Kurtuluş’ta bir meyhane masası, en genci 61 yaşında 14 adam. 1960’ların sonunda, bugün artık olmayan Dolapdere Oktayspor’da birlikte top koşturmuşlar. O akşam, takım arkadaşları Kaya Çınar’ın doğum gününü kutluyorlar. Kâh gençliklerini yâd ediyor, kâh iki gün sonra yapılacak olan seçimlerden bahsediyor, şakalaşıyor, kadeh tokuşturuyorlar. Görüntülerinde, konuştuklarında, yediklerinde, içtiklerinde bu masayı meyhanedeki diğerlerinden farklı kılan hiçbir şey göze çarpmıyor.
Gözle görülmeyen ve masayı diğer masalardan ayıran tek şey, o akşam orada olabilmek için binlerce kilometre uzaktan gelmiş olmaları. Sadece 45 yıldır ABD’de yaşayan Kaya Çınar değil, masadakilerin neredeyse tümü dünyanın farklı ülkelerinde yaşıyor. İstanbul’dan 1970’lerde ayrılan bu insanlar Türkiye’de kalan akrabalarını, komşularını, takım arkadaşlarını birkaç yılda bir görebiliyor.
Memleketlerinde misafir, aidiyet hissetmedikleri yeni hayatlarında sürgünler. Ermeniler.
65 yaşındaki Kaya Çınar Tuzla Çocuk Kampı, özgün adıyla Kamp Armen’in çocuklarından biri. Gedikpaşa Ermeni Kilisesi Vakfı’nın 1962’de Ermeni çocukların yaz eğitimi için Tuzla Üç Çınar mevkiinde kurduğu Kamp Armen, hizmet verebildiği 21 yıl boyunca 1500 kadar çocuk yetiştirdi. Çoğu yetim ya da öksüz bu çocukların yaklaşık yüzde 95’inin bugün yurt dışında yaşadığı sanılıyor. Kampın durumu da, burada yetişen ve kendi yurdunda barınamayan çocuklarından farklı değil: 1983’te mahkeme kararıyla el konularak bedelsiz olarak eski sahibine verilmişti. Geride kalan 32 yılda mülk defalarca el değiştirmesine rağmen herhangi bir faaliyette bulunulmadı. 1983’te çocuk seslerinden mahrum bırakılan kamp, adeta o seslerin sahipleri gibi sürgün yaşadı.
Kamp Armen, son sahibi Fatih Ulusoy’un 6 Mayıs’ta yıkıma başlamasına dek, Ermeni toplumu dışında pek tanınan, bilinen bir yer değildi. Kampın adını biraz olsun duyuran şey, 2007’de katledilen gazeteci Hrant Dink’in buradan yetişmiş ve son yıllarında da kampın müdürlüğünü üstlenmiş olmasıydı. Gelgelelim, yıkım yıllardır bekleyen kampı ayağa kaldırdı. Önce yıkım durduruldu. Aynı gece kampın Ermeni toplumuna iade edilmesi talebiyle kampta direniş başladı. Fatih Ulusoy 23 Mayıs’ta, “Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun rica ve talimatı” ile kampı Gedikpaşa Ermeni Kilisesi Vakfı’na “bağışlayacağını” beyan etti. Direnişin 35. gününde Ulusoy’un taahhüdü henüz yerine gelmemişti. Kampın iadesine dair güncel durumu yazının devamında aktaracağım. Ama önce doğuşundan itibaren Kamp Armen’in hikâyesini özetlemek istiyorum.
“Baron” Hrant Küçükgüzelyan
Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı Başkanı Hrant Küçükgüzelyan, çocukların verdiği isimle “Baron”, Anadolu’da Ermenice eğitim veren hiçbir okulun kalmadığı 1950’li yıllarda il il dolaşıp, okuma imkânı bulamayan Ermeni çocuklarını İstanbul’a getiriyor. Aralarında öksüz ve yetimlerin de bulunduğu bu çocuklar İncirdibi Ermeni Protestan okulunda eğitim görürken, Gedikpaşa Kilisesi’nin yetimhaneye dönüştürülen alt katında barınır. Küçükgüzelyan’ın Malatya’da bulduğu çocuklardan biri, dört yaşında öksüz kalan ve İstanbul’a yedi yaşında gelen Garabet Orunöz’dür:
“Küçükgüzelyan, okul çağına gelmiş çocukları kapı kapı dolaşıp buluyor, aileleri ikna ediyor ve tüm masraflarını da karşılayarak, okumamızı sağlıyordu. Yaz geldiğinde ise bütün çocuklar ailelerinin yanına gönderilirdi. Yıl boyunca öğrendiği Ermeniceyi yaz tatilinde unutan çocuklar için bir formül bulunmalıydı.”1
O formül, çocuklar için bir yaz kampı açılması olabilirdi. Küçükgüzelyan bu fikri 1958’de vakıf yönetimine götürür ve kabul edilir. İstanbul’da yer aranmaya başlanır. Kandilli, Beykoz ve Tuzla’da üç yer tespit edilir. Vakfın bütçesine en uygun yer olan Tuzla’da karar kılınır.
Bir azınlık vakfının mülk edinmesi, valilik muvaffakatnamesi almasına ve resmî tapu verildikten sonra bu mülkün vakıf siciline işlenmesine bağlıdır. Tuzla’daki yaklaşık dokuz dönümlük arazinin satın alınabilmesi için de İstanbul Valiliği ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne (VGM) başvurulur. Bu izinlerin alınması on ay sürer. Arazi, sahibi Sait Durmaz’dan satın alınır ve tapusu vakıf adına tescil ettirilir. Ve 1962’de, İsa Peygamberin doğum günü olan 6 Ocak’ta kampın temeli atılır. Devamını Hrant Dink’ten dinleyelim:
“Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu… Gedikpaşa’dan yürüyerek Sirkeci’ye… Oradan vapurla Haydarpaşa’ya… Haydarpaşa’dan trenle Tuzla İstasyonu’na… İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler. O zamanın Tuzla’sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekân değil… İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası… Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları…
Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları… 8 ila 12 yaş arası biz 13 çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi’nin beton bahçesine mahkûm olma sona ermişti… Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını.
Üç yıl şafak vakti kalkıp gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan ‘Kütük’ (Zakar’a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu. Geceleri uykuda yorgunluktan altımıza işerdik.”2
Kamp Armen ve çocukları böyle büyüdü, çoğaldı. Dink’ten altı yaş küçük olan Garabed Orunöz, 1967’de kampa ilk gittiğinde ikinci katın yarısının bittiğini, kampta hâlâ elektrik olmadığını ve suyun da kuyudan çekildiğini söylüyor.
Dink, bir başka yazısında kampın gelişimini şöyle anlatıyor:
“Ve o yazlar, yıllarca ardı sıra hep böyle devam etti. Her yaz gittik Tuzla Kampı’na. Biz çocukların sayısı da giderek arttı. Yeni kuyular açtık, su çoğaldı, yeşillikler çoğaldı. Gündüzler ve geceler boyu elle durmaksızın çektiğimiz su tulumbası da günün birinde motorlaştı. Yıllar geçtikçe ağaçlar boyumuzu geçti, binaları kapladı, kampın göğü geçit vermez oldu kızgın güneşe, gölgeleşti her bir yan. Çocuk emeğimize karışan çocuk seslerimiz gübresiydi belki de doğanın. Gelen imrenir, gören imrenirdi. “Aşkolsun ” derdi herkes, “aşk olsun.”3
“Azınlıklar 1936’dan sonra mülk edinemez”
Resmî iki uygulama, Türkiye’deki pek çok vakıf malı gibi Kamp Armen’in serüveninde de belirleyici niteliğe sahip: “1936 Beyannamesi” ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8 Mayıs 1974 tarihli kararı.
İlkinden başlayalım: Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM), 1935’te çıkan Vakıflar Kanunu’na dayanarak tüm vakıflardan, ellerindeki taşınmazların listesini beyan etmesini talep eder. Bu çağrının kağıt üzerindeki amacı, yeni kurulan cumhuriyet yönetiminin düzenli tapu kayıtları oluşturmak istemesidir (Baskın Oran, bu talebin arkasındaki gerçek amacın “İslamcı cemaatlerin ekonomik kaynaklarını kurutacak düzenlemeler yapmak” olduğunu savunuyor. 4). Tüm vakıflar, devletten gelen çağrıya uyar ve sahip oldukları taşınmazların listelerini ilgili kurumlara teslim eder. Bu uygulama “1936 Beyannamesi” olarak isimlendirilir.
Ancak, vakıflar devletten izin almak kaydıyla yeni mülkler edinebilmektedir.
1960’ların ilk yarısında Kıbrıs’ta Türk ve Yunan toplumları arasında başlayan gerilim, başta Rumlar olmak üzere, Türkiye’deki azınlıkların yaşamını da etkilemeye başlar. Yıllardır çekmecelerde bekleyen 1936 beyannameleri hatırlanır; Yunanistan’a karşı bir araç haline getirilmeye çalışılan Rum cemaati üzerinde kullanılmak istenir.5 Devlet, vakıfların 1936’dan sonra satın alma, miras, bağış, vasiyet ve ikramiye yoluyla edinmiş oldukları mallara el koymaya başlar.
Vakıflar yargı yoluna gider, davalar açar. Mallarının iadesi için 1971’de Hazine’ye dava açan İstanbul’daki Balıklı Rum Hastanesi Vakfı da bunlardan biridir. Mahkemeler her seferinde VGM’yi haklı bulduğu için konu Yargıtay’a taşınır.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 1936 Beyannamesi’nde bu yönde bir zorunluluk olmamasına rağmen, beyannamelerinde bağış kabul edeceklerine dair açıklık bulunmayan cemaat vakıflarının doğrudan ya da vasiyet yoluyla gayrimenkul edinemeyeceklerini yasal hükme bağlar.
Karar 8 Mayıs 1974’te Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından onanır ve içtihat oluşturur. Azınlık vakıflarının 1936’dan sonra edindiği pek çok mülke el konulmasının önü açılır (Kararın gerekçesinde “Görülüyor ki Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır” ifadesine yer veren Yargıtay, gayrimüslim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını “Türk olmayanlar” diye niteleyerek Türkiye’de vatandaşlık tanımı ve uygulamasının etnik ve dinî bir temele dayandığını açıkça ortaya koyar.6).
1974’te çıkan karar Kamp Armen’in kapısını 1979’da çalar. Kartal 3. Asliye Hukuk Hâkimliği’ne başvuran VGM, Gedikpaşa Ermeni Kilisesi Vakfı’na tescilli tapunun iptalini ve kamp arazisinin eski sahibine geri verilmesini talep eder. Dava dört yıl sürer; mahkeme arazinin vakıftan alınıp eski sahibine verilmesine karar verir. Sait Durmaz 1962’de sattığı araziyi, üstünde kurulu olan kamp tesisleriyle birlikte hiç para ödemeden geri alır. Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı, yasalara uygun şekilde aldığı mülkünü, hukuka aykırı bir şekilde yitirir. Vakıf Yargıtay’a başvurur ama bu girişimi de 1987’de reddedilir.
Türkiye Ermenileri Düşünce Platformu’ndan Harut Özer 1974 tarihli bu kararın gerekçe gösterilerek Kamp Armen’in Gedikpaşa Kilise’nin elinden alınışını şöyle aktarıyor:
“1974’teki içtihat oluşturan ‘azınlıklar bağış yoluyla mülk edinemez’ kararının hemen ardından devlet, 1936’daki listede bulunmayan ve 38 yıl boyunca edinilen bütün mallara tapu iptali davası açıyor. Ama atlanan bir şey var. Azınlıklara tapu edinme hakkı zaten kısıtlıydı o dönemde. Valilik izin verirse size, mülk edinebiliyordunuz. Kamp Armen de böyleydi.”
Harut Özer’e göre tapu iptal davalarının amacı, azınlıkları ve vakıflarını ekonomik olarak da güç durumda bırakmaktı. “Avukatlarımız tespit ettiler. Özellikle yaşlı birileriyse, davalar çok uzatılıyordu, üç sene, beş sene… Öldükten sonra da bunların hepsi Hazine’ye irat kaydediliyordu. Ve Hazine bunları hemen satıyordu.”
Kamp Armen vakıftan alınıp eski sahibine verilirken bir de sufle yapılıyor, “Biz iade ettik, siz de bunu başkasına satın” diye. Çünkü genel hukuk, üçüncü şahısların bu konuda suçsuz olduğunu söylüyor. Ve bu aşamada da devlet ‘benim ne günahım var, alan adam malı başkasına satmış, ben artık geri alamam’ diyor.
Devletin kampa gösterdiği yoğun “ilgi” bunlarla da sınırlı kalmıyor. Kurucu müdür Hrant Küçükgüzelyan, 12 Eylül’den sonra Kamp Armen’de “Ermeni militan yetiştirdiği” gerekçesiyle yargılanıyor ve sekiz buçuk ay hapis yatıyor. Çıkınca Türkiye’den ayrılıyor ve 25 yıl boyunca dönmeyeceği Marsilya’ya yerleşiyor. Kampı son üç yılında Hrant Dink ediyor.
Kaybolmayın Çocuklar
Dink’in Kamp Armen’le ilgili ilk yazılarından belki de en akılda kalanı, 1998’de kaleme aldığı “Kaybolmayın Çocuklar” başlıklı yazıdır.7 Garabed Orunöz’ün, anneleri öldüğü için üç buçuk aylıkken Malatya’da evlatlık verilen ve 15 yıldır görmediği kız kardeşi Filor’u 1977’de kampta bulmasını anlatır o yazıda Dink.
Kamp Armen’in kısa öyküsü “Kaybolmayın Çocuklar” 2010’da film oldu. “Kampın ekmeğini yemiş, suyunu içmiş” çocuklar ise yıllar sonra ilk kez Orunöz’ün girişimiyle, Hrant Dink’in ölümünün ardından buluştular, Dink’in “Atlantis Uygarlığı”nda . 2008’de 130 kişiydiler, 30 kadarı yurt dışından gelmişti. Her yıl Nisan’ın son haftasında orada oldular.
“Benim keşkelerim var” diyor Orunöz, “Hrant ağabey ‘Kendi hikâyelerimizi kendimiz yazalım’ derdi. Flor’la yıllar sonra birbirimizi bulmamızın öyküsünü benim yazmamı istemişti. O yaşarken yazamadım. Sonra aklında kaldığı kadarıyla, kısaca yazdı. Keşke birlikte yazabilseydik. Keşke filmi birlikte çekebilseydik. İşte bu nedenle sahip çıkıyoruz kampımıza. Bir daha ‘keşke’ dememek için! Burayı geri istiyoruz!”
Giderek de artıyor sayıları. Yıkımın yapıldığı 6 Mayıs’ta başlayan direnişin paydaşlarından “Ermenilerin öz örgütü” Nor Zartonk İnisiyatifi’nin eşbaşkanı Sayat Tekir, toplumun Hrant Dink’e duyarlılığının kampa ilgi ve desteği arttırdığını söylüyor:
“Kamp Armen’in Hrant Dink’le birlikte anılması burası için bir şans. Ama onlarca Kamp Armen var. Ermeni toplumuna ait olup gasp edilen, göz koyulan, rant peşinde koşanların iştahını kabartan her yerin bir Hrant Dink’i yok. Öğrenimini vakıf bursuyla yürüten biri olarak söylüyorum. Vakıf malları bizim toplumumuz için önemli. Sosyal güvenliği olmayan birçok Ermeni var.”
