Özellikle Suriye’deki iç savaş ve Rojava’daki siyasal-toplumsal dönüşümle beraber giderek önemli bir bölgesel aktör haline gelen Kürt hareketi Türkiye’de yapısal bir dönüşüme gidiyor. PKK İran, Suriye ve Güney Kürdistan yönetimleriyle didişirken Türkiye’de siyasetini yeniden şekillendirerek çatışmasız süreçte kurumsallaşmasını derinleştirmeye çalışıyor.
İki önemli konu ve alanda derinlemesine tartışmalar başlatan Kürt hareketi önümüzdeki dönemde sol ve İslam konusunda daha net bir pozisyon almanın hazırlığını yapıyor. İslam ve sosyalizm, Ortadoğu’daki sol hareketlerin hemen hepsi açısından her zaman girift bir mesele olageldi. Marksist gelenekten gelen sol bir örgüt olarak PKK’nin İslamî damarın güçlü olduğu Kürt toplumu içinde bu kadar geniş bir taban oluşturabilmesi başlıbaşına bir başarıydı.
1980’lerde, devlet zulmüne karşı Kürtlerin İslamcı bir hareket üzerinden örgütlenmemiş olması tesadüf değildi elbette. Her şeyden önce, bölgedeki dinî kanaat önderlerini vesayetine almış olan devletin, Şeyh Said’den sonra, muhtemel İslamcı bir Kürt örgütünün önünü radikal bir biçimde kestiğini biliyoruz. Bu konudaki çalışmaların 1924’ten itibaren ileri gelen Kürt ağa ve entelektüellerinin Türkiye’nin batısına sürülmesiyle başladığı hatırlandığında, Cumhuriyet’in çabalarının derinliği daha net anlaşılabilir. 1990’lara kadar kökü Kürtlere veya Türklere dayanan neredeyse tüm İslamcı akımları “laik cumhuriyete karşı irtica tehdidi” olarak algılayan devlet elitleri haliyle Kürtleri İslam üzerinden devlete bağlama girişimine meyletmedi. Bunun en temel nedeni, Kürtler içinde gelişecek yeni bir İslamî damarın Şeyh Said’inkine benzer bir isyanın öncüsü olma korkusuydu. Bu yüzden de Şeyh Said isyanından itibaren devlet Kürtleri İslamcılık üzerinden değil, Türklük üzerinden “eritmeye” çabaladı. Bu çabanın Kürt aşiretleri üzerinde belli bir dönüşüme sebep olduğu söylenebilir. Zira aşiret reisleri aynı zamanda dinî önderken, zamanla bu kimliklerinden “arındırılarak” daha seküler ve devlet yanlısı aşiret reisleri öne çıktı, çıkarıldı.
Diğer yandan, Şeyh Said isyanının bastırılmasından hemen sonra, 1920’lerin sonunda üs olarak Ortadoğu’yu (Lübnan-Suriye) seçmek durumunda kalan ve oradan Ağrı İsyanı’nı tertipleyen Xoybûn örgütü her ne kadar seküler Kürt örgütlenmesinin başlangıcına işaret etse de, ciddi bir zemin kazanamayarak 1930’ların başında devlet zulmüyle esamisi okunmayacak düzeyde etkisizleştirildi. Dersim katliamının gerçekleştirildiği 1937-38’den sonra, 1940-1960 arasındaki dönemin Kürtler açısından uzun bir suskunluğa işaret etmesi de devletin şedit ezme harekâtlarının sonucuydu. Kürt İslamî hareketleri bu tarihlerde tamamen yeraltına indi veya siyasî emellerden uzak inanç grupları olarak varlıklarını sürdürdü.
