Sanatsal ifade ve yaratıcılık özgürlüğü

Sanatsal eylem bireysel bir ifade biçimi olarak sunulabilir ve elbette öyledir. Ancak, sadece bir ifade biçiminden ibaret de değildir, bunun ötesine uzanır. Bu nedenle, hukukta genel ifade özgürlüğüne paralel olarak, “sanatsal” ifade biçimlerinin ayrıca korunması hedeflenir. Bir “ifade” eyleminin korunmasıyla ilgili temel parametreler bu alanda da söz konusudur. Asıl fark, sanatsal ifade biçimleriyle kendini gösteren bir ufkun yol açtığı tanımsız düşünsel ve toplumsal olanaktır.

İfade özgürlüğü ya da bir toplumda farklı seslerin duyulması demokrasilerin varlık nedeni olan çoğulluğun ifadesidir. Öte yandan, hukukî açıdan, ifade özgürlüğü mutlak bir özgürlük de değildir; yani, sınırlandırılabilir. Sınırlandırmanın meşruiyet ölçütü ise yasalar sayesinde berraklık kazandırılmış sınırlandırma nedenlerinin açık ve erişilebilir olmasıyla başlar; sınırlandırmayı haklı kılacak, özgürlüğe karşı özenli, fakat hukukla tanımlanmış tehdidi de önemseyerek, ölçülü bir müdahaleyle açıklanabilir.

Bu hukukî denklem, çoğulluk paradigmasının zedelenmediği ilişkiler ortamı korunduğu sürece, makul kabul edilir. İfade özgürlüğünün hangi gerekçeyle olursa olsun, ezici ya da ölçüsüz bir müdahaleyle sınırlandırılması özgürlük alanı bakımından olduğu kadar, politika alanının da bunu gerçekleştiren iktidar tarafından tahribi anlamına gelir.

Ancak, sanat özgürlüğü konusunda, Türkiye politika ve hukuk ortamında, mikro ilişkiler denklemine dair analizi de kuşatan, makro bir sınırlandırma (aslında kısıtlama) denklemi kurulmuştur. 1982’de, askerî rejim döneminde kabul edilen Anayasa’da, sanat bir ifade biçimi ve araştırma alanı olarak yer bulmuştur. Bununla ilgili 27. madde hükmü “Bilim ve sanat hürriyeti” başlığını taşır. Madde 27 - (paragraf I): “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.”

Bu hükmün Anayasa’da sanat özgürlüğünün tanınması sonucunu doğurduğu söylenebilir. Ancak, bu paragrafın hemen ardından yer verilen ikinci paragrafta ise şu hükme yer verilmiştir: “(Sanatı) yayma hakkı, Anayasa’nın 1inci, 2nci ve 3üncü maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz.”

Anayasa’nın bu hükümde zikredilen ve bu şekilde, “korunmasının” hedeflendiği kuvvetle vurgulanan maddeler, şu konulara ilişkindir: “devletin şekli”1, “cumhuriyetin nitelikleri”2 ve “devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı, başkenti”3.

Anayasa’nın 27. maddesine böyle bir hükmün eklenmesi, askerî rejim döneminde, iki yapıdan oluşan4 Kurucu Meclis’in, üyeleri Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları olan Milli Güvenlik Konseyi kanadı tarafından gerekli görülmüştür ve 31 yıldır Türkiye hukuk âleminde olduğu kadar sanat ve bilim âlemindeki etkisini korumaktadır.

Anayasa değişikliği tartışmasının sürdüğü bir dönemde, Türkiye sanatçılarının da buna katkı sunmaları bir özgürlük ve katılım dili olarak mümkünken, böyle bir sanatsal özgürlük eylemi “yayma hakkı” kapsamında mütalaa edilmediği için politika alanının da dışında kalmış, yalıtılmış bir “sanatsal özgürlük nesnesi”ne dönüşmüştür. Böyle bir sanatsal ifade ürünü, sanatçının kendi mahfuz alanında tutulacak bir nesne haline gelecektir. Sanatsal ifade özgürlüğü üzerindeki bu Anayasal sınırlamanın çoğulluk olanağı ve çoğulluk fırsatlarının da tehdidi anlamına geldiğini düşünüyorum.

