Cumhurbaşkanlığı seçimleri: Rejim ve anayasa tartışması

Teaser Image Caption
Tolga Sezgin / NarPhotos

Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmaları yeni değil. Turgut Özal, cumhurbaşkanı seçildikten sonra (1989-1993), zaman zaman başkanlık sistemi lehinde çıkışlarda bulundu. Özal’a yakın muhafazakâr siyasetçiler tarafından kurulan Yeni Parti liderleri de, Özal’ın Çankaya’daki görevi sona erdikten sonra, partinin başına geçerek yeniden siyasî mücadeleye başlayacağını iddia ediyorlardı. Buna göre Özal, bu yeni dönemde başkanlık sistemine geçilmesi için çaba harcayacaktı. Özal’ın ani ölümüyle bu tartışma sönümlendi.

AKP’de tercihleri başkanlık sistemi lehine olan isimler mevcut olsa da, partide bu konunun sistematik olarak gündeme getirilmesi, 2007 referandumundan sonra belirginleşti. Bu referandumla cumhurbaşkanının doğrudan seçimle belirlenmesinin kabul edilmesi başkanlık tartışmalarını yeniden canlandırdı. 2011 seçimlerinden sonra, TBMM’de grubu bulunan her partinin eşit sayıda temsilci göndermesiyle oluşturulan Anayasa Komisyonu çalışmalarına devam ederken, AKP başkanlık sistemi önerisini komisyona getirdi. Bu öneriye kadar komisyon çalışmalarında önemli mesafe alınmıştı. AKP’nin söz konusu önerisi, Anayasa Komisyonu’nun çalışmalarını ciddi biçimde ipotek altına aldı ve sonuçta komisyon işlevini sürdüremediği için lağvedildi.

Türkiye’de merkez sağ geleneğin zaman zaman dile getirdiği başkanlık sistemi tercihi, geleneksel olarak güçlü yürütmeden yana olmalarıyla ilişkilidir. Merkez sağ geleneğe göre, yasamanın içinden güçlü yürütme çıkamaması sadece yasama içerisinden kaynaklanan engellerle ilgili değildir. Bu engeller daha çok devletin “seçilmemiş seçkinlerinden”; yani yargı ve ordudan kaynaklanır. Soğuk Savaş döneminde, Demirel başbakan olarak daha güçlü olması gerektiğini “demokratik otorite” ihtiyacı üzerinden dillendirirdi.

1982 Anayasası’yla Senato ortadan kaldırıldı, ama yargı ve ordunun siyaset alanını sınırlama kapasitesi artarak devam etti. Cumhurbaşkanları, “yazılmamış kurallar” gereği ordudan geldiğinde, (merkez sağ) siyaset alanı daha da daralmaktaydı. Fakat buna dair itirazlar, Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle gerilemeye başladı. Merkez sağ gelenek, sivil cumhurbaşkanı çıkarma özgüvenini kazanınca, bu makamın yetkileri tartışma konusu edilmemeye, hatta az bulunmaya başlandı. Laik kimliğiyle bilinen Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemi hariç (2000-2007) tutulursa, bir bütün olarak sağ partiler, ülkedeki siyasî dengeler nedeniyle cumhurbaşkanlarını belirleme gücünün artık kendilerinde olduğuna dair özgüven kazandılar. Bu noktadan sonra “sivil cumhurbaşkanları” özellikle ordu ve yargı kaynaklı müdahalelere karşı bir denge unsuru olarak görülmeye başlandı.

Kısaca verdiğimiz bu tarihsel bağlam açısından bakıldığında AKP’nin başkanlık sistemi talebi ne anlama gelmektedir? 2010 referandumuyla, ordu ve yargı kaynaklı müdahale ihtimali büyük ölçüde ortadan kaldırıldığına göre, sağ gelenekten gelen sivil cumhurbaşkanının güçlü bir denge unsuru olmasını gerektiren zorunluluk da ortadan kalkmış demektir. Başka bir ifadeyle, merkez sