PKK dışı Kürt örgütleri sürece tepkili

Öcalan’ın mektubu açıklanmadan bir hafta önce (14 Mart 2013), bağımsız haber sitesi Bianet için PKK-BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) dışındaki Kürt örgütleriyle yaptığımız görüşmelerde bu göreli iyimserliğin Kürt sorununun çözümünden ziyade, çatışmalı sürecin sona erme ihtimalinden beslendiği anlaşılıyordu. (http://www.bianet.org/bianet/siyaset/145079-kurt-orgutleri-birlik-konfe…)

Örneğin, Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Diyarbakır İl Başkanı Nusrettin Maçin şöyle diyordu: “Arkadaşlar [PKK’liler] silah bırakma konusunda kendi iradeleriyle bu süreci başlattılar. Bu onların en doğal hakkıdır. Ama Kürt sorununun çözümü ve müzakere sürecinde sessizliğimizi sürdürmeyeceğiz.”

KADEP (Katılımcı Demokrasi Partisi) Genel Başkanı Lütfi Baksi de “Biz süreci izliyoruz. Kürt ve Kürdistan kelimesinin yer almadığı bir çözümden yana değiliz. Ama diyoruz ki süreç başlasın, arkası gelir” diyerek açık kapı bırakıyordu.

O tarihte görüştüğümüz Hak-Par (Hak ve Özgürlükler Partisi) Genel Başkan Yardımcısı Bayram Bozyel, İslamcı bir hareket olan Azadi İnisiyatifi’nin kurucularından Sıdkı Zilan ve Devrimci Demokrasi Kürt Derneği (DDKD) Genel Başkanı İmam Taşçıer de çatışmaların sonlanmasını olumlu görmekle beraber sürecin Kürt sorununu çözmeye yönelik olmadığında hemfikirdi. 

O mülakatların üzerinden geçen iki yılda, BDP (artık DBP/Demokratik Bölgeler Partisi) dışındaki Kürt örgütlerinin sürece ilişkin göreli iyimserliğinin tamamen ortadan kalktığı, onun yerini PKK’ye daha sert eleştirilerin aldığı görülüyor. Perspectives için görüştüğümüz ÖSP, Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK), Azadi İnisiyatifi, Hak-Par, KADEP ve Hüda-Par (Hür Dava Partisi) yetkililerinin ortaklaştığı eleştirilerin başında muhatap alınmamak geliyor. Ayrıca, bu örgütlerin yetkilileri, neredeyse ağız birliği etmişçesine, yürütülen sürecin Kürt sorununun çözümüyle değil, “PKK sorunuyla” ilgili olduğunu ifade ediyor. “Ağız birliği” demişken, Hak-Par ve Hüda-Par dışındaki oluşumların kendi aralarında birtakım istişarelerde bulunduklarını ve gerek mevcut sürece, gerekse Kürt sorununun çözümüne ilişkin hükümet ile PKK’nin dışında ortak bir tutum almak için zemin yokladıklarını aktaralım. Bu ortak zemin arayışının, Öcalan’la yürütülen görüşmelerin Kürt sorununun yapısal boyutlarının (kolektif haklar) çözümünü öngörmediği düşüncesinden kaynaklandığını da belirtelim.

Kolektif haklar verilmeden çözüm olmaz

ÖSP Diyarbakır İl Başkanı Nusrettin Maçin Kürt sorununun çözümü ve Öcalan’la yürütülen süreç arasında bir makas olduğu görüşünde: “Sayın Öcalan’ın mektubunun okunduğu 2013 yılında söylediğimiz bugün için de geçerli: Mevcut süreç Kürt sorununun çözümüne ilişkin değil; tamamen PKK’nin silahsızlandırılmasına ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesine yönelik bir süreç. Bunu da ne kadar ileri götürebileceklerini zaman gösterir. Ama, Kürt halkının kolektif haklarına yönelik bir çözüm beklemiyoruz. Çözümün olabilmesi için temel adımlar atılmalı. Birincisi, Kürtlerin varlığı anayasada kabul edilmelidir. İkincisi, anadilde eğitimdir. Kürtçe ilkokuldan üniversiteye kadar bir eğitim dili ve ikinci resmî dil olmalı. Üçüncüsü, Kürtlere yasal statü tanınmalı. O da Kürtlerin kendi kendilerini yönetme hakkıdır. Bu üç temel hak olmadığı sürece, çözüm süreci dedikleri sadece savaşın sonuçlarıyla ilgilenme, savaşın yaralarını sarmadır. Ama sorunun kendisi yerinde duruyor.”