Sanat ve bilime özgü kısıtlama

Anayasa’da, düşünceyi ifade ve yayma özgürlüğü için de, uluslararası insan hakları standartlarına kıyasen daha geniş bir sınırlandırma çerçevesi çizilmiş olsa da, Anayasa’nın “yayma hakkı”nın uygulanması konusunda yukarıda belirttiğim derecede bir sınırlandırma gerekçesi sadece sanat (ve bilim) özgürlüğü için söz konusudur.

Sanat özgürlüğüyle ilgili bu hüküm, 1982 tarihli özgün Anayasa metninde yer alan bir hükümdür, daha sonra hiç değiştirilmemiştir. “Sanat özgürlüğü”ne özel bir sınırlamayı gerektiren bu kaygı nasıl açıklanabilir? Kaldı ki, bu hükümle korunmaya çalışılan temel kamusal menfaatler olarak tanımlanabilecek konular, diğer bir ifadeyle, “devletin şekli”, “cumhuriyetin nitelikleri” ve “devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı, başkenti” ile ilgili hükümler Anayasa’nın Madde 4 hükmüyle katı bir hukukî güvenceyle korunmuş, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hükümler olarak nitelenmiştir.

1987 yılından başlayarak, Anayasa’nın farklı maddeleri 17 kez değiştirildi veya bunlara ekler yapıldı. Fakat, sanat özgürlüğü ile ilgili bu madde hükmünde herhangi bir değişiklik söz konusu olmadı. Demek ki, Anayasa’yı değiştirebilecek çoğunluğa erişmiş farklı siyasî koalisyonlar bakımından böyle bir değişikliği gerektirecek bir hukukî ihtiyaç doğmadı. Belki dolaylı olarak, bu hükmün korunmasında fayda olduğu bile düşünülmüş olabilir. Bu tespit Türkiye’de sanat özgürlüğünün hareket sahası ve ufku bakımından tedirginlik uyandırması gereken bir gerçeği ortaya koyar.

Koruma mı gemleme mi?

Buna karşı denilebilir ki, Anayasa’da sanat ve sanatçıyla ilgili açıkça başka bir hükme daha yer verilmiştir. Üstelik bu maddenin başlığı “Sanatın ve sanatçının korunması”dır5. Buna göre: “Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.”

Aynı metinde yer verilen “sanat özgürlüğü”ne ilişkin hüküm ile “sanat ve sanatçının korunması” başlıklı bu hüküm bir çelişki oluşturmaz mı? Devlet “sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı” koruyacaksa, neden sanatçının eserlerini yayma hakkını sınırlandırmayı, üstelik bu konuya ilişkin hak standartlarının ötesine geçerek sınırlandırmayı hedefler? “Sanat eserlerinin korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirlerin alınması” hedefi de aynı soruyu gerektirir.

Sanatın ve sanatçının korunmasıyla ilgili bu hüküm bir “hak koruması”na vurgu yapmamakta, daha çok devletin sosyal ve ekonomik güvence sağlama yükümlülüğünü hatıra getirmektedir. Bu bağlamda, Anayasa’da, özellikle ekonomik güvenceye sahip kılınmaları önemsendiği mesajı verilmeye çalışılan diğer gruplar (gençlik, orman köylüsü, tüketiciler, esnaf ve sanatkârlar) ile birlikte sanatçının korunması da taahhüt edilmektedir.

O halde, bir başka soru daha sormak gerekir? Anayasa’da, “Sanatın ve sanatçının korunması” başlığı altındaki bu hüküm, aslında “sanat özgürlüğü” ruhu ve biçimi taşımaktan çok, devletin kendilerine bu imtiyazı bahşedeceği bir “sanatçılar zümresi”ni mi çağrıştırmalıdır?

Anayasa’nın bu hükmü de yürürlüğe girdiği tarihten itibaren hiç değiştirilmemiş maddeler arasındadır. Yukardaki soruya ışık tutacağını düşünerek, Danışma Meclisi tarafından kaleme alınan bu maddenin gerekçesini aynen aktarmak istiyorum:

“Devletin sanat faaliyetlerini himaye etmesi, sanat eserlerini koruması, değerlendirmeye çalışması, desteklemesi; sanatçıları koruması, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türk Devlet hayatının geleneklerine dahil olmuştur. Anayasada yukarıda belirlenen konularda Devlete ödev yüklenmesi, özellikle bu geleneğin teyidi mahiyetindedir. Sanatçılara ve sanata verilen önemin geliştirilmesi ise bu maddenin ana hedefidir. ‘Devlet sanatçıyı korur’ ifadesi Türk Devletinin gelecek yıllardaki bu alandaki ödevlerinden en önemlisine işaret etmek üzere maddeye alınmıştır.”6

Gerekçe metninden de anlaşıldığı gibi, bu hükme konu olan “koruma” bir hakkın korunması anlamında değil, “Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türk Devlet hayatının geleneklerine dahil” bir politikanın teyidi anlamındadır. “Sanat özgürlüğü”ne ilişkin Anayasa hükmünün bu özgürlüğün kullanılma biçimi bakımından (yayma hakkı) getirdiği ve insan hakları hukuku bakımından ölçüsüz ve atipik sayılması gereken bir sınırlandırma kriteri, bu sınırlandırmanın kapsamı dikkate alınacak olursa, en azından sanatçı davranışının Anayasa’da tanzim edilen belli siyasî hatların gerisinde kalmasının istendiği ortaya koyar. Dolayısıyla, Anayasa’nın “Sanatın ve sanatçının korunması” başlıklı hükmünde öngörülen “koruma” yaklaşımı, sosyal ve ekonomik bir karaktere sahip görünse bile, ideolojik hatları tasarlanmış bir sanatsal davranışın sahipleri bakımından elde edilmesi beklenecek bir koruma anlayışı olmalıdır.

Endişe verici Türkiye resmi

Birleşmiş Milletler insan hakları rejimi içinde, insan hakları idealinin gerçekleştirilmesi hedefiyle, “özel koruma usulleri” adı altında belli hak alanlarının dünya genelinde korunmasıyla ilgili birimler oluşturulmuştur. Çerçevesi çizilmiş, tanımlanmış bir hakka ilişkin korumayı sağlamak, izlemek ve geliştirmek için benimsenen bu yöntemlerden biri de, evrensel bir yetkiye sahip Özel Raportör tayin edilmesi yoludur ve bugün, bu ad altında koruma ve izleme yetkisine sahip 37 hak koruma alanı ve mekanizması kurulmuştur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi tarafından ilk defa 2009’da kurulan böyle bir koruma mekanizması, sanat alanını da kapsayacak şekilde, “Kültürel Haklar Alanında Özel Raportörlük” adını almıştır. Bugün bu görevi sürdüren Özel Raportör Farida Shaheed Pakistanlı bir sosyologdur.

Özel Raportör Shaheed’in hazırladığı ve 14 Mart 2013’te yayımlanan “Sanatsal ifade ve yaratıcılık özgürlüğü hakkı” (The right to freedom of artistic expression and creativity) başlıklı raporun başlangıcında, sanatın tanımlanması için bir teklifte bulunulmasının istenmediği veya sadece sanatçılara özgü birtakım ilâve haklar tavsiye edilmesine gerek olmadığı belirtilerek sanatsal olsun ya da olmasın her tür ifade biçiminin ifade özgürlüğü altında korunması gerektiği vurgulanır.

Ancak, bu hukukî ve fiilî korumanın kendisine karşı gerçekleşeceği kişi, kurum ve çevreler farklılık gösterebilir. Bu durum sadece sanat özgürlüğü ile ilgili bir durum değil, tüm haklar için geçerlidir. Sanat özgürlüğü, düşünceyi ifade etme özgürlüğü bağlamında özel bir ifade biçimi olarak tanımlanan bir hakkın konusudur. Dolayısıyla, genel olarak ifade özgürlüğüyle ilgili sınırlayıcı bir düzen ve politikalar bu özgürlüğün kullanılmasına da etki edecektir. Bu özgürlüğe yönelik tehditler yürürlükteki hukuk kurallarından veya bunların devlet aygıtlarınca uygulanma biçiminden doğabileceği gibi, tamamen devlet dışındaki kişi ve kurumların görüş, davranış ve faaliyetlerinden de doğabilir. İnsan hakları hukuku terminolojisiyle, ilk kategori tehdit veya müdahaleler dikey ihlâllere, ikinci kategori ise yatay ihlâllere yol açabilir.

Özel Raportör Farida Shaheed, “Sanatsal ifade ve yaratıcılık özgürlüğü hakkı” (The right to freedom of artistic expression and creativity) başlıklı raporunda, sanatsal ifade özgürlüğü hakkının kullanılmasına olumsuz etki edecek uygulamalar ve genel sınırlamalara ilişkin görüşünü iki temel başlık altında sunmuştur: 1. Yasalar ve düzenlemeler; 2. Ekonomik ve malî sorunlar.

“Yasalar ve düzenlemeler” başlığı altında bir etkiye neden olabilecek temel konular şöyle belirtilir: 1. Muğlak düzenlemeler; 2. Ön sansür; 3. Sınıflandırma ve derecelendirme; 4. Kamuya açık alanların kullanımına ilişkin düzenlemeler; 5. Seyahat sınırlamaları. “Ekonomik ve malî sorunlar” başlığında ise şu hususlara dikkat çekilir: 1. Devlet desteğine erişimin sınırlandırılması ve malî destek kesintileri; 2. Piyasa sansürü; 3. Sanatçılar ve yazarların manevî ve maddî çıkarlarının korunması.

Raporda altı çizilen ve Türkiye bakımından da önem taşıdığını düşündüğüm bir tespit sanat alanının ve sanatsal ifade biçimlerinin sadece bir hoş duygu yaratma veya keyif alma vesilesi olarak görülmesine karşı çıkılmasının demokratik, açık bir toplumda taşıdığı değerdir. Farida Shaheed bu bağlamda şu görüşü savunur: “Sanatçılar insanlara keyif verebilir, fakat aynı zamanda toplumsal tartışmalara katkıda bulunur, bazen karşı bir söylemi dillendirir ve mevcut güç odakları karşısında bir denge oluştururlar. Sanatsal yaratıcılığın hayatiyet kazanması kültürlerin gelişimi ve demokratik toplumların işleyişi için zaruridir. (…) Evrensel insan hakları normlarının hayata geçirilmesinde asıl önem arz eden, geleneksel nüfuz, kurumsal ya da ekonomik iktidar veya toplumdaki demografik üstünlüğe dayanan bir bakışla keyfî ayrıcalıkların yaratılmasının önlenmesidir. Bu ilke, sanatsal ifade ve yaratıcılık özgürlüğü hakkı ve bu hakka dair muhtemel sınırlamalar konusunda ortaya çıkan her meselenin kalbinde yatar.”7

Bu ilkesel görüş Türkiye örneğinde, Anayasa’dan hareketle yaptığım analizin ortaya koyduğu yeterince özgür olmaktan uzak olan bu resme bir cevap olarak da okunabilir.

Bu şöyle bir resimdir: Kamusal bir menfaatin tanımını insanda, onun haklarıyla var olmasında aramak ve bulmaya gayret etmekten çok, o menfaati devletle özdeşleştiren bir ideolojinin çıkmazında şekillendirmeye çalışmak; bunu yaparken de kendini hakları da telaffuz etmek zorunda hissettiği anlaşılan bir dilden uzak kalamamak.

Bir hak alanı ve onu “dengeleyecek”, “sınırlayacak”, ona “gem vuracak” karşı söylem ilişkisinde, son tahlilde hakkın etki kazanmasını bastıracak ölçütlerin etkili olduğu hukukî tasarım ya da politik öncelikler, demokratik ve açık bir toplumun değerleriyle bağdaşmadığı kadar hukuka, özellikle insan hakları hukukunun uluslararası standartlarına aykırıdır ve Türkiye’nin bu konuya ilişkin asıl resmi budur.

1 Anayasa Madde 1- Devletin şekli

    Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

2  Anayasa, Madde 2- Cumhuriyetin nitelikleri

    Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

3  Anayasa Madde 3- Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

    Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

    Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

    Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

    Başkenti Ankara’dır.

4  Danışma Meclisi ve Milli Güvenlik Konseyi.

5  Madde 64.

6  Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Türkiye Büyük Millet Meclisi, https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/gerekceli_1982_anayasasi.pdf (erişim: 18.11.2013).

7  A/HRC/23/34, 14 March 2013, paragraf 3.