Sosyalist hareketlerin mirası
1960’lardan itibaren Kürtlerin temel haklarına nispeten sahip çıkan Türkiye’deki sol-sosyalist hareketlerin hem Kürtlerdeki yeniden dirilmeye hem de sola duyulan sempatiye zemin olduğu malûm. Dönemin Kürt kanaat önderlerininse esas olarak sekülerleşmiş aşiret reislerinin çocukları veya Kürt aristokrasisinin temsilcileri olduğunu görüyoruz. Kürt kanaat önderlerinin önemli bir kısmı ilk etapta Demokrat Parti’de (DP), fakat giderek Türkiye İşçi Partisi (TİP) etrafında toplanmaya başladı. 1960’ların sonundan itibaren Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO), öncesinde TİP, Dev-Genç ve giderek Kürtlerin başını çektiği Kawa, Rizgarî gibi sol-sosyalist örgüt ve partiler etrafında bir araya gelen Kürt entelijansiyasının da mevcut Kürt hareketinin (PKK) tohumlarını attığını gözardı edemeyiz. Bu açıdan, mevcut Kürt hareketinin temel mirasının sosyalist hareketler olduğunu, ancak genişlemesinin olanaklarını da klasik sol hareketlerin aksine, İslam’a dair reddiyecilikten uzak perspektifle sağladığını söylemek mümkün. PKK bu yaklaşımıyla hem öncesindeki aristokrat kökenli Kürt entelijansiyasından hem de Türkiye sosyalist hareketlerinden ayrıldığı gibi, devlete ve onunla işbirliği yapan aşiret reislerine karşı o tarihe kadarki en radikal başkaldırıya girişerek ezilen sınıfların sempatisini topladı.
1980’lere gelindiğinde, devletin ağır zulmüne maruz kalan Kürtlerin, devlete silahlı başkaldırıyla yanıt veren bir örgütün dine bakışını pek de sorgulayacak hali yoktu. Bunun farkına hiçbir zaman varamayan devlet Kürtleri PKK’nin tabanı olmaktan uzaklaştırmak için, yine Kürtlerden oluşan, yeni bir İslamcı örgütü, Hizbullah’ı palazlandırarak PKK ve şehirlerdeki milislerine karşı savaştırdı. 1990’larda Türkiye’nin batısında İslamcı Türk örgüt ve partilerine “irtica tehdidi” adı altında savaş açan devlet elitleri ve esas olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Kürdistan’da köktendinci bir örgüte her türlü desteği altın tepside sunuyordu. Ancak, ‘90’ların sonunda PKK karşısında Hizbullah’ın hükmü olmadığı anlaşıldı ve örgütün silahlı kanadı devlet tarafından büyük oranda tasfiye edildi. Hizbullah’ın ‘90’lardaki vahşi uygulamaları Kürtleri siyasal İslam’a ve devlete karşı PKK’ye daha fazla yaklaştırdı.
Devlet İslamı’na karşı demokratik İslam
Öte yandan, PKK ve Öcalan başından itibaren “gerçek İslam” vurgusu yaparak devletin İslamî söylem üzerinden yaptığı muharebeye karşı mukabelede bulundu. Abdullah Öcalan İmralı savunmalarında İslam’a dair beyanatlarını ‘90’lardan itibaren ısrarla tekrarlıyordu. Öcalan şöyle diyordu: “K. Marx ve F. Engels’in kaleme aldıkları Komünist Manifesto neyse, Hz. Muhammed’e indirildiği söylenen Allah’ın Kuran’ı da odur. Birincisi bilimsel ve Avrupai, ikincisi dinsel ve Doğu’ya özgü kodlarla beyan edilmiştir. Sosyalist toplum ve proletarya diktatörlüğü denen olguların İslamiyet’teki karşılığı ümmet toplumu ve İslamî temaları, sosyalist toplumdaki enternasyonalizm, özgürlük ve eşitlik temalarından daha zayıf değil, daha güçlü ve sistematik olarak dile getirilmiştir. Yine İslamî sulta anlayışı, sosyalist diktatörlük anlayışından daha az sistematik değildir. Reel sosyalizmdeki gibi her iki oldu da yüzlerce yıl sistemlice geliştirilmeye çalışılmıştır.”
Reel sosyalizm ve reel İslam’daki buhranları benzeştirerek yeni ve ideal bir yönetim modeli geliştirmeye girişen Öcalan, her iki ideolojinin/inancın reel halini eleştirmekle birlikte, ikisinden de beslenmeyi ihmal etmedi. Peki, devlet Kürtlere karşı İslam’ı kullanırken, Kürtlerin İslamî inanç ve kültürüyle karşı karşıya gelmeden nasıl muhalefet yapılabilirdi? Öcalan’ın bu soruya yanıtı şu şekilde: “Devlet İslam’ı veya İslam’ın devleti buyurgan ve anti-demokratiktir. Devlet eliyle dinin, din eliyle de devletin meşrulaştırılması, dinsel tutuculuğun ve dinin işlevsiz kılınmasının temel nedenidir. Kürt toplumunda İslam’ın etkili olması da bu temel nedenledir. Devlete karşı bir nevi öz savunmayı sağlamaktadır. Kürdistan’ın çok sayıda tarikata beşiklik etmesi öz savunmayla derinden bağlantılıdır. Bireysel İslam ise, Kürtlerde derin olan güvensizlik ortamına karşı bir moral etki yaratmaktadır. Kürdistan’da kapitalist modernitenin ideolojik etkilerinin ortaya çıkmasına kadarki süreçte, İslam en az kabilenin etnik kültürü kadar rol oynayan toplumsal bir kültür biçimidir; kabile ve aşiret bağlarının üstünde toplumsal bağların oluşmasında temel etkendir.”