Demir: “PKK silah bırakmalı”

Hak-Par Genel Başkanı Fehmi Demir de sürecin içeriği konusunda Maçin’le hemfikir. Demir, Öcalan’ın mektubundaki “silahlar sussun, siyaset konuşsun” sözünü önemsediklerini, ancak bu sözün gereğinin yapılmadığını söylüyor: “Öcalan’ın mektubu 2013’te açıklandığında da biz çok güvenmedik. Öcalan ve PKK’nin söyledikleri konusunda temkinli olduk. Ama, silahların susturulması yönündeki eğilimi destekledik. Biz başından itibaren silahlı şiddet eylemlerine dayalı bir mücadeleyi tasvip etmiyoruz; sorunun siyaset yoluyla, uzlaşmayla, demokratik yollarla çözümünden yanayız. Silahların alınıp Kandil’e gidileceği söyleniyordu. Biz o zaman da söyledik, “niye alıp Kandil’e gidiyorsun.” Silah bırakılacaksa, burada bırakılır. Hükümet yasal altyapısını oluşturur, elinde silah olanlar da silahlarını bırakır ve evlerine dönerler. Ne hükümet bu tedbirleri aldı, ne silahlar bırakıldı ne de Kandil’e gidildi. Bu süreç uzatıldıkça uzatıldı.”

Demir’e göre süreç seçimlere endekslendiği için yol alınamıyor: “Seçimlere göre zaman zaman gerilim yükseltildi veya düşürüldü. Yani seçim takvimine göre hareket edildi. Ayrıca, biz bunu bir çözüm süreci olarak değil, silahların bırakılması süreci olarak değerlendiriyoruz. Silahların bırakılmasını destekliyoruz. Çözüm ve barışın başka bir şey olduğunu düşünüyoruz. Çözüm ve barış ancak, Kürt halkının haklarının tanınmasıyla gerçekleşebilir. Bunun da tek muhatabı ne tek başına Öcalan ne PKK ne de diğerleridir. Muhatap tüm Kürt siyasal hareketleri ve Kürt halkıdır.”

Zilan: “PKK silah bırakmamalı”

Her ne kadar PKK-DBP dışındaki örgütlerin ortak zemin çalışmasının içinde yer alsa da, Azadi İnisiyatifi kurucularından Sıdkı Zilan silahların bırakılması konusunda çok daha farklı bir bakış açısına sahip. Kürdistan’da barışı esas aldıklarını, halkın arzusunun da bu yönde olduğunu ifade eden Zilan barışın “onurlu” olması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “PKK’nin silah bırakmasını ihanet olarak yorumlarım. Çünkü PKK’nin imkânları, o gençler, o silah, PKK’nin veya Öcalan’ın malı değil, Kürdistan halkının imkânlarıdır. 40 yıllık bir emek, birikim var. PKK’nin millî orduya dönüşmesi, Apoculuğu bırakması lâzım. Kuzey Kürdistan Milli Ordusu olması lâzım. Kuzey Kürdistan Kongresi yapmamız, bu kongreyle bir meclis seçmemiz ve meclisin  PKK’yi de, bizi de yönetmesi lâzım. Bizim hükümetimiz olmalı yani.” PKK’nin sosyalist bir örgüt olduğunu hatırlattığımız Zilan’a oluşturulmasını arzuladığı hükümetin de bu yapıda olmasından kaygı duyup duymadığını soruyoruz. Yanıtı şöyle: “Solculuk, sosyalizm sorun değil. İslamcılık da sorun değil. Sorun millî olmaktadır. Sol olursun, İslamî olursun, ama demokrat olursun. Bizim medenî dünyada iyi bir yerimizin olabilmesi için medenî kuralları işletmemiz lâzım. Çoğulculuğu, katılımcılığı hayata geçirmemiz lâzım.”

