Bu tespitin ardından, 17 Aralık 2004’de Brüksel’de yapılan zirvede, Türkiye’nin Ekim 2005 itibariyle müzakerelere başlayabileceği kararı verilmiştir. 3 Ekim 2005’te Lüksemburg’da gerçekleşen Hükümetler arası Konferansta ise, Türkiye müzakerelere resmen başlamıştır.
Üyelik süreci Türk tarafının beklentilerine uygun bir tempoyla ilerlemese de, hukuk düzeninin AB standartlarına uyumunu amaçlayan reformlara devam edilmiştir. Bu çerçevede, 12 Eylül 2010’da kabul edilen Anayasa değişikliği ve bunu izleyen yasal değişiklikler Türkiye’yi AB standartlarına bir adım daha yaklaştırmıştır. Nitekim, 2011 ilerleme raporunun çeşitli bölümlerinde 2010 Anayasa değişikliğinden övgüyle söz edilmiştir. Bu Anayasa değişikliğinin genel olarak özgürlük alanlarını genişlettiği, hukuk devleti güvencelerini güçlendirdiği ve sivilleşme politikalarına ivme kazandırdığı söylenebilir. Böyle olmakla beraber, bu Anayasa değişikliğinin en önemli yönü, hukuk devletinin güvencesi olan Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısı ve çalışma usullerinde gerçekleştirdiği değişiklikler olmuştur.
2010 dönemeci: AYM ve HSYK
Anayasanın ilk metnine göre AYM, 11 asıl, dört yedek üyeden oluşmakta, üyelerin bir kısmı doğrudan, bir kısmı dolaylı olmak üzere tümü Cumhurbaşkanınca atanmaktadır. 2010 değişikliği, Yüksek Mahkeme’nin üye sayısını 17’ye çıkararak, yedek üyelik statüsünü sona erdirmiştir. Bundan başka değişiklik, 17 üyeden üçünü seçme yetkisini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) tanıyarak, Yüksek Mahkeme’ye sınırlı bir demokratik meşruiyet sağlamıştır. Nihayet, bu değişiklikle, AYM’ye bireysel başvuruları inceleme yetkisi de tanınarak, Yüksek Mahkeme’nin iki daire ve bir genel kuruldan oluşması sağlanmıştır.
2010 Anayasa değişikliğinin, HSYK üzerindeki etkisi çok daha radikal olmuştur. Bu reform HSYK’nın üye sayısı, üye kompozisyonu ve üyelerin seçiminde izlenen yöntemi önemli ölçüde değiştirirken, Adalet Bakanı’nın Kurul kararları üzerindeki etkisini de zayıflatmıştır. Anayasanın ilk metnine göre HSYK, Adalet Bakanı ve Müsteşarı hariç olmak üzere, beş asıl beş yedek üyeden oluşmakta, üyelerin tümü Yargıtay ve Danıştay’ın gösterecekleri adaylar arasından Cumhurbaşkanınca seçilmekteydi.
Değişikliğe göre HSYK, 22 asıl 12 yedek üyeden oluşmaktadır. Evvelce olduğu gibi, Adalet Bakanı Kurul’un Başkanı, Müsteşar ise tabii üyesidir. Kurul’un dört üyesi Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan doğruya seçilmekte, geri kalan asıl ve yedek üyelerin seçiminde Yargıtay, Danıştay, Adalet Akademisi ve Adlî ve İdarî Yargı Hakim ve Savcıları yetkilendirilmektedir. Böylece, Kurulun üye sayısı, yargı organının büyüklüğü ile orantılı hale getirilerek, yargının tüm kademelerine kurulda temsil gücü sunulmuştur.
Yargı mensuplarının siyasî irade karşısında bağımsızlığı
Bundan başka, kurulun üç daire ve bir genel kuruldan oluşacağı hükme bağlanarak, kurul kararları üzerinde etkili bir itiraz denetimi yaratılmıştır. Anayasanın ilk metniyle, Kurul kararlarının tümüne sunulan yargı bağışıklığı kısmen ilga edilerek, Kurul’un meslekten ihraca ilişkin kararları yargı denetimine açılmıştır. Öte yandan, bu değişiklik, evvelce Adalet Bakanlığı müfettişlerine tanınan yargı mensuplarını denetleme yetkisini Kurul’a bağlı müfettişlere sunmuş, Adalet Bakanlığı müfettişlerini ise sadece adalet hizmetlerinin denetlenmesiyle yetkilendirmiştir. Böylece yargı mensuplarının siyasî irade karşısındaki bağımsızlığı önemli ölçüde güçlendirilmiştir.
