Hatırlanacağı gibi, 2003’te ABD’nin Irak işgaline tezkerenin reddi dolayısıyla dâhil olamayan Türkiye Kürtlerin olası özerkliğine bile müdahale edeceğinin sinyallerini vermiş, Güney Kürdistan’daki özerkliğe uzun süre tepkisel yaklaşmıştı. Ancak, ABD’yle karşı karşıya gelmeye cesaret edemeyen Türkiye, zamanla Güney’le ilişkilerini düzeltmek ve “bölgesel yönetim”le siyasî, ticarî münasebetlerini geliştirmek durumunda kaldı. Bu münasebetler geliştirilene kadar ise Türkiye’deki anti-Kürt, ırkçı dalga canlılığını korudu.
Sri Lanka modeli
Özellikle ABD askerlerinin Temmuz 2003’te Kürt kenti Süleymaniye’de bir grup Türk askerinin başına çuval geçirmesi Türkiye’de anti-Amerikan dalgayı yükseltmekle beraber, gündelik yaşamda Kürt karşıtlığı olarak belirdi. 2004 sonu itibariyle, AKP’nin Kürt sorununu derinleştiren siyaseti nedeniyle (Tayyip Erdoğan 2004’teki bir Rusya seyahati sırasında, Kürt sorunu için “düşünmezsen yoktur” demişti) PKK’yle çatışmalar tekrar başlayınca, anti-Kürt dalga sokakta Kürtlere yönelik linç girişimleriyle daha da görünür olmuştu.
İzleyen süreçte, devletin operasyonları ve Kürt karşıtı ırkçı saldırılar PKK’ye katılımları artırdığı gibi, örgütün tabanını da genişletince, hükümete yakın bazı gazeteler 2009’a doğru meseleyi daha da ileri götürerek PKK’yi “Sri Lanka modeli” ile tehdit etmeye başlamıştı. Bu gözdağının ilk vaizi Sabah gazetesinin yayın yönetmeni Erdal Şafak yerel seçimlerden bir ay kadar önce (4 Şubat 2009), “PKK ve Tamil Kaplanları” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Hiç kuşkunuz olmasın, PKK'yı da Tamil Kaplanları'nın sonu bekliyor. İki bölücü terör örgütü de 25 yıl boyunca ortak senaryoyu uyguladıklarına göre, final sahnesinin de aynı olması kaçınılmaz. Dağdakiler farkındalar mı bilmiyoruz ama, altlarındaki halı çekilmeye başladı bile.”
AKP hükümetinin tehditlerine, milliyetçi-ırkçı cenahın baskılarına rağmen, Kürt hareketi Kürdistan ve Türkiye’deki etkinliğini sürdürmüş ve örneğin 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde, DTP sekizi il olmak üzere 58 belediye başkanlığını kazanmıştı. Yerel seçimlerden hemen sonra, KCK operasyonu adı altında, 30 ay içinde 7 bin 748 kişi gözaltına alındı, 3 bin 895 kişiyse tutuklandı. KCK operasyonu cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere karşı uygulanan en kapsamlı “kansız” harekâtlardan biriydi.
DTP’nin yerel seçimlerde kazandığı başarıyı “kansız Sri Lanka modeliyle” etkisiz kılmaya girişen AKP’nin bu stratejisini 9 Ekim 2010 tarihli yazısında yine Erdal Şafak ilan ediyordu. “Sri Lanka modeli” başlıklı yazısında Şafak şöyle diyordu: “Tasfiye? Evet, PKK için kaçınılmaz son bu. Sorun, tasfiyenin kanlı mı, kansız mı olacağı. Biz dünkü yazımızda uzun uzadıya anlattığımız gibi, kansız bir tasfiyeyi savunuyoruz, sonuna kadar da savunacağız. Kansız tasfiye ise ancak PKK'nın silahsızlan(dırıl)ması ve dağı(tı)lması ile mümkün olabilir.”