Işık: “PKK’nin silah bırakması kendi tasarrufunda”

Zilan’ın PKK’nin silah bırakması ihtimalini ihanet olarak yorumlamasına Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) İstanbul İl Başkanı Ali Fikri Işık’ın tepkisi sert: “Sıdkı Zilan’ın PKK silahları bırakamaz ifadesi çok çocukça bir önerme. PKK’nin tasarrufudur bu ve kimseye söz düşmez. PAK, PKK’nin devletle kurduğu ilişkileri PKK’nin tasarrufu olarak görüyor. Bunun olumlu veya olumsuz sonuçları PKK’nin hanesine yazılacak. Silahlı mücadele kararını aldıkları zaman da bizim görüşümüzü almadılar. Bugün silahlı mücadeleye son verme kararları da bizim onayımızı gerektirmiyor.”

Baksi: “Kürtlerle Türkler bir arada yaşayamaz”

KADEP Genel Başkanı Lütfi Baksi ise verilen bedellerle müzakere edilen konular arasındaki orantısızlığa dikkat çekerken, PKK’nin silahlı mücadeleyi sürdürüp sürdürmemesi konusunda Işık’la hemfikir. “Öcalan kendi adına, örgütü adına devletle görüşebilir, barışabilir, silahları bırakabilir” diyen Baksi görüşmelerin Kürt halkı adına yapılamayacağı kanısında. Baksi şöyle diyor: “Bu kadar kan döküldü, bu kadar mücadele bunun için mi verildi? Bir kere devlet Kürt halkını tanımadan, Kürdistan'ı hem etnik hem de coğrafî olarak kabul etmeden Kürt sorunu çözülemez. PKK gider, başka bir aktör gelir. PKK olayların sebebi değil, sonucudur. Tarihî bir fırsat yakalamışken bunu radikal bir biçimde halletmek lâzım. 90 yıllık uygulama gösterdi ki, Kürtlerle Türkler bir arada yaşayamıyor. Bu 29. isyandır. En iyisi yan yana, yani federatif bir sistem… Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesi gerekir.”

Öcalan’ın 2013’teki mektubunu dinlediğinde umutlandığını söyleyen Baksi gelinen noktada umudunu tamamen yitirdiğini söylüyor. Ona göre, PKK Öcalan’ın mektubundan sonra ciddi bir kamuoyu baskısı yapsaydı, devlet geri adım atabilirdi. Baksi sorunun çözümü konusunda 25 milyon Kürdün muhatap olduğunu, muhataplık sorununun çözülmesi için de Kürtlerden müteşekkil bir komisyon veya meclisin devreye sokulması gerektiği görüşünde. Ona göre Öcalan gibi esaret altında olan bir liderin devletle pazarlık yapmasının dünyada örneği yok. PKK-DBP dışındaki Kürt örgütlerinin yeni bir ortak zemin oluşturma çabasının bu kaygılardan kaynaklandığını söyleyen Baksi’ye göre, sorunun çözümünde Kürdistanlı tüm örgütlerin muhatap kılınması PKK’nin de elini güçlendirir. Baksi ortak zemin çabalarını şöyle özetliyor. “Sosyalistler, İslamcılar ve liberal demokratlar kendi aralarında ortaklaşabilir. Bir cephe mi olur, bilmiyorum. Bir şeyler yapmak istiyoruz, ama bakalım…”

“Devre dışı bırakıldık”

“Kürtler yüz yıldır savaşlarda değil, masada kaybetti” diyen Baksi tarihin tekerrür ettiği görüşünde. Eylül 2011’de Diyarbakır’da düzenlenen “Türkiye’de Kürdistan Konferansı”nı hatırlatan Baksi görüşlerini şöyle özetledi: “Konferans’ta Abdullah Öcalan mesajında bizzat söyledi, ‘ben Kürtleri temsil edemem’ dedi. Fakat biz yine devreden çıktık, şimdiye kadar bize hiçbir bilgi verilmedi. Bütün diğer siyasetler devre dışı bırakıldık. Süreç sadece PKK ve yandaşları üzerinden yürütülüyor. Devletin bunu böyle istediğini tahmin ediyorum. İstenen, Türkiyelileşme, sonra da Türkleşmedir. Diyarbakır’daki konferansta dört madde kabul edilmişti: Kürtlerin statüsünün tanınması, anadilde eğitim, Kürdistan adına örgütlenme hakkının verilmesi ve Kürdistan coğrafyasının tanınması. Ama Erdoğan hâlâ ‘Kürt sorunu yok’ diyor. Sosyal ve ekonomik haklardan bahsediliyor, ama politik bir şey yok.”