Devletin 90’ların sonunda Hizbullah’a desteğini kesmesi, Kürt hareketine karşı İslam’ı kullanma politikasının sonu anlamına gelmiyordu. PKK’nin 1999’da silahlı güçlerini Türkiye dışına çıkarmasıyla eşzamanlı tasfiye edilen Hizbullah’ın yerine Fethullah Gülen Cemaati yerleştirilmeye başlandı. 2000’li yıllar, Gülen Cemaati’nin Kürdistan’daki etkinliğinin zirve yaptığı yıllardır. Zira silahlı bir İslamcı örgüt Kürtlerde devlete ve İslam’a karşı ciddi bir reaksiyona yol açarken, “güleryüzlü İslam” söyleminin Kürtleri devlete davet etme konusunda etkili olacağı tasarlanıyordu. Ne var ki, Gülen Cemaati’nin de giderek devletin kontrolünden çıkmaya başlaması AKP’nin huzurunu kaçırmaya başladı. Benzer bir biçimde KCK operasyonlarının temel aktörü olarak anılır olması, Kürtlerde Gülen Cemaati’ne karşı derin bir öfkenin oluşmasına neden oldu. 17 Aralık sürecine kadar hükümetle ciddi bir çatışmaya girmediği sanılan Gülen Cemaati, aslında 2009’da Oslo’da gerçekleştirilen PKK-MİT görüşmeleriyle beraber ciddi bir telaşa sürüklenmişti. Zira devletin ve hükümetin PKK’yle masaya oturması ve bir çözüm ihtimali, Gülen Cemaati’nin Kürdistan’daki rolünün sonu anlamına geliyordu. Oysa Gülen Cemaati’ne verilen misyon bölgeyi PKK’nin etkisinden çıkarması karşılığında dilediği gibi varlık göstermesiydi. Nitekim bu süreç boyunca Gülen Cemaati’nin Kürdistan’da kayda değer bir tesir yarattığı biliniyor. Fakat, Cemaat’in özellikle Oslo sürecine karşı duruşuyla beraber, AKP Hizbullah’ın yeni tezahürü olan Hüda-Par’ı etkinleştirmeye ve Rojava’da PYD’ye karşı El Nusra-IŞİD gibi radikal İslamcı grupları desteklemeye yönelince, PKK de yeni bir mukabelede bulunmaya başladı. Abdullah Öcalan Ekim 2013’te El Nusra’nın Rojava’daki etkinliğinin yarattığı tehlikeyi de göz önüne alarak Kürdistanlı din âlimlerinin bir araya gelip Demokratik İslam Konferansı düzenlenmesini istedi. Kısa süre sonra da, 10-11 Mayıs tarihlerinde Diyarbakır’da konferans gerçekleştirildi. Konferansa Öcalan’ın gönderdiği mektup damgasını vurdu. Öcalan İslamî hareketleri devlete ve her türlü otoriter İslamcı yapıya karşı demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesine davet ediyordu: “İki zalim merkezden kaynaklanan “Hizbullah” ve “El Kaide” bozguncuları esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam ümmetinin başına bela ettikleri güncel faşizmi temsil etmektedir. İdam sehpaları kelle koparmalarıyla korkunç faşizmi başta Kürdistan halkı olmak üzere tüm İslam olan ve olmayan halklara insanlara karşı uygulamaktadırlar. Otoriter laikçi ve milliyetçi faşizmin dünün ve bugünün halen acımasızca uygulanan devletçi faşizmi iken sözde daha güncel ve radikal dinciliğin faşizmi de bu adı geçen akım ve partiler eliyle olmaktadır. Kürdistan’daki özgürlük hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi ne de radikal dinci geçinen iki ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve fırsat tanımayacaktır. İnanıyorum ki temsil ettiğiniz özgürlük hareketi her türlü milliyetçi dinci cinsiyetçi bilimci geçinen kapitalist ataerkil iktidarcı anlayış ve uygulamalara karşı radikal demokrasinin ve özgür mekânın kendisi olacaktır. Çağdaş İslamî ümmetin “millet birliğini” anlamlı buluyorum. Ama bu asla ‘tek devlet, tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları anlamına gelmemektedir. Tersine ilgili ayetteki ‘birbirinizi tanıyasınız diye sizi farklı kavimler halinde yarattık’ hükmü gereğince çoğulcu, demokratik, eşit ve özgür bir İslamı ve birliğinde olan diğer kavimlerin “milletler birliğini” ifade etmektedir. Kongrenizin hem İslam’ın evrenselliği hem tekilliği bağlamında gerek İslamî Milletler Birliği gerekse bağrındaki çoğulculuğun ifadesi olan her mezhebi tekiller sorununa doğru yaklaşımlar ve uygulama esaslarını gerçekleştireceğine dair inanç ve umudumu ifade etmek isterim.”