Arap Baharı ve AKP’nin hayalleri
KCK operasyonlarıyla Kürt siyasetçilerini hapse tıkan devlet “Sri Lanka modeli”yle de PKK’lilere karşı toplu bir katliam gerçekleştirmeyi ciddi bir proje olarak masada tutarken, Aralık 2010’da, Tunus’ta başlayan Arap Baharı giderek yayıldı ve kısa süre içinde Suriye’ye ulaştı. AKP’nin “Sri Lanka modelinden” vazgeçmesinde Arap dünyasında diktatörlüklere karşı başlayan isyanların yarattığı yeni dengelerin ne kadar payı olduğunu bilemiyoruz. Ancak, isyan dalgası Suriye’ye ulaşınca, AKP bölgedeki hegemonya hayallerini gerçekleştirebileceğine dair güçlü bir vehme kapıldı ve bu yüzden de Kürt hareketiyle kökten savaş planını erteledi.
Suriye ve Irak’taki Alevi-Şii rejimlerin devrilerek yerlerine AKP güdümünde yeni rejimlerin yerleşmesi ihtimalinin güçlü olduğuna inanan AKP Kürtleri de bu yeni rejimlerle kuracağı ittifaklarla dizginleyebileceğini tasarladı. Böylece, bir taşla iki kuş vurulacaktı: AKP’nin bölgesel güç olması önünde engel olarak görülen Kürt hareketi “kansız” bir biçimde ekarte edilecek ve Suriye-Irak’taki yeni rejimler üzerinden bölgesel hegemonya hayali gerçekleştirilebilecekti. Burada bir parantez açarak devam edelim: Hâlihazırda AKP’nin IŞİD’in Kobanê’yi ele geçirmesini arzuladığını ayan beyan ortaya koyan yaklaşımı da bu stratejinin bir uzantısıdır.
Habur, Oslo görüşmeleri, 2010 referandumu, 2011 seçimleri
Gerçi teslim etmek lâzım ki, Arap Baharı’ndan önce başlayan Kürt siyasetine yönelik cadı avı hareketi dizginlemeyince, AKP iktidarı dolaylı olarak PKK’yle irtibata geçmiş, Oslo’da görüşmeler gerçekleştirilmişti. Ne var ki, bu görüşmeler o dönem AKP’yle işbirliği içindeki Fethullah Gülen Cemaati’ne yakın güçler tarafından ifşa edilerek süreç sonlandırılmıştı. Bu süreci de yine Öcalan 2009’daki bir çağrısıyla başlatmış ve 19 Ekim 2009’da PKK militanları ve Mahmurlu mültecilerden oluşan 34 kişilik bir grup Habur sınır kapısından Türkiye’ye dönmüştü.
Habur’da yüzbinlerce kişi tarafından karşılanan gruptaki PKK’lilerin gerilla kıyafetleri daha sonra Türk basınında barış karşıtı yorumlar eşliğinde “lanetlenmiş,” grubun girişini “güzel gelişmeler” olarak yorumlayan dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan kısa sürede geri adım atarak bu olanağı ayağıyla tepmişti. Zaten izleyen günlerde de 34 kişilik grup içinde yer alan PKK militanları gözaltına alınıp tutuklanmış, tahliye olanlar daha sonra tekrar Kandil’e dönmüştü. Böylece, tarihî bir fırsat yine AKP ve anti-Kürt kesimler eliyle berhava edilmişti.
Dahası, 12 Eylül 2010 tarihli Anayasa referandumuyla AKP-Cemaat ittifakı genişlemiş, hükümet Türkiye’de “liberal” olarak tanımlanan bazı kesimleri bu ittifaka dâhil ederek saldırgan siyasetinin “meşruiyetini” pekiştirmişti. Ne var ki, KCK operasyonlarının gölgesi ve “Sri-Lanka modeli” tehditleri altında, Haziran 2011 seçimlerine “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”yla girerek 36 bağımsız milletvekili çıkaran Kürt hareketi AKP cenahındaki “Sri-Lanka modeli” tartışmasının dinmesinde önemli bir etkendir. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun söz konusu başarısı bu açıdan, Türkiye’nin geniş çaplı bir katliam programının önündeki en büyük halk bariyeri olarak tarihe kayıt düşülebilir.