Işık: “Ciddi kırılmalar yaşanabilir”

PAK İstanbul İl Başkanı Ali Fikri Işık’ın sürecin nihayetine dair iddialı değerlendirmeleri var. Ona göre, 2015 Newroz’u tarihî bir dönemece gebe: “PKK veya KCK Kuzey Kürdistan’daki bütün siyasal varlığına son verecek, askerî unsurlarını Rojava’ya taşıyacaktır. 2015’te Sayın Öcalan bu tarihsel dönemi noktalayacaktır. Yani, bundan sonra Kürtler hangi kazanımları elde edeceklerse, kendi kimlikleriyle siyasal mücadele aracılığıyla -o da Türk ve Kürt kamuoyunu ikna ederek- elde edecekler. Bu kesinlikle bir Kürdistan meselesinin çözümü değildir. Bu, devlet ile KCK arasındaki sorunun çözümüdür. Daha doğrusu, bunu KCK sorununun çözümü olarak okumak lâzım. Bu olumsuz bir şey midir? Hayır. PKK meselesinin çözümünü de destekliyoruz, ama bunu Kürt meselesinin çözümüne ikame etmelerini doğru bulmuyoruz. Çünkü sorun bütün ontolojik yapısıyla, nesnel yapısıyla ve ihtiyaç duyduğu çözümlerle orta yerdedir.”

Işık’a göre, “KCK sorununun” çözümünün “Kürt sorununun çözümü” olarak yansıtılmasına Kürtlerin ikna edilmesi ciddi bir sorun. Dahası, Kürtlerin buna nasıl bir reaksiyon göstereceğini kestirmenin zor olduğunu söyleyen Işık ciddi kırılmaların yaşanabileceğine dikkat çekiyor ve ekliyor: “Kürt hareketi bu kırılmayı göze aldı bence. Kendilerini en büyük güç olarak görüyorlar. Kendilerini bitmiş ürün olarak görüyorlar, ama biz böyle olmadığını biliyoruz. Devlet tabii ki özellikle ekonomik katkılar sunacaktır. Kürt halkının aklını çelmeye çalışacaktır. KCK de özerkliğe yolun açıldığı yönünde bir söylem geliştirecektir. Beş bin yıldır bizden bir hayat talep eden bu dilin gücünü, etkisini nasıl sınırlayacaktır, onu göreceğiz.”

Hüda-Par ile YDG-H çatışması

Sürecin en önemli kırılma noktası Kobanê ile dayanışma gösterilerinin tüm Kürdistan’a yayıldığı 6 Ekim 2014 tarihinde başladı. 15 Eylül 2014’te IŞİD’in (Irak ve Şam İslam Devleti) Rojava kantonlarından Kobanê’yi istila girişimi Kürt hareketini AKP’ye (Adalet ve Kalkınma Partisi) karşı yeni bir pozisyona itti. Zira AKP, IŞİD’in Kobanê saldırılarına göz yumulmasını dünya kamuoyundan ısrarla, üstelik alenen talep ediyordu. İstila girişiminin ilk günlerinde Tayyip Erdoğan “Kobanê düştü düşecek” iddiasında bulunurken, 20 Eylül’de Kobanê halkı kitlesel olarak Kuzey Kürdistan’a geçti. AKP’nin yetkili tüm isimleri bu göçten son derece memnun görünüyordu. Zira böylece Kobanê kısa sürede IŞİD’in eline geçecek, YPG (PYD’nin silahlı kanadı Halk Savunma Birlikleri) ve dolayısıyla Rojava’daki kanton sistemi ağır darbe alacak, AKP’nin de Kürt hareketine karşı eli güçlenecekti. Ancak, Eylül sonlarına doğru, Kürtler Kobanê ile Suruç’u ayıran sınır hattında toplanarak günlerce destek gösterisi yaptılar ve günlerce Türk asker ve polisi tarafından saldırıya uğradılar. Kobanê’de IŞİD’in ilerleyişi hızlanırken 20 Eylül’de Türkiye, Musul Konsolosluğu’nda IŞİD’in rehin aldığı 49 çalışanı sorunsuz bir biçimde devraldı. Aynı gün, Başbakan Ahmet Davutoğlu rehinelerle birlikte Ankara’ya geldi ve 20 Eylül’ü bayram ilan etti. Ne var ki, aynı saatlerde Kobanê halkı kitlesel olarak IŞİD barbarlığından korunmak üzere Kuzey Kürdistan’a geçiyor, YPG çetin bir mücadeleye girişiyordu. Kobanê’deki durum Kuzey’deki Kürtlerde derin bir kaygı ve AKP’ye karşı da gözle görülür bir öfkeye sebep oluyordu. Bu kaygı ve öfke Ekim ayının ilk günlerinde kitlesel gösterilerle açığa çıktı. 6 Ekim’de başlayan Kobanê’yle dayanışma gösterileri yakın zamanda eşine rastlanmamış bir kitleselliğe ulaşırken, Diyarbakır başta olmak üzere bölgeden, Hüda-Par ile Kürt gençlerinin oluşturduğu YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) arasındaki çatışma haberleri gelmeye başladı. Günlerce süren olaylarda gerek polisin saldırıları, gerekse YDG-H ile Hüda-Par’lılar arasındaki çatışmalarda 40 kişi yaşamını yitirdi. Bu çatışmalar, süreçte yeni bir problemi daha gündeme getirdi: Hüda-Par.

Hüda-Par’la diyaloğu bilinen, Hizbullah davasının avukatlığını da yapmış olan Sıdkı Zilan’a bu çatışmanın kaynaklarını soruyoruz. Zilan şöyle bir bilgiyi paylaşarak yanıt veriyor: “Pek çok Kürdistanî kurumla beraber, STK’ların, saygın insanların da aralarında bulunduğu bir heyetle DTK (Demokratik Toplum Kongresi) Eşbaşkanı Hatip Dicle ve Hüda-Par Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Yılmaz bir araya geldi. Görüşmeler Avrupa’da Hizbullah ile PKK arasında devam ediyor. Aralarında bir mektuplaşma trafiğinin olduğuna dair de duyum aldım. Yani belli bir mekanizma var.” Peki mesele ne? Zilan’dan dinleyelim: “Hüda-Par meşru olarak Kürdistan’da var olmak istiyor. PKK ise bugüne kadar onları Kürdistanî bir hareket olarak meşru görmedi. ‘Kürdistan halkından özür dilesinler’ diyor PKK. Onlar da manifestolarıyla özür dilediklerini varsayıyorlar. Ben Hüda-Par’ın oluşmasını teşvik ettim. Hizbullah’ın legalleşmesini, silah bırakmasını da olumlu olarak görüyoruz. Hüda-Par’ın Kürdistanî bir harekete dönüşmesi ihtimali var; beden olarak Kürdistanîdir, ama ruh olarak tam evrilmemiştir. Hizbullah’la PKK’nin birbirine yönelik karşıtlığı bazı şeyleri görmemelerine sebep oluyor: ‘Kürtlere statü tanınırsa PKK hakim olur…’ Biz Türk egemenlik sisteminin Kürdistan’dan izalesini öncelik olarak görüyoruz. Bazıları için ise PKK belki öncelikli mevzudur.”

Hüda-Par’dan Abdurrahman Caner, Zilan’ın bu tespitini doğrular nitelikte yanıtlıyor sorularımızı: “PKK siyasî parti yetkililerinden Kandil'deki her yöneticisine kadar, kendisi gibi düşünmeyen her yapının devlet ajanı veya kontra olmadığını artık hazmetmeli…”

Hüda-Par’ın çözüm önerileri

Caner diğer Kürt örgütlerinin muhataplıkla ilgili eleştirilerini tekrarlıyor. Ona göre de süreçte PKK dışındaki örgütler muhatap alınmalı. Hüda-Par’ın Kürt sorununun çözümü konusundaki yaklaşımını da şöyle özetliyor Caner: “Kürtler Türkiye'nin iki aslî kurucu halkından biri olarak kabul edilmeli. Kürtçe ikinci resmî dil olmalı. Zulüm ve ayrımcılık uygulamış olan tarihî şahsiyetlerin isimlerini taşıyan okul, kışla, cadde, sokak ve benzeri yerlerin isimleri derhal değiştirilmeli. Başta vatandaşlık tanımı olmak üzere, anayasa ve sistemin bütün resmî literatürüne hâkim olan Türklük esaslı dışlayıcı ve ayrımcı söylem terk edilmeli. İsimleri değiştirilen yerleşim yerlerine eski adları geri verilmeli. Çok yönlü sorunlara yol açan koruculuk sistemi derhal lağvedilmeli, ancak mağduriyetlere de sebebiyet verilmemeli. Sayısı binleri bulan kayıpların akıbeti açıklanmalı, faili meçhul cinayetlere ilişkin soruşturmalar ciddiyetle yürütülmeli ve sorumlular cezalandırılmalı. Köy yakma ve zorunlu göç olaylarının hesabı sorulmalı. Ergenekon, JİTEM ve benzeri yapılanmaların bölgede yaptığı hukuksuzluklar derinlemesine soruşturulmalı. Başta Şeyh Said olmak üzere, Kürtlerin büyük saygıyla andıkları Kürt âlimlerine zulmedildiği resmen kabul edilmeli, yakınlarından ve bütün halktan özür dilenmeli. Said-i Nursi, Şeyh Said ve Seyyid Rıza gibi şahsiyetlerin mezar yerleri açıklanmalı, İstiklal Mahkemeleri ile ilgili arşivler derhal açılmalı. Medreseler iyileştirilmeli, aslî fonksiyonlarına kavuşturulmalı ve medreselerde verilen icazetlere resmî statü tanınmalı. Uzun yıllar her alanda geri bırakılan bölgenin, batıdaki ekonomik refah seviyesine ulaşması için gerekli yatırımlar yapılmalı, bu anlamda bölgeye pozitif ayrımcılık uygulanmalı. Vatandaşlığa kabul işlemlerinde başka ülke vatandaşı olan Kürtlere de Batı Trakya ve diğer bölgelerden gelen Türk kökenlilere sağlanan kolaylık ve ayrıcalıklar tanınmalı. Siyasî nedenlerle uğradıkları takibat veya aldıkları cezalar nedeniyle yurtdışına çıkmak zorunda kalmış olanların ülkeye, siyasî düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde tutulan kişilerin de toplumsal hayata dönebilmeleri için siyasî af çıkarılmalı. Katı merkeziyetçi yönetime son verilerek yerel yönetimler güçlendirilmeli ve tüm yerel yöneticiler halk tarafından seçilmeli.”

CHP’nin önerileri

Hüda-Par’ın bu önerileri bizi son derece enteresan bir buluşma noktasına getiriyor: Cumhuriyet Halk Partisi. CHP’nin de Kürt sorununun çözümüne ilişkin önerilerinde benzer başlıklar bulunuyor. CHP’nin Meclis’e sunduğu ve Kürt sorununun çözümüne dair önerilerini içeren kanun teklifindeki bazı önerilere bakalım: Seçim barajının yüzde 3’e düşürülmesi, siyasetteki dil yasaklarının kaldırılması, koruculuğun lağvedilmesi, Newroz’un tatil yapılması, Diyarbakır Cezaevi’nin müze yapılması, köye dönüşlerin sağlanması, mayınlı arazilerin temizlenip yoksul köylülere tahsis edilmesi, faili meçhul davalarında zaman aşımının kaldırılması, toplumsal gösterilerin önündeki engellerin kaldırılması, hukuka aykırı olarak elde edilen kişisel bilgilerin imha edilmesi, DGM’lerce verilmiş kararların zamanaşımı süresinin yarı oranda düşürülmesi, yerel yönetimlere belli oranda güç aktarılması... CHP ayrıca, çözüm sürecinin Meclis zemininde yürütülmesini talep ediyor.

Görüldüğü gibi, PKK ile DBP dışındaki örgüt ve partilerin Kürt sorununun çözümüne ilişkin önerilerindeki ve Öcalan’la yürütülen görüşmelere yönelik tepkilerindeki ortaklaşma dikkat çekici. Sırrı Süreyya Önder’in “barışa her zamankinden daha yakınız” sözünün bu yapılarda herhangi bir karşılık bulmaması dikkate şayan. Önümüzdeki Newroz’da Öcalan’ın yayınlaması muhtemel yeni mektubu ve PKK ile DBP dışındaki Kürdistan örgüt ve partilerinin ortaklaşacakları muhtemel zemin, bu yapıların yürüttüğü tartışmaları daha da netleştireceğe benziyor.