2010 değişikliği, Adalet Bakanı’nın Kurul’un başkanı olduğu kuralını korumakla beraber, bakanın Kurul kararları üzerindeki etkisini zayıflatan hükümlere yer vermektedir. Değişik 159. maddenin 7. fıkrasına göre, Adalet Bakanı dairelerin çalışmalarına katılamayacaktır. Aynı fıkra, daire başkanlarını seçme yetkisini, HSYK Genel Kurulu’na tanımakta, bu konuda Adalet Bakanı’na inisiyatif sunmamaktadır. Değişik 159. maddenin 9. fıkrası ise, yargı mensuplarının teftişlerinin ilgili dairenin teklifi ve Adalet Bakanı’nın oluru ile Kurul müfettişlerine yaptırılacağını düzenlemektedir. Böylece teftiş sürecini harekete geçirme yetkisi, Adalet Bakanı’na değil, ilgili daireye tanınmaktadır. Maddenin 11. fıkrası ise, kurula bağlı bir genel sekreterlik kurulacağını, genel sekreterin ise kurulun göstereceği üç aday arasından, Kurul Başkanı tarafından atanacağını hükme bağlamaktadır.
Bu anayasa değişikliğini takiben, 11 Aralık 2010’da kabul edilen 6087 sayılı kanun da, Adalet Bakanı’nın HSYK kararları üzerindeki etkisini zayıflatan düzenlemelere yer vermiştir. Gerçekten, kanunun 6. maddesine göre, Adalet Bakanı, disiplin işlerinin görüşüldüğü Genel Kurul toplantılarıyla, dairelerin çalışmalarına katılamayacaktır. Bu, Adalet Bakanı’nın yetkileri üzerinde önemli bir kısıtlamayı ifade etmektedir. Kanunun 8. maddesi, Adalet Bakanı Müsteşarı’nın, birinci dairenin üyesi olduğunu hükme bağlamakta ve kendisinin üyesi bulunduğu dairenin başkanlığına seçilemeyeceğini düzenlemektedir. 6087 sayılı kanunun 29. ve 30. maddeleri Adalet Bakanı’nın Genel Kurul, Müsteşar’ının ise üyesi olduğu birinci dairenin toplantılarına katılmayarak, Kurul çalışmalarını engellemesini önleyecek hükümlere yer vermiştir.
29. maddeye göre, Genel Kurul, Adalet Bakanı başkanlığında toplanır. Genel Kurul’un, üye tamsayısının salt çoğunluğunun imzası ve görüşülmesi talep edilen konuyu belirtmesi üzerine, Adalet Bakanı, Kurul’u olağanüstü toplamak zorundadır. Genel Kurul’un toplantı yetersayısı 15, karar yetersayısı ise katılanların salt çoğunluğudur. Bu hüküm, Adalet Bakanı’nın, dilediğinde Kurul’u toplamamak gibi bir seçeneğinin olmadığını göstermektedir. Üstelik, Genel Kurul’un toplantı yetersayısı 15 olup, 22 üyeden oluşan Kurulun 15’i hâkimlik mesleğinden gelmektedir. Bu durumda, hâkimlik mesleğinden gelen üyeler, her zaman için, toplantı yetersayısını oluşturacak güçtelerdir.
Kanunun 30. maddesi, dairelerin toplantı ve karar yetersayısını düzenlemektedir. Yedi üyeden oluşan dairelerin toplantı yetersayısı beş, karar yetersayısı ise toplantıya katılanların salt çoğunluğudur. Öte yandan, her dairenin üye tamsayısının salt çoğunluğu, görüşmeyi talep ettikleri konuyu açıkça belirtmek suretiyle, Daire Başkanı’nın ilgili daireyi olağanüstü toplantıya çağırmasını sağlayabilecektir. Şu halde, ne Adalet Bakanı Genel Kurul’un, ne de Müsteşar, üyesi bulunduğu Birinci Daire’nin toplanmasını engelleyecek bir güce sahiptir.