2004 ve 2014’te Öcalan
Aslına bakılırsa, 2000’li yıllar boyunca Türkiye’de yaşanan çatışmalara karşı, Abdullah Öcalan 2003’ten itibaren uyarıda bulunuyordu. Hareketini barış üzerinden strateji geliştirmeye yönlendiren Öcalan 2003’ten 2005’e kadar, PKK içinde yaşanan ayrışmada da ağırlığını bu çerçevede koydu. Zira, hatırlanacağı gibi, ABD’nin Irak işgali sonrasında, PKK içinde bir grup Türkiye’nin ABD’yle yaşadığı krizi değerlendirerek örgütü ABD’ye yaklaştırıp Türkiye’yle mücadele etmeyi tasarlamış, ancak bu kesim etkisizleştirilerek örgütten tasfiye edilmişti.
Abdullah Öcalan 2004’te piyasaya çıkan “Bir Halkı Savunmak” kitabında PKK’ye dair şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Savaşın doğasını tanımadan, ne çeşit olursa olsun, kutsal bir araç gibi yaklaşılmıştı. Halbuki zorunlu savunmalar dışında her savaş bir cinayetti. Tarihte tüm sömürücü iktidarların temelinde savaşlar vardı. Toplumsal kural ve kurumlaşmalar savaşa endeksliydi. Savaşta başarmak tüm hakların temeli sayılmaktaydı. Bu anlayışın da sosyalist ve demokratik olamayacağı açıktı. Sosyalist bir parti demek ki ne devlet odaklı, ne iktidar amaçlı, ne de hepsinin temelinde yatan tayin edici unsur olarak savaşa endeksli olabilirdi.”
Ne var ki, bu değerlendirmesine karşın Öcalan, tam 10 yıl sonra, Ağustos 2014’te IŞİD saldırısıyla karşı karşıya kalan Rojava için şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Rojava halkı tüm yaşamını savaşa göre planlamalıdır. Normal bir şekilde yaşamamalıdır. Nasıl ki Gazze halkı savaş koşullarında yaşıyorsa, yaşamını savaşa göre şekillendirmişse, Rojava halkı da böyle yapmalıdır.”
Öcalan bu değerlendirmeyi Rojava için yaparken Türkiye’deki durum için 2004’teki pozisyonunu elbette koruyor. Ancak, PKK bu kadar da iyimser görünmüyor. 1999’dan beri süren çatışmasızlık sürecinin sonlandığını, feshedilen PKK’nin yerine kurulan KADEK’in Başkanlık Kurulu Üyesi Duran Kalkan Eylül 2003’te şu ifadeyle ilan etmişti: “1999’dan beri, beş yıldır uyguladığımız tek yanlı ateşkes, AKP yönetiminin gerillaya, halka ve genel başkanımıza [Abdullah Öcalan] karşı sürdürdüğü topyekûn saldırı karşısında işlemez hale geldi, anlamsızlaştı ve aşıldı.”
Temmuz 2012 savaşı
Kalkan’ın 2003’teki bu açıklamasından bir süre sonra, PKK’liler Türkiye’ye geri döndü ve 2013’e kadar takriben on yıl süren yeni bir çatışma dönemi başladı.
Esas olarak 2009’dan itibaren, belli aralıklarla PKK’yle görüşerek örgütü tek taraflı ateşkese ikna edecek vaatlerde bulunduğu anlaşılan devlet, Habur örneğinde olduğu gibi tasfiye stratejisini sürdürerek Öcalan’ı devre dışı bırakmaya çalışınca, 2012 Temmuz’unda Şemdinli-Yüksekova-Çukurca üçgeni ile Dersim’de yeniden başlayan ve otuz yıl süresince eşine az rastlanmış yoğunlukta çatışmalı günlere tanıklık ettik.
18 Ağustos 2012’de çatışmaların sürdüğü Şemdinli’ye incelemelerde bulunmak üzere giden ve aralarında Gültan Kışanak, Ertuğrul Kürkçü, Sebahat Tuncel, Aysel Tuğluk, Esat Canan gibi milletvekillerinin de bulunduğu BDP heyeti bir grup PKK’liyle yolda karşılaşarak ayaküstü sohbet etti. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan bu olayı uzun bir süre diline dolayarak BDP’yi hedef gösterdi. Heyetteki milletvekilleri hakkında fezlekeler hazırlandı ve bunun üzerinden BDP’nin siyaset dışı bırakılması çabalarının işaretleri verildi.
PKK’nin alan hâkimiyeti savaşı, tam da Kobanê’deki kanton ilanıyla (19 Temmuz 2012) aynı günlere denk geliyordu. PKK’den bunu destekleyen herhangi bir beyanat gelmediği halde, örgütün Rojava’daki sisteme Türkiye’nin müdahale etmesini engellemek için de bu savaşı başlattığı söylenebilir. Zira, sonuç bu iddiayı destekliyor. Ayrıca, bu iddiadan yola çıkarak aslında PKK’yle devlet arasında başlayan Temmuz 2012 savaşına, aynı yılın sonunda Öcalan’ın devreye girmesiyle virgül konduğunu, IŞİD’in Kobanê saldırısıyla birlikte 2014’ün Eylül ayında gerilimin yeniden tırmandığını ifade edebiliriz.
Ölüm orucu eylemi ve Öcalan’ın çağrısı
Kobanê kantonunun ilanıyla başlayan PKK-AKP “savaşı” (Şemdinli-Yüksekova-Çukurca-Dersim çatışmaları) yeni “çözüm süreciyle” ertelendi, ancak IŞİD’in saldırısıyla yeniden başladı. Hatırlayalım: PKK’nin alan hâkimiyeti kurmayı hedeflediği 2012 yazındaki savaşını sonbahara doğru (12 Eylül 2012) Türkiye’nin tüm hapishanelerine yayılan ölüm orucu eylemi takip etti.
Ölüm orucuna giden 600’e yakın PKK ve PJAK’lının iki temel talebi vardı: Anadilde eğitim hakkı ve Öcalan üzerindeki tecridin ve özgürlüğü önündeki yasal engellerin kaldırılması. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın mahpusları açlık grevinde diretmeye zorlarcasına verdiği “zaten gizlice yemek yiyorlar” türü beyanatları PKK’yi Temmuz 2012’deki çatışma taktiğinde tutma planının uzantısıydı. Zira aynı tarihlerde Suriye’de, daha sonra bünyesinden IŞİD’in çıkacağı El Nusra Cephesi, Rojava’ya (stratejik önemi olan Serêkanîyê’ye) saldırmaya başlamıştı.
Erdoğan açıkça PKK’nin Rojava’ya güç nakletmesinin önüne geçmek için örgütü Türkiye’de çatışmaya zorluyordu. Böylece, PKK Türkiye’de “oyalanırken” El Nusra da henüz silahlı gücünü dizayn etmemiş olan Rojava’yı zapturapt altına alacaktı. Rojava’da Öcalan fikriyatı üzerinden yeni bir siyasal, toplumsal, ekonomik sistem inşa edilmeye başlanmasının Türkiye’nin Kürt hareketini kanlı veya kansız bir biçimde dizginleme ihtimalini bertaraf edeceği çok açıktı. Ancak, AKP Arap dünyasındaki halk hareketlerini desteklerken Türkiye’de Kürt hareketine topyekûn savaş açmanın yaratacağı tahribatları da göze alamadı.
Bu atmosfer içinde, PKK lideri Öcalan 12 Eylül’de başlayan ölüm oruçlarının sonlanması çağrısını yaptı (Aralık 2012). Hemen akabinde de, Roboski katliamının birinci yıldönümü olan 28 Aralık 2012 tarihinde, dönemin başbakanı Erdoğan Öcalan ile devletin görüşmelere başladığını açıkladı. Öcalan’a uygulanan tecrit bu görüşmelerin neticesinde azaltıldı. Hem PKK hem de AKP yeni bir çatışmanın yaratacağı tahribattan sakınarak 2013’e girerken 2012’de Kobanê’de ilan edilen kanton yönetimi Rojava’da yeni yaşamı örgütleme çalışmalarına hız veriyordu.
2011 hayalleri berdevam
Sri Lanka modelini konuşurken kendisini Öcalan’la müzakere masasında bulan AKP’nin sağlamaya çalıştığı “barış” hiçbir zaman Kürt hareketinin arzuladığı barış olmadı. Bunun bilincinde olan PKK ve Kürtler Öcalan’ın 2013’te Diyarbakır’daki büyük Newroz buluşmasında okunan tarihî deklarasyonunu önemsemekle beraber şüphelerini bugüne kadar sürdürdü. Zira, Öcalan PKK militanlarına tıpkı 1999’da olduğu gibi, sınır dışına çıkma talimatı veriyordu. Birkaç ay önce alan hâkimiyeti savaşı veren PKK’liler açısından bu, kolay sindirilebilecek bir çağrı olmadığı halde, direktif Öcalan’dan gelmişti. (Yazının sonundaki kronolojiye bakınca PKK ve Öcalan’ın sürece yaklaşımı daha net anlaşılabiliyor).
AKP süreç boyunca barışı toplumsallaştıracak, Kürt hareketinin temel talebi olan ademi-merkeziyetçi bir yönetim sistemine geçilecek ve en önemlisi de dört parçadaki Kürtlerin ortak arzularını destekleyecek hiçbir adım atmadığı gibi, Güney ve Batı Kürdistan’da Kürtlere musallat olan IŞİD’i açıkça destekledi, destekliyor. Zira, AKP 2011’den beri belirlediği bölgesel hayallerin peşinden sürüklenmeye devam ediyor: Irak ve Suriye’de rejim “Yeni Türkiye” lehine değişecek, AKP yeni rejimlerin hamiliğini yapacak ve Kürtleri bunun üzerinden baskı altına alarak kısmî haklara ikna edip bölgedeki hegemonyasını taçlandıracak!
Değişen dengeler ve muhtemel gelişmeler
Ezcümle, AKP Kürt hareketini müzakere kurdelesi takılmış masada oyalayıp zaman kazanmayı, Suriye’deki durumun netleşmesiyle birlikte stratejisini kesinleştirmeyi bekliyor. Ancak, zaman akarken pozisyonlar ve güç dengeleri aynı kalmıyor. IŞİD’in Kobanê kuşatması hem Kürtler arası ihtilafları öteledi hem de Rojava’daki yeni sistemin tüm dünyada meşruiyete kavuşmasına vesile oldu. Bu noktadan sonra, artık ne IŞİD’in Rojava’da tutunması mümkün ne de AKP’nin Kürtlere karşı muktedir olması. Böylece, AKP tıpkı 2003’te Irak’ta olduğu gibi, 2014’te de Suriye’de ağır bir yenilgiyle karşı karşıya.
PKK komutanlarından Duran Kalkan’ın Eylül 2003’teki açıklamasını tekrar hatırlayalım: “1999’dan beri, beş yıldır uyguladığımız tek yanlı ateşkes, AKP yönetiminin gerillaya, halka ve genel başkanımıza [Abdullah Öcalan] karşı sürdürdüğü topyekûn saldırı karşısında işlemez hale geldi, anlamsızlaştı ve aşıldı.”
Bu da 11 yıl sonra, Cemil Bayık’ın yaptığı açıklama: “Türkiye politikalarını aynen sürdürdüğü için biz de silahlı birliklerimizi Türkiye'ye geri gönderdik. Meclis’te Suriye ve Irak tezkeresinin kabulü bize göre savaş ilanı anlamına geliyor. Tezkerede IŞİD sözü neredeyse hiç geçmiyor. Tezkere ile PKK'ye açıktan savaş ilan edilmiştir. Tezkerenin kabulüyle Türkiye barış sürecini sona erdirmiştir.”
Umudumuz o ki, Kalkan’ın açıklamasından sonra yaşananlar Bayık’ın açıklamasından sonra yaşanmasın. Ancak, AKP’nin agresif, Kürt karşıtı, IŞİD yanlısı stratejisi geleceğe dair umutları hayli zayıflatıyor. Daha da ötesi, Kürtlerin yeni, etkin ve meşru bir güç olarak Ortadoğu sahnesinde bir kez daha belirmesi Türkiye’de anti-Kürt dalgayı tetikleyebilir ve bu da toplumsal barış ihtimalini iyiden iyiye ufuktan silebilir.