar faal hale gelse de, TİKA çok daha önce, 1992’de kuruldu. Süleyman Demirel’in Başbakan, Turgut Özal’ın da Cumhurbaşkanı olduğu 1992’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “Türkî Cumhuriyetler” olarak anılan ülkelerin üzerlerine kalan enkazdan kurtulmaları hedefiyle ve “yeniden yapılanma, uyum ve kalkınma ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla” faaliyete geçti. İki siyasetçinin de iktidarda oldukları dönemde, bu ülkelere önem verdikleri ve her birini Türkiye’nin sözde doğal faaliyet alanları olarak gördükleri bilinen bir gerçektir.

Bu “doğal faaliyet alanları” daha sonraki yıllarda Türkiye menşeili müteahhitlik firmalarının bu ülkelerde etkinlik göstermelerinde de yardımcı olmuştu. Bu noktada şunu söyleyebiliriz belki: TİKA’nın kuruluş amaçları zaten ekonomik ve hegemonik yayılma arzusuydu. Başlangıçta Dışişleri Bakanlığı çatısı altında kurulan ajans, 1999’dan itibaren Başbakanlık bünyesine geçti. Burada amaç tabii ki TİKA’nın etkinliğini arttırmaktı. TİKA’nın yaptığı yardımların ve projelerin hacimlerinde on yıl içinde Türkiye’deki ekonomik krizlerle de bağlantılı olarak azalmalar, artışlar izlenmiş olsa da, 2002’ye doğru ciddi bir azalma oldu. 2002’den önce artık Türkiye’nin bu bölgelere enerjisini harcamaktan ziyade, kendi iç dertlerine odaklandığını görüyoruz.

2002’den sonra ne oldu? Öncelikle şunu şöylemekte fayda var: TİKA ilk defa bu kadar uzun süre boyunca tek bir partinin kurduğu hükümetler altında çalışmaya başladı. Dolayısıyla, 2002’den sonra yürüttüğü faaliyetlerin bir kısmı daha önceki dönemin projeleri olsa da, AKP iktidarı altında genişleyen faaliyet alanı, yardımların nitelikleri ve AKP kurmaylarının dış politikaya bakış açıları arasında ciddi paralellikler bulmak mümkün. TİKA’nın dış yardımlarda aldığı rolde daha sonraları Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı olan Hakan Fidan’ın etkisi var muhakkak. Hatta bu ajanstaki “başarılarının” kendisine müsteşarlık yolunu açtığını da söyleyebiliriz.

“Dış yardımlar her zaman insanî sebeplerle yapılmaz”

Fidan  2003-2007 arasında TİKA Başkanlığı görevinde bulunmuştu. Bu dönemde, 2005’te, kurum devletin yaptığı tüm dış yardımların çatısı haline geldi. 2013’da ise yıllık resmî yardım miktarı üç milyar doların üzerine çıktı.

Fidan, TİKA ve dış yardımlar üzerine Rahman Nurdun ile birlikte kaleme aldığı makalesinde, ülkelerin yaptığı dış yardımların her zaman insanî sebeplerle yapılmadığına değiniyor. Bu iddia AKP’nin yardımlara nasıl baktığını anlamak adına önemli bir çıkış noktası. Fidan ve Nurdun aynı makalelerinde bu yardımların jeopolitik konum ve kültürel ve tarihsel bağlarla da ilintili olduğundan bahsediyorlar.

Dış politikanın belirlenme süreçlerinde bu bağlar ve jeopolitik konum temelli yaklaşım çok tanıdık bir ismi de hatırlatıyor: Ahmet Davutoğlu.  Davutoğlu, AKP’nin henüz iktidara gelmediği 2001 yılında  “Stratejik Derinlik” isimli kitabını yayınlamıştı. Kitapta ağırlıklı olarak Türkiye’nin jeopolitik konumu ve kültürel bağlarına vurgu yapılıyor. Türkiye’yi birçok farklı bölgenin ortasında olan, tek bir kimliğe indirgenemeyecek bir “merkez ülke” olarak düşünen Davutoğlu, bu varsayımdan yola çıkarak Türkiye’nin Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrasya’da önemli bir aktör ve gündem belirleyici olabileceğini anlatıyor. Bir yandan da, Türkiye için tüm bu bölgeler Osmanlı’dan kalma sorumluluk sahalarıdır. Davutoğlu’nun bakışına göre, Türkiye öncelikle bu bölgelerde söz sahibi olmalı ki, küresel güç konumuna gelebilsin. Ağustos 2014’e kadar Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten, ardından da Başbakan olan Ahmet Davutoğlu bakanlık görevine başlamadan evvel de dış politika konusunda hükümette söz sahibi bir isim olarak geçiyordu. Bunu da göz önüne alırsak TİKA üzerinde, en azından yardımların nereye nasıl yapılacağı fikri düzeyinde, etkili bir aktör olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Davutoğlu’na göre, Türkiye bazı bölgelerde Müslüman, bazı bölgelerde Türk, bazı bölgelerde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olma kimlikleriyle hatırı sayılır bir etki sahibi olabilirdi. Fidan ve Nurdun da bu değerlendirmelere katılarak devam ediyor: “Türkiye aynı zamanda demokratik, ekonomik olarak güçlü, bölge ile etnik ve ekonomik bağları olduğu için buralarda daha kolay hareket edebilir.” Bu sözde stratejik bakış açısı kendi iç tutarsızlıklarına sahip, ancak bunlar bu yazının konusu değil.

