Dersimiz Gezi, hocamız yeni

Türkiye gergin ve bizzat Başbakan’ın her gün burguları sıkıştırarak daha da gerdiği bir ülke. Hayatın “artık git” dediği, “iyi yönetim”den uzak, hemen hepimizi ötekileştiren bir hükümetimiz var.

Bir de “biz” varız; İstanbul Taksim’den yola çıkan, Gezi’de yerini bulan, yerini bul(a)madığında bile Gezi’nin “yeni”yi simgelediğini kavrayan, onu seven, anlamaya çalışan, yalnız kendine değil başkalarına da yer açmanın telaşı içindeki biz. İşler istediğimiz gibi gitmediğinden biraz kırgın, biraz şaşkın, yine de Türkiye’nin yeni büyük mozaik resmini oluşturmaya çalışan biz. Üstünde yaşadığı toprağı seven, gökkubbenin birleştiriciliğinin farkında, Abdullah Cömert’ten Uğur Kurt’a ölümleri kanıksamayı kabul etmeyen, şiddetten uzak, barış içinde birlikte yaşama mutluluğunun resmini yapmaya çalışan biz. Birbirini yeterince tanımayan, hatta birbirine pek de alışık olmayan, ama özgürlüğün, eşit olmanın, katılmanın ve dayanışmanın, kısacası demokrasinin tadına varmak isteyen biz. İşte bu “biz”den, resmî verilerle 80 ilde Gezi sürecine katılan “biz”den bir avuç, Gezi’nin birinci yıldönümünde dönüp arkamıza, sonra da önümüze bakmak için iki günlüğüne İstanbul’da yan yana geldik. İspanya, İtalya, Bosna-Hersek, Hırvatistan’dan “genç sosyal hareketler”den konuklarımızla birlikte konuştuk, dinledik, birbirimizi ve olup biteni, olacak olanı anlamaya çalıştık. Olacağı “iyiye doğru nasıl bükebiliriz?” diye sorduk.

Katılmaya istekli bir çeşitlilik

İstisnasız hepimizin ortak kabulü: Gezi’de çok çeşitlilik gösteren bir katılım vardı. Çevreciler, feministler, LGBTİ hareketi, Antikapitalist Müslümanlar, çocuklarını savunan anneler, ebeveynler, elbette solcular, kısmen Kürt hareketinden vatandaşlar, kentine, günlük yaşamına sahip çıkmaya çalışan örgütsüzler, sanatçılar ve hepsinden ilginci “taraftarlar”. Yani özellikle futbolla ve birbirleriyle yan yana gelemeyişleriyle anılan spor kulüpleri taraftarları. Bu çeşitliliğin anlamı ne olabilir? Bakmak istedik. Herkesin kendi yolundan geldiğini biliyorduk, ama ortak talepler de vardı: “demokrasi ve katılım”, gösteri hakkına yüksek dozlu müdahaleyle birlikte de “hükümet karşıtlığı”.

Kürtler orada mıydı?

Toplantı Gezi katılımcılarının her birinin farklı beklentileri ve talepleri olduğunu bir kez daha gösterdi. Evet, Gezi’de olağan şartlarda yan yana olmayanlar yan yana olmuş, bu da herkesin dikkatini çekmişti. Ama toplantıda, eylemler sırasında bile aslında yan yana gelemeyenler olduğuna dikkat çekenlerimiz de vardı. Örnek, TGB’ydi. Keza, BDP bayraklarıyla gelen Kürtlerle Türk bayraklı Türkler gibi, mutlak bir kardeşlik içinde olmamışlardan örnek verenler de oldu.

En hararetli tartışmalarımız Kürtlerin Gezi’ye katılımıyla ilgiliydi. BDP/HDP Taksim Dayanışması’nın ortaklarındandı, ama Kürt hareketini simgeleyen katılım zayıf, İstanbul, Tunceli ve Ankara dışındaki illerde hemen hiç yoktu; olsa da bireysel katılımlar şeklindeydi. Kürtlerin başlattığı gösteriler sadece dayanışma amaçlı birkaç gösteriden ibaretti. Diyarbakır’dan gelen bir konuşmacı “Kürtler evinde oturdu ve izledi” dedi mesela. Gezi Kürtlerin kendi ajandasının dışındaydı, “çözüm süreci”nin kesilebileceği sıkıntısı katılmayı olumsuz etkilemişti ve gösterilerde yaygın şekilde kullanılan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı Kürtler tarafından itici bulunuyordu. Kürt hareketinden konuşmacılara yöneltilen “cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birlikte olacak mıyız?” sorusu adeta bir yandan güven sorununa, diğer yandan Gezi’nin bir ortak muhalefet alanı inşa etmeye devam etme gayretine dikkat çekiyordu.

Bir avuçluk cemaatmiş gibi sunulan çokluk

Gezi’nin çok renkliliğini bir yaş kuşağına bırakmak mümkün mü? “Gezi Parkı’nda kim vardı?” sorusuna cevap veren ve çok bilinen bir araştırmaya bakarsak, evet. Taksim’le, Kızılay’la, Gündoğdu ile sınırlı düşünürsek evet. Gezi gençlerin sokağa dönüşüydü. İzmir Gündoğdu’da liseli gençlerden “sağ ol bizi desteklemeye geldiğin için teyze”yi duyduğumda, önce şaşırmış, sonra gülmüştüm: Gençler belki de ilk kez geldikleri bu meydanda kendilerinin olan bir şey yapıyorlardı. Ama Türkiye genelinde, Gezi gençlikten ibaret değil. Günlük yaşamda iyiyi, kent merkezinde rahat bir soluk almayı simgeleyen üç-beş ağacı savunmakla başlayan Gezi’ye Başbakan-Vali ikilisinin eliyle şiddet ve kan bulaşınca ayağa kalkanlar her yaştandı. İzmir’de şehrin en az beş ayrı yerinde geceleri sokaklara taşanlar, tencere tava çalanlar her yaş kuşağındandı.

Ah şu eski hastalığım: Hangi sınıflar oradaydı?

Gezi’nin sınıfsal bir anlamı var mıydı? Park’ı savunma aşamasında orta sınıftan iyi eğitimli gençlerden söz edilebilir. Sonrasında, böyle bir sınıfla sınırlılık yok. Polis şiddetinin çok artması ve ölümlerle birlikte çeşitli sosyal kesimler, özellikle hükümet karşıtlığı ve yaşam tarzına müdahalelerden rahatsızlık ekseninde sokağa çıktı. Ancak, toplantıda da gördüğümüz gibi, Gezi’ye damgasını vuran yeni sosyal hareketlerdi. Yine de, örneğin “taraftar”ları nereye oturtabileceğimizi toplantı boyunca bulamadık, bilemedik. Son zamanların en çok merak uyandıran sivil hareketlerinden Antikapitalist Müslümanlar’ı bile gölgede bırakan “taraftarlar”ın (Çarşı ve diğerlerinin) katılımını anlamaya çok çalıştık. Üstelik de, örneğin İzmir’de, 1 Mayıs’ta ilk kez dört büyüklerin ve yerel takımların taraftarları da meydana geldi. Yani “taraftar”lar bizimle oldukları sokakları sevmeye devam ediyor.

Gezi sürecine katıldığına tanık olmadığımız, ne zaman ayağa kalkacağını bilmediğimiz, bir kesim var: çiftçiler, köylüler. Sadece tarımsal üretimdeki çıkmazlar yüzünden değil, altın ya da kömür madenciliği, HES’ler yüzünden de yönetimle sorunlu olan bu kesimden toplantıda sadece bir kez, o da üstü örtük şekilde söz edildi: Abdullah Cömert’in öldürülmesinden sonra köylerden de gösterilere gelenler olmuş.

Gezi’nin bir ideolojisi var mı?

Gezi, katılanlarının, özellikle de şiddete uğrayacağını bilerek gelenlerin çokluğu ve çeşitliliğiyle gençlerin apolitik olduğu masalını bitirdi. Sistemi dokunulabilir, mizah dergileri dışında da dalga geçilebilir yaptı. Peki, Gezi’nin bir ideolojisi var mıydı? Hayır, yoktu. Ama Gezi yaşam tarzına karışılmasından rahatsızlık, geleceğini güvende hissetmemek, yerelde ve ülke bütününde katılımcı demokrasi arzusu, barış ve huzur içinde yaşamak isteğiydi.

İyi ki gelmişler, yalnız değiliz

Yunanistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan, İtalya ve İspanya’dan konuklar yalnız olmadığımızı hissettirdi. Yerelin aslında ve aynı zamanda küresel olduğunu bir kez daha anlattılar. Dünya Sosyal Forumu’nun “tek dünya tek mücadele” sloganını anımsamak, farklılıklarımızla hep birlikte olma ihtiyacımıza çok iyi geldi. İspanya sivil hareketlerin siyasete etki yaparak yol açtıkları yasal değişiklikler en çok ilgimi çeken örnek oldu. Anlatılanlardan öğrendiğim birkaç noktaya vurgu yapmak isterim: Bütün örnekler insanların daha fazla özgürlük, demokrasi ve katılım istediğini gösteriyor. Ortak sorun: mevcut siyasetin sorun çözmede ve katılımdaki yetersizliği. Her yerde siyasette değişim ihtiyacı var. STK’lar, özellikle eski sosyalist ülkelerde, “projeci”leşmiş, dinamik değişimci güç olmaktan çıkmış ve sivil hareketlerden farklı anlamlar kazanmış. Yeni sosyal sınıflar, özellikle “çalışan bile olamayan güvencesizler” çok artmış ve analiz edilmesi gereken kalıcı bir sosyal grup.