Bu açıklamalar, 2010 Anayasa değişikliği ile bu değişikliği esas alan 6087 sayılı Kanun’un, hakim ve savcıların bağımsızlıklarını geçmişe kıyasla belirgin bir biçimde güçlendirdiğini, siyasî iradenin yargı düzeni içindeki etkisini ise, önemli ölçüde zayıflattığını göstermektedir. Nitekim, Venedik Komisyonu da, gerek 2010 Anayasa değişikliği, gerekse 6087 sayılı HSYK Kanunu hakkında, hükümete olumlu görüş sunmuştur. Komisyona göre bu değişiklik, Türkiye’de yargının bağımsızlığını güçlendirecek mahiyettedir.
Çoğulcu demokrasi yönünden çoğunlukçu demokrasiye
Bir kısmına yer verdiğimiz 2010 Anayasa değişikliğinin, askerî yönetimin mirası olan AYM ve HSYK gibi vesayet kurumlarını, demokratik dünyadaki emsallerine uygun bir yapıya kavuşturması, haklı olarak, iç ve dış kamuoyunda Türkiye’nin çoğulcu demokrasi yönünde önemli bir dönüşüm geçirdiği izlenimini yaratmıştır. Ne var ki, hükümetin Mayıs- Haziran 2013’te Gezi Parkı’nda başlayan ve ülke geneline yayılan gösteriler sırasında ve sonrasında izlediği politikalar, Türkiye’de yaşanan dönüşümün çoğulcu demokrasi yönünde değil, çoğunlukçu demokrasi yönünde olduğunu göstermektedir. Bu olaylar sırasında gösterilere katılan 11 kişi hayatını kaybetmiş, Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre, 8.163 kişi yaralanmış, yaralılardan 11’i gözlerini kaybetmiş, çok sayıda kişi gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır.
Bu veriler, emniyet güçlerinin anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri hürriyetinden yararlananlar üzerinde ölçüsüz bir güç kullandıklarını, bunun ise Anayasanın Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanmasını düzenleyen 13. maddesine, İfade Hürriyeti’ni düzenleyen 26. maddesine, Toplanma Hürriyeti’ni düzenleyen 34. maddesine aykırı olduğunu göstermektedir. Öte yandan, bu uygulamalar, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve 1989’da bağlayıcılığını kabul ettiği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları’na da aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle hükümetin Gezi olayları karşısında sergilediği tutum, Türkiye’nin 2000’lerin ilk yıllarında başlayan demokratikleşme dalgasını adeta tersine çevirerek, ülkenin Avrupa normlarından hızla uzaklaşmasına yol açmıştır.
Yolsuzluk operasyonları ve hukuk devletinden kopuş
Türkiye 17 Aralık 2013’ te, benzerine evvelce rastlanmayan büyük bir yolsuzluk operasyonuna sahne olmuştur. Bu operasyon, hükümette görev yapmakta olan dört Bakan (Egemen Bağış, Zafer Çağlayan, Erdoğan Bayraktar ve Muammer Güler) ile bakan çocukları ve Azeri iş adamı Rıza Sarraf’ın yolsuzluk yapmak suretiyle, büyük bir haksız kazanç temin etmelerini konu almaktadır.
Bu iddialar karşısında hükümet, demokratik bir hukuk devletinde olması gerektiği gibi, suç isnatlarının bağımsız bir yargılamaya konu olmasını, isnatlar doğru ise suçluların cezalandırılmasını, değil ise aleyhinde suç isnat edilenlerin aklanmalarını teşvik etmek yerine, yargıyı kontrol altına alacak bir dizi yasal değişiklik gerçekleştirmiştir. Bu maksatla 15 Şubat 2014’ te kabul edilen, çok sayıda kanunu değiştiren 6524 sayılı Kanun, yargıyı hükümetin kontrolüne sunan pek çok hükme yer vermiştir.