İddia edildiğinin aksine, PKK ve Öcalan’ın İslam’a popülistçe yaklaşmaktan ziyade, onu iktidarın elinde bir koz olmaktan çıkarmaya yönelik hamlelerde bulunduğu söylenebilir. PKK “reel İslam”a karşı konumlanırken İslam’ın mazlumlar lehine önermelerini kendi ideolojisiyle harmanlamaktan çekinmiyor. Bunun için de İslam’ın kültürel birikimine ve bireysel olarak deneyimlenmesine vurgu yaparken, cemaat ve devlet eliyle kullanılan İslam’a karşı çıkıyor.
Demokratik İslam Konferansı’nın gerçekleştiği ortamda, Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) de radikal bir dönüşüm tartışmasını sürdürüyordu. Kürt hareketi BDP’yi Ankara’dan çekip Kürdistan’daki demokratik özerklik çalışmalarının temel aktörü haline getirmeye girişirken, HDP de tüm Türkiye’ye demokratik özerklik fikrini yayma misyonunu daha etkin bir biçimde yerine getirmek üzere çalışmalara başladı. Demokratik İslam Konferansı’nı değerlendiren HDP Eşgenel Başkanı Ertuğrul Kürkçü 10 Mayıs tarihli makalesinde şunları ifade etti: “Hem Kürdistan Özgürlük Hareketi hem de HDP bütünüyle seküler hareketlerdir. Hiçbir inanç grubunu öteki karşısında kayırmaz, bütün inançlara saygı gösterir; kudret ve servet sahiplerince inançları dolayısıyla ezilen, dışlanan, ötelenen herkesin hakları için mücadele eder. Bu nedenle İslam’ın devlet elinde hakimiyetin meşrulaştırılması aracı olarak istismarına karşı mücadele, HDP’yi hiçbir inanç grubuna, bu arada Alevi toplumuna da, Hristiyanlara da yabancılaştırmaz.”
HDP’yi genişletme arayışları
Gerek HDP gerekse Kürt hareketinin devlet İslam’ına karşı “demokratik İslam” anlayışını yerleştirme çabasının nasıl sonuçlar doğuracağını şimdiden öngörmek pek mümkün olmasa da Gülen Cemaati’nin AKP’yle çatışması sonrasında Kürdistan’daki etkinliğinin giderek azalacağı söylenebilir. Kürt hareketinin, Gülen Cemaati’nin “doldurduğu” alanları kendi kontrolüne alması mütedeyyin Kürtlerin Hüda-Par benzeri, Kürt milliyetçiliğini de kullanan parti ve oluşumlara yönelmesine mani olacaktır.