Bu konularda fikir beyan eden ve hükümette etkili bir diğer isim ise Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü olan Cemalettin Haşimi. Onun kalkınma ve dış yardımlar konusunda söyledikleri, AKP iktidarının yardım yapılan ülkelerle kurduğu ilişkiye nasıl baktığını anlatabilir. Cemalettin Haşimi de Davutoğlu gibi, artık kabına sığmayan bir Türkiye’den bahsediyor. Bununla birlikte, bize Türkiye’nin dış yardımlarının insancıl bir diplomasi oluşturmada ve küresel diplomasi anlayışını değiştirmedeki rolünü anlatıyor.

“Nüfuz alanı açma” aracı olarak TİKA

Peki, nedir bu küresel çapta etkili olabilecek değişiklik? Bu soru sorulduğunda bahsedilen, yapılan ve genişlemesi öngörülen insanî yardımlar ve bununla birlikte dünyanın farklı yerlerine kriz anlarında müdahale edebilmektir. Ancak hem Fidan’ın hem de Haşimi’nin yazılarında belirttikleri gibi, dış yardımlar her zaman yalnızca “insanî” nitelikler taşımıyor.

TİKA raporlarında belirtildiği üzere, dış yardımlar ağırlıklı olarak altyapı hizmetleri, kurumsal yapılanmanın ve ekonomik altyapının geliştirilmesi, örgün eğitimin genişletilmesi, kapasite geliştirme projeleri, bütçe yardımları, insanî yardım vs. çeşitli alanlarda yapılıyor. Bunların tamamı “kalkındırma yardımları” adı altında toplanıyor. Bu yardımların bir kısmı ciddi anlamda yerel nüfusa katkı sağlayabilecek su kuyusu açılması, sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması vb. alanlarda da yapılmaktadır.

Ancak, bir kısmı da gelişmemiş ülkelerde finans ve bankacılık sektörünün geliştirilmesi, güvenlik güçlerinin eğitimi, diğer ülke diplomatlarının eğitimi, yatırım modelleri eğitimleri gibi belli bir ekonomik yapıyı uygulamaya yönlendiren yatırımlara harcanıyor. Kamerun’da verilen yap-işlet-devret modeli eğitimi ya da Kırgizistan’a Kırgızistan-Türkiye Sanayiciler ve İşadamları Derneği Türk Malları Fuarı için yapılan destek bu tip yatırımlara örnek olarak verilebilir.

Tüm bu yardımlar belli bir kalkınma anlayışını da temsil ediyor. AKP iktidarının da paylaştığı ve Türkiye’de 1980’lerden beri hakim olan neoliberal kalkınma anlayışı TİKA vasıtasıyla bu ülkelere de ihraç edilmiş oluyor. Bu sayede, mevcut ekonomik ağlara dahil edilen bu bölgeler insanî yardımları gönderen ülkeler için verimli birer pazar haline geliyor. Aslında TİKA kurulduğundan beri böyle bir anlayıştan o kadar da uzak bir araç olmamış. Özellikle kurulduğu dönem ve amacını dikkate alırsak, bir yardım ajansından ziyade bir nüfuz alanı açma aracı olarak kullanılmaya çalışıldığı aşikâr.

Bu durumda, AKP iktidarındaki TİKA’yı farklı yapan ne? Öncelikle, AKP bu ajansa kurulduğu ilk on yılda olmadığı kadar önem atfetti. Bir yandan da, uygulamak istediği dış politikayı ve nüfuz alanını genişletmeye yönelik -Cemalettin Haşimi’nin tabiriyle- “hırslı” adımlarını uygulamaya koymak için uygun alanı açabileceğini düşündü. Ancak, AKP ekonomik yardımları da aşarak kültürel “yatırımları” da arttırma ve yaygınlaştırma yoluna gitti. TİKA’nın kaynak ayırdığı ve önem verdiği projelerden bazıları Osmanlı döneminden kalma cami, külliye ve türbelerin restorastonu oldu.

Bunların haricinde, 2000 yılında başlatılan Türkoloji Projesi, AKP tarafından sahiplenilmiş ve her yıl bu projeye yapılan yatırım arttırılarak devam etmiştir. 2011’de, TİKA başkanının yönetim kurulunda bulunduğu ve mütevelli heyetinin ağırlıklı olarak kabineden isimlerden oluşturulduğu Yunus Emre Vakfı’na devredilen proje, hakim ekonomi ve kalkınma anlayışının ihracının yanında Türkçe’nin de ihracını amaçlamaktadır.