Yıkımla birlikte bu toplumda daha yüksek sesle dile getirilen talep “bize ait bir mülkü elimizden nasıl aldılarsa, aynı şekilde geri versinler” çizgisinde. Sayat Tekir, “Azınlık toplumlarının biat etmesi için çabalıyorlar. ‘Kamp iade edildi’ yalan haberini yayan Markar Eseyan gibileri, ‘iktidarla iyi olun, istediğinizi alın’ diyerek onlara destek veriyor. Oysa belki de ilk kez bir yeri direnerek kazanacak Ermeniler. Kamp Armen direnişi, birleşen halkların gücünü gösteren iyi bir örnek” diye devam ediyor.
Büyükler gençlerden daha temkinli. “Parmaklarımız tapuya değiyor ama henüz elimizle alamıyoruz” diyor Garabed Orunöz, henüz sonuçlanmayan tapu devir görüşmeleri için.
Aidiyetin iadesi
Kamp Armen Ermeni toplumu için sembolik anlamı yüksek bir yer. Kamptan yetişen çocuklarının tamamına yakınının yurt dışında yaşadığını söyleyen Harut Özer, özellikle diasporadaki Ermenilerin yurtlarıyla bağının korunması gerektiğinin altını çiziyor:
“Buranın ekonomik bir getirisi yok. Ama sosyal olarak çok büyük bir önemi var. Bugün Türkiye’yi dışarıda temsil eden ve devletin en çok çatışma ürettiği, diaspora dediği yerlerdeki gençler burada yetişti. Yurt dışında birçok alanda çalışanlar onlar. Dolayısıyla onların burayla bağlarını, aidiyet duygularını sağlayan bir konumu var Kamp Armen’in. Bizim tek talebimiz bu çocukların aidiyet duygularının iadesi.”
Özer’in görüşleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin dört yıl aradan sonra Kurtuluş’taki meyhanede buluşan 14 Ermeni’ye borcunun ne olduğunu özetliyor.
Kampı yıktırdığı 6 Mayıs’ta ulaştığım Fatih Ulusoy, bu yazıda aktarmaya çalıştıklarımın hemen hepsini hayatında ilk kez duyuyordu. Yıktığı yere, hayatı Gedikpaşa Yetimhânesi’nde geçen çocukları rencide etmemek için kamp dendiğini de bilmiyor, Ermenilerin pansiyon gibi kullandığı bir mekân olduğunu düşünüyordu. Bildiği şeyler, Tuzla’da yat limanı ve dev bir eğlence merkezi inşa edildiği ve bu nedenle arazisinin prim yapacak olmasıydı.
Kampın gerçek sahiplerine iade edilip edilemeyeceği ise Fatih Ulusoy’un 23 Mayıs tarihli “Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun rica ve talimatı ile” kampı Gedikpaşa Ermeni Kilisesi Vakfı’na “bağışlayacağı” beyanında saklı. 7 Haziran seçimlerinden sonra Başbakan Davutoğlu, verdiği talimatın yerine getirildiğini görecek konumda olacak mı, bilemiyoruz. Ancak görünen o ki, devir gerçekleşse bile bu bir bağış olmayacak.
1 Bkz. Orunöz , Garabet; “Bu yazı Kamp Armen çocukları için yazıldı”, Evrensel Gazetesi, 3 Mayıs 2015
2 Bkz. Dink, Hrant; “Davacıyım Ey İnsanlık”, Agos Gazetesi
3 Bkz. Dink, Hrant; “Aşk Olsun”, Agos Gazetesi, 5 Temmuz 1996
4 Bkz. Dilek Kurban ve Keban Hatemi (2009): Bir “Yaban”cılaştırma hikâyesi: Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu, İstanbul, TESEV Yayınları, s. 14
5 Bkz. Dilek Kurban ve Keban Hatemi (2009): Bir “Yaban”cılaştırma hikâyesi: Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu, İstanbul, TESEV Yayınları, s. 14
6 Bkz. Dilek Kurban ve Kezban Hatemi (2009): Bir “Yaban”cılaştırma hikâyesi: Türkiye’de Gayrimüslim Cemaatlerin Vakıf ve Taşınmaz Mülkiyet Sorunu, İstanbul, TESEV Yayınları, s. 14-15
7 Dink, Hrant; “Kaybolmayın Çocuklar”, Agos Gazetesi, 8 Kasım 1998