Bu arada, Kürt hareketinin ideolojik tartışma ve hamleleri sadece “İslam” başlığıyla sınırlı değil. Kendisine mesafeli duran sol-sosyalist hareketlere yönelik de giderek keskinleşen eleştiriler dile getirilmeye başlandı. PKK yöneticilerinden Duran Kalkan Özgür Politika gazetesinde Selahattin Erdem imzasıyla yayımlanan yazısında (5 Mayıs 2014) HDP’ye dahil olmayan ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) ve diğer sol partilere tepki göstererek HDP bünyesinde birleşme çağrısında bulundu: “Son 30 Mart seçimleri bir kez daha gösterdi ki, ÖDP’nin bu parçalayıcı ve alternatif olmama çizgisi esas olarak sisteme fayda getiriyor. Sol demokratik güçleri parçalayarak CHP kuyruğuna takıyor. Kendi başına gibi görünüyor, ama aslında objektif olarak CHP kuyrukçuluğu yapıyor. Radikal demokratik güçlerin birliğini ve alternatif iktidar gücü haline gelmesini engelliyor. Sosyalist ve demokratik hareketi CHP’lilik içinde eritiyor. Şimdi yeni bir radikal demokratik alternatif olarak HDP geliştirilmeye çalışılırken de en ciddi engel olarak ÖDP ortada duruyor. Ne kendini feshediyor, ne de gelip HDP birliğine katılıyor. Kendisi de farklı bir demokratik alternatif sunmuyor. Peki, bu durum nereye gidecek ve kime hizmet edecek? Bunun Mahir Çayan çizgisiyle uzaktan yakından bir ilişkisi var mı? Bunun radikal demokratik alternatifi etkisiz kılarak sisteme ve özellikle CHP’ye hizmet etmek olduğu açık değil mi? Adına ne denirse densin, ama bu durum artık kesinlikle bir son bulmalıdır. HDP önündeki ÖDP engeli kesinlikle aşılmalıdır. Bunun da en doğru yolu, kuşkusuz ÖDP’nin Mahir Çayan çizgisine girerek günümüzde bu çizginin pratikleşmesi olan HDP birliği içinde yer almasıdır.”
Kalkan’ın yazısına cevaben ÖDP Eşgenel Başkanı Alper Taş partilerinin nasıl bir pozisyon alacağına kendilerinin karar vereceğini söyledi ve HDP’yi “elmalarla armutların karıştırıldığı” bir proje olarak tanımladı: “Biz HDP tartışmalarına baştan katıldık. Arkadaşlar bizi davet ettiler. Geldik katıldık ve fikrimizi söyledik. Bu proje parçalı ve bütünlüğü olmayan bir proje. Elmalar ve armutların biraraya geldiği bir proje. Ufku ve sınırı Kürt sorunundan ibaret bir proje. İlişkiler bağlamında kopuk ve organik olmayan bir yapı olarak gördük. Politik olarak durduğu yerin doğru olmadığını ve kimlikler meselesi dışında bir sözü olmadığını düşünüyoruz. Kapitalizmin krize girdiği bir zeminde Türkiye solunun anti kapitalist ve anti emperyalist bir çizgiye oturması gerektiğini düşünüyoruz. Elbette kimliklerin özgürleşmesi de solun bir sorunudur. Ama öncelik sınıfsal sorunlardır.”
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda silahlı mücadeleyi sonlandırma arzularının taktiksel değil stratejik olduğunu açıklamasından sonra Kürt hareketi kendini ideolojik ve pratik anlamda yeni sürece uyarlama çalışmalarına başladı. Bu çalışmaların legal siyasetteki tezahürünün ise 30 Mart yerel seçimlerinden hemen sonraya denk geldiğini söyleyebiliriz. Nitekim BDP’li milletvekilleri toplu olarak HDP’ye geçerken, BDP’nin büyük ihtimalle başka bir isimle, tamamen Kürdistan merkezli bir siyaset yürüteceği ifade ediliyor. HDP Alper Taş’ın ifade ettiğinin aksine, salt Kürt meselesini değil, sınıf meselesini de önceliği olarak belirlediğini beyan ediyor. Dahası, Öcalan’ın tam da sınıf perspektifiyle ortaya attığı “kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite” hedefini siyasetinin merkezine koyma hedefiyle yola çıktı. Bu çerçevede, Türkiye’deki Kürdistan sorununun pratikteki çözüm yollarını BDP’nin, Türkiye’nin genelindeki merkeziyetçi, kapitalist sistem sorununun çözüm yollarını da HDP’nin arayacağı görülüyor. Öte yandan, HDP’nin daha geniş kesimlere ve kitlelere ulaşmak için yeni bir hamle yapması bekleniyor. HDP içindeki en etkili güç olan Kürt hareketinin liderlerinden Abdullah Öcalan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan da ısrarla bunu salık veriyor. Benzer değerlendirmelerin HDP kadroları tarafından da dile getirilmesi partinin yeni bir genişleme hattı örmeye çalışacağını gösteriyor. Bu kapsamda HDP’nin daha dışa açık, daha önce mesafeli durduğu muhafazakâr-mütedeyyin kesime ve CHP’ye uzak ama eski SHP’ye yakın kesimlere ulaşması gerekecek.