Siyasî partiler umut vermedi

CHP, BDP/HDP, YSGP, Gezi Partisi temsilcileri bir oturumda konuğumuzdu. Anladık ki, siyasî partiler Gezi gibi bir hareketlenme beklemiyordu. Bu oturumda yapılan değerlendirmelerden şunları öğrendim:

Sonuç olarak, mevcut ve Gezi’ye karşı tavırlı olmayan siyasî partiler de hem tarzları hem de politikaları itibariyle Gezi’nin talep ve beklentilerini yeterince kavramış değil.

Gezi farklı toplumsal hareketlerin birbirini yeterince tanımadığı, aslında herkesin kendi kabuğunda yaşayıp gittiği bir ortamda yaşandı, ama farklı sosyal hareketlerden insanların gündemine birbirini merak etmeyi, birbirinden öğrenmeyi sokmuş görünüyor. Bir başka deyişle, Gezi’de farklı gruplar haksızlığa uğrayanın bir tek kendileri olmadığını gördü.

Ve sivil toplumdaki daralma sürüyor. Sokak elbette önemli, ama sadece sokakla sınırlı bir işbirliği olamaz. Gezi’de atılan tohumları nasıl yeşertebileceğimiz cevap bekleyen bir soru.

“Oy ve ötesi” gibi yeni oluşumlar ortaya çıktı. Seçim ve sandık güvenliğine seçmenin bir sivil hareketle el atması, hele de siyasî partiler dışında kalarak el atması, son derece önemli bir gelişme.

Yargılamalar devam ediyor. Ölümlerle ilgili davalar şehirden şehire taşınıyor. Şiddet uygulayan polisler serbest, göstericiler tutuklu… Elbette, vicdanlar rahatsız!

Yurttaş gazeteciliği gelişti ve Çapul TV, 9/8 haber ajansı gibi yeni medya kurumları ortaya çıktı, sosyal medya çok önem kazandı. YouTube ve Twitter yasaklarıyla tanıştık; dünyada alay konusu olduk.

Gezi Partisi girişiminin hazırladığı “ortak meydan”, “halk sandalyesi” gibi isimler taşıyan yazılımlar herkesin kullanımına açık. Bu da yeni siyaset yapma tarzının bir örneği: kendine saklamamak.

Nerden devam ederiz?

Gezi’den öğrendik ki, birbirimizi duymalı, anlamalı ve birbirimize konuşmalıyız. Kendimize dönük kalmak, kendimizle sınırlı kalmak bizi zayıflatıyor. Yine de, Gezi’yi hepbirlikte değerlendirmeyi kendimiz başlatmadık. Çok merkezlilik, katılımcıların çokluğu ve çeşitliliği, park forumlarının bu ihtiyacı azaltmış olması, acısını çektiğimiz ölümler gibi nedenlerle de olsa, durum bu. İşte bu nedenle HBS (Heinrich Böll Stiftung) Derneği, bu toplantıyı organize etmekle çok yerinde bir başlangıç yaptı. Ama bu sadece bir başlangıç. Daha çok değerlendirme yapmak, arayışları konuşmak gerek.

Toplantıya katılan sosyal hareketlerden temsilciler de siyasî parti temsilcileri de temsilî hareketlerden geliyor, başkalarının yerine de konuşuyordu. Hepimiz yeni toplumsal hareketleri anlamaya çalışıyoruz. Kendi sesiyle konuşmayı bekleyen çok geniş sosyal gruplar var. Yeni sosyal hareketlerin önündeyse uzun bir yol.

Gezi’de gösteri hakkını, hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi, özgürlüğü, dayanışmayı savunduk. Sokağın hepimiz için güzel olduğunu bir kez daha keşfettik. Sosyal haklar üzerine konuşmaya başladık. Şimdi daha çok konuşmalıyız. Kent konseyleri gibi, EKOSOK (Ekonomik ve Sosyal Konsey) gibi mevcut diyalog mekanizmalarının hiç gündeme gelmediği bir değerlendirme toplantısı yaşadık. Ya biz bu katılımcı mekanizmalardan uzağız ya da bu mekanizmalar zaten yapay, aşınmış ve/veya değersizleşmiş. O halde, yeni diyalog mekanizmaları bulmaya ihtiyacımız var. Yeni keşfettiğimiz sosyal medyayı etkin kullanmak, park forumları önemli, ama yetersiz mecralar. Şimdi yeni şeyler söylemek için yeni araçlar yaratma zamanı! Bize bizi yan yana getirecek yeni araçlar… Yolumuz açık olsun, kolay gelsin.