6524 sayılı Kanun, 24 Şubat 1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu; 29 Mart 1984 tarihli ve 2992 sayılı Adalet Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun; 27 Mart 2003 tarihli ve 4954 sayılı Türkiye Adalet Akademisi Kanunu; 11 Aralık 2010 tarihli ve 6087 sayılı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu ve 30 Mart 2011 tarihli 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’da değişiklikler gerçekleştirmiştir. 6524 sayılı Kanun’un çok sayıda kanun üzerinde yaptığı, hukukçular tarafından dahi incelenmesi fevkalade güç olan bu değişikliklerin bir kısmı şöyledir:
a. Hakim ve savcıların, mesleki bilgi ve görgülerini artırmak üzere, yurtdışına gönderilmelerinde evvelce Adalet Bakanı ve HSYK tarafından birlikte kullanılan yetki, 6524 sayılı kanunla, Adalet Bakanı’na tanınmıştır. Böylece yargı mensuplarının mesleki gelişimleri üzerinde karar verme yetkisi, doğrudan doğruya siyasi iradeye bağlanmıştır.
b. Hakim ve savcıların, yurt dışındaki temsilciliklerde ve uluslararası mahkemelerde görevlendirilmesi evvelce kendilerinin muvafakatleri alınarak, HSYK’nın izni ve Bakanlık oluru ile yapılmaktaydı. 6524 sayılı Kanun, HSYK’nın izin şartını ortadan kaldırmıştır.
c. 6524 sayılı Kanun, hakim ve savcıların meslek içi eğitimlerinde HSYK’nın sahip olduğu rolü de zayıflatmıştır.
d. 6524 sayılı Kanun, hakim ve savcıların meslek içi eğitimlerini gerçekleştiren Türkiye Adalet Akademisi’nin Başkan ve yardımcılarının belirlenmesinde, doğrudan doğruya Adalet Bakanı’nı yetkilendirmiştir. Oysa, Türkiye Adalet Akademisi Başkanı ve yardımcılarının belirlenmesinde, evvelce Akademi Yönetim Kurulu’na adayları önerme yetkisi tanınmakta, Adalet Bakanı ise bu adaylar arasından uygun gördüklerini seçerek atama yetkisini kullanmaktaydı.
e. 6524 sayılı Kanun, Türkiye Adalet Akademisi Yönetim Kurulu’nun kompozisyonunu da değiştirmiştir. Evvelce Yargıtay ve Danıştay temsilcileri, Kurul’da çoğunluk oluştururken yeni düzenlemeyle bakanlık temsilcilerine çoğunluk sağlanmıştır.
f. 6524 sayılı Kanun, 6087 sayılı HSYK Kanunu üzerinde de önemli değişiklikler yapmıştır. Bunlardan biri, 6087 sayılı Kanun’un 8. maddesine ilişkindir. Kanunun 8. maddesi ilk metninde, HSYK’nın, ilgili dairelerinde görev yapacak asıl ve yedek üyeleri belirleme yetkisini, Genel Kurul’a sunmakta, dairelerin başkanlarını belirleme yetkisini ise, ilgili dairelerin üyelerine tanımaktaydı. 6524 sayılı Kanun’un yaptığı değişiklikle, dairelerin üyelerini belirleme yetkisi, Adalet Bakanı’na tanınmıştır. Aynı kanunla, daire başkanlarının her dairenin önereceği iki aday arasından, HSYK Genel Kurulu tarafından seçileceği hükmü getirilmiştir. 6524 sayılı Kanun’un, 6087 sayılı Kanun üzerinde yaptığı bu değişiklik, Anayasa Mahkemesi tarafından isabetli olarak, anayasaya aykırı bulunmuş ve iptal edilmiştir.
g. 6524 sayılı Kanun, 6087 sayılı HSYK Kanunu’nun 6. ve 7. maddelerini değiştirerek, evvelce HSYK Genel Kurulu’na ait olan HSYK Teftiş Kurulu Başkanı’nı atama yetkisini, Kurul Başkanı’na yani Adalet Bakanı’na tanımıştır. Bu değişiklik de, Anayasa Mahkemesi tarafından, anayasaya aykırı görülerek iptal edilmiştir.
h. 6524 sayılı Kanun, 6087 sayılı HSYK Kanunu’nın 15. maddesini değiştirerek, Kurul Müfettişlerini atama yetkisini, Birinci Daire’nin her boş yer için göstereceği iki katı kadar aday arasından, Genel Kurul’a tanımaktadır. Böylece, Anayasanın 159. maddesi ve kanunun önceki düzenlemesi gereğince, münhasıran HSYK Genel Kurulu tarafından kullanılan yetki, Birinci Daire’nin iradesiyle sınırlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi bu hükmü de anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir.
ı. 6524 sayılı Kanun, 6087 sayılı Kanun’un 29. maddesini değiştirerek, bu maddenin 2. fıkrasıyla, Adalet Bakanı’na, HSYK’ nu olağanüstü toplantıya çağırma konusunda çok geniş bir takdir yetkisi tanımıştır. Anayasa Mahkemesi, bu değişikliği iptal etmiştir.
j. 6524 sayılı Kanun, 6087 sayılı Kanun’un 36. maddesini değiştirerek, evvelce Genel Kurul’a ait olan, Kurul’un seçimle belirlenen üyeleri hakkında soruşturma açma yetkisini Adalet Bakanı’na tanımış; benzer şekilde evvelce Genel Kurul’a ait olan soruşturma komisyonunu belirleme yetkisini de Adalet Bakanı’na sunmuştur. Anayasa Mahkemesi bu değişiklikleri iptal etmiştir.
k. 6524 sayılı Kanun, 6087 sayılı Kanun’un 19. maddesini değiştirerek, HSYK’nın Yargıtay, Danıştay ve Adalet Akademisi’nden gelen üyeleriyle, adlî ve idarî mahkemelerden gelen üyelerinin belirlenmesinde izlenen seçim yöntemini, farklı usullere tabi kılmıştır. Böylece, Yargıtay, Danıştay ve Adalet Akademisi’nden gelen üyelerin belirlenmesinde, ilgili kurumların genel kurulları evvelce olduğu gibi tek bir oy hakkına sahip olacak, adli ve idari mahkemelerde görev yapan üyeler ise kendi emsallerini seçerlerken, üye sayısı kadar oy kullanabileceklerdir. Bu değişiklikle hükümetin, HSYK’nın üye kompozisyonunu kendi eğilimleri yönünde şekillendirmek istediği izlenimi doğmaktadır. Ne var ki, Anayasa Mahkemesi, bu değişikliği Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı görerek iptal etmiştir.
6524 sayılı Kanun’un, çeşitli kanunlar üzerinde yaptığı değişikliklerin ancak bir bölümüne yer verebildiğimiz bu açıklamalar, anılan kanunun asıl amacının yargı kurumu üzerinde hükümet kontrolünü güçlendirmek olduğunu göstermektedir. Böyle bir amacın, hukuk devletinin olmazsa olmazı olan yargı bağımsızlığı ile bağdaşmadığı açıktır. Böylece, Türkiye 2000’lerin başından itibaren Kopenhag siyasî kriterlerinin bir unsuru olan, hukuk devletini güçlendirecek anayasal ve yasal reformlara yönelmişken, 17 Aralık operasyonlarının ardından otoritarizmin bir unsuru olan kanun devletine doğru dönüşüm göstermiştir.
“Torba kanun” hakimiyeti
Burada üzerinde durulması gereken bir başka husus ise, hükümetin uzun zamandan beri süregelen torba kanun yapma eğilimi ile ilgilidir. Bu eğilim, yeni olmayıp 2000’lerin ilk yıllarından itibaren yasama sürecine hakim olmuştur. Ne var ki, 2000’lerin ilk yıllarında, torba kanun yapma, yani tek bir kanunla yürürlükteki çok sayıda kanunu değiştirme yönteminin hedefi, hukuk düzenine hakim olan otoriter ve yasakçı normları, hızla değiştirerek Türkiye’nin AB standartlarına uyumunu sağlamaktı.
Son zamanlardaki, özellikle 17 Aralık operasyonları sonrasındaki torba kanun uygulamasının amacı ise, hukuk düzenini AKP lider kadrosunun siyasî tercihleri yönünde şekillendirmek, böylece çoğunluk partisinin eğilimini idarî düzene ve yargı bürokrasisine hakim kılmaktır. Böyle bir eğilimin ise, Avrupa demokrasisinin temelini oluşturan çoğulculuk ve hukuk devleti kavramlarıyla bağdaşmadığı açıktır.
Yaklaşan Cumhurbaşkalığı seçimi ile müteakip genel seçimlerin sonuçları, Türkiye demokrasisinin çoğulculuk esasına dayanan Avrupa demokrasileri yönünde mi, yoksa kutuplaşma, dışlama, çoğunlukçuluk esasına dayanan otoriterleşme yönünde mi evrileceğini gösterecektir.