HDP Cumhurbaşkanlığı seçiminde ne yapacak?
Diğer taraftan, hükümetle Öcalan arasında dolaylı olarak yürütülen müzakere sürecinin çeşitli evrelerinde Kürt hareketi, AKP’yle yan yana durmakla suçlanıyor. Bu tartışmaları tekrar hatırlatmaya gerek olmasa da cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Kürt hareketinin alacağı tutum merak konusu. Her ne kadar Ertuğrul Kürkçü kendi adaylarıyla cumhurbaşkanlığı seçimine gireceklerini beyan etse de, seçimlerin ikinci turunda HDP’nin CHP-MHP adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu desteklemesi, , pek akla yakın görünmüyor. Zira CHP’nin Kürt meselesi konusunda Kürtleri ikna edecek düzeyde bir pozisyon takınmaması, diğer yandan MHP’nin malûm yapısı HDP’nin böyle bir ittifaka yanaşmasını ihtimal dışı bırakıyor.
Öte yandan, AKP’nin muhtemel adayı Tayyip Erdoğan’ın Roboski katliamındaki rolü bir yana, Soma işçi katliamındaki sorumluluğu ve tutumu karşısında HDP’nin net bir tavır almayacağını söylemek mümkün değil. Böylesi bir ortamda, HDP ve Kürt hareketinin 12 Eylül 2010’daki anayasa referandumunda olduğu gibi boykot kararı alması güçlü bir ihtimal.
Nitekim HDP’nin yeni Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 25 Haziran’da Milliyet gazetesinden Serpil Çevikcan’a verdiği mülakatta boykot ihtimalini şu sözlerle dile getirdi: “Birinci turun sonuçlarını görmeden bağlayıcı bir şey söylemek çok büyük hata olur. Birinci turda kolay kolay bir adayın seçileceğini düşünmüyorum. İkinci turda adayların hangi ilkeler etrafında kampanyalar yürüteceği seçmeni etkiler. Bir de tabii ikinci tura kalan adayların ikisini de beğenmeyip boykot tavrı geliştirebilecek seçmenler olabilir. Katılım düşerse bu durum adayların daha düşük oylarla ikinci turdan çıkma ihtimalini yükseltebilir.”
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde AKP, çözüm sürecini yasal güvenceye kavuşturması maksadıyla yeni bir yasal düzenlemeyi gündeme getirdi. Bu düzenlemenin ardından seçimlere yakın tarihte radikal bazı adımların eklenmesi, en azından HDP’yle organik bağı olmayan Kürt seçmeni Erdoğan lehine oy kullanmaya sevk edebilir. Keza, Erdoğan’ın Köşk’e çıkması halinde çözüm sürecini hızlandıracağına dair vaatlerde bulunması da bu tesiri artırabilir. Ancak, her durumda, HDP’nin işaret ettiği adayın ikinci tura kalmaması halinde seçmeni Erdoğan’a oy vermeye çağırması, en azından Roboski ve Soma katliamları dolayısıyla mümkün görünmüyor. Zira böylesi bir tutum, Emek Partisi'nin (EMEP) ayrılmasıyla gündeme gelen HDP içindeki tartışmaları artıracak ve giderek parti içinde çatlaklara, kopmalara sebep olacaktır.
AKP’nin genel politikalarının ve son olarak Soma katliamının toplumda yarattığı tesirin cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarına nasıl yansıyacağını kestirmek mümkün olmasa da HDP ve Kürt hareketi açısından kritik bir dönemeç olacağa benziyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yakın bir zamanda gerçekleştirilen kongrede BDP’lilerin büyük oranda HDP’ye katılmasının parti içinde homurdanmalara sebep olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri HDP’deki homurdanmaları ya sonlandıracak veya daha da görünür kılacak. Ama her durumda, HDP’nin ve Kürt hareketinin sonbahara epeyce revizyondan geçmiş bir yapı ve siyaset tarzıyla gireceği ve giderek daha da otoriterleşen AKP’ye karşı yeni bir siyasî tutum alacağı söyleniyor. Az zaman kaldı, bekleyip göreceğiz.