Yeni sömürgeci ilişki kurmanın önemli ayaklarından birinin dil ve kültür üstünlüğünün kurulması olduğunu düşünürsek, TİKA’nın bir araç olarak sömürgeciliğe bir adım daha yaklaştığını söyleyebiliriz. Böyle bir üstünlük ilişkisi Türkiye gibi erkek egemen dilin kuvvetli olduğu bir ülke için “hamilik”, “abilik” gibi bir pozisyonlanmada karşılığını buluyor.

Buradaki hamilik ilişkisi, tek taraflı bir ilişkiyi temsil etmekten ziyade iki taraflı yapılan yardımlar karşılığında bir minnettarlık hedefliyor. Bir tarafta gelir eşitsizliği, eğitimsizlik, altyapı eksiklikleri gibi hem insan haysiyetini ayaklar altına alan hem de yoksulluğu sürekli yeniden üreten bir durum varken, öte yanda -yine Haşimi’nin ifadesiyle- “himmetiyle insanların gönlünü kazanan” üstün bir figür duruyor. Buradan bir ast-üst ilişkisi doğmakta. Bu ilişkinin ve yardım edenin beklenti içinde olması durumunu, Tayyip Erdoğan’ın Arnavutluk’a yaptığı ziyarette de gördük. Arnavutluk Türkiye’nin dış yardım gönderdiği, anaokulları ve okullar açtığı bir ülke. Arnavutluk’a armağan olarak yapılan caminin temel atma törenine katılmak için ülkeye giden Erdoğan, burada Gülen Cemaati olarak bilinen grubun faaliyetlerinin durdurulmasını talep etmişti. Ziyaret sonrası, bir parlamenter Arnavutluk meclisinde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin yardım yaptığını söylerken taleplerle gelmesinden şikayet etmişti. Böyle bir talep bile tek başına dış yardımlar üzerinden kurulmaya çalışılan ilişkinin niteliğini dışavuruyor.

Sömürüden pay almama şikayeti

Dış siyasette etkili olma adına Fidan, Haşimi ve Davutoğlu’nun sürekli vurgu yaptığı hakim olan dünya düzenini değiştirme kaygısının ve yine ortaya konan büyük ve güçlü Türkiye fikrinin hedef aldıklarının aslında ast-üst ilişkisinin yarattığı haysiyet kırıcı ve çarpıklaştırıcı ağlar değil sadece, bu ağlarda Türkiye’nin de pay isteği olduğu görülebilir. “Paradigma kırıcı” olarak gösterilmeye çalışılan bu ilişkilenmenin yalnızca üst konumdakinin adını değiştirmekten ibaret olduğu ortaya çıkıyor. Bunu yaparken de Türkiye’ye atfedilen Müslüman demokratik ülke kimliği ve Osmanlı Devleti’nin devamı olma kurgusu kullanılarak amaçlanan ast üst ilişkisinin üzerine yardımseverlik perdesi çekilmiş oluyor.

Aslında, burada bahsettiğimiz şey basit bir kalkınma yardımından veya insanî yardımdan farklı bir öykü. Ön planda görünen Türkiye’nin çevresindeki az gelişmiş ülkelere yaptığı, onları dünyaya daha entegre ve müreffeh yapma kaygısı belki. Ama yapılan yardımların niteliğine ve bu ülkelerle kurulan ilişkilere baktığımızda, yeni bir sömürü ilişkisiyle karşılaşıyoruz.

Her ne kadar AKP iktidarı kendini mevcut uluslararası düzenden rahatsız, mazlumların “kurtarıcısı” bir politik aktör gibi göstermeye çalışsa da, asıl meselenin daha ziyade Türkiye’nin devam eden sömürü ilişkilerinden pay alamayan, bu nedenle de dışarıda kalan bir oyuncu konumunda kalmasından şikayet olduğu görülüyor. TİKA ise bu yönde uygulanan politikaların bir aracı olarak nitelendirilebilir. Bu araç üzerinden yapılan yardımlar ve yürütülen projeler dünyanın farklı yerlerinde Türkiye’nin hegemonik yayılmacı dış politikasını da gösteriyor. Fidan, Haşimi ve Davutoğlu gibi Türkiye dış politikasının belirlenme sürecinde etkili olan aktörler de yazılarında bu anlayışın temelini vurguluyor.

Kaynakça

  • http://www.tika.gov.tr/tr/sayfa/tarihcemiz-222
  • Fidan, Hakan; Nurdun, Rahman (2008), Turkey’s role in the global development assistance community: the case of TIKA (Turkish International Cooperation and Development Agency), Journal of Southern Europe and Balkans Online, p. 1-20.
  • Davutoğlu, Ahmet (2001), Stratejik Derinlik, İstanbul: Küre Yayınları
  • Haşimi, Cemalettin (2004), Turkey’s Humanitarian Diplomacy and Development Cooperation, Insight Turkey, v. 16, Issue 1, p. 127-145
  • TİKA (2013), Kalkınma Yardımları Raporu 2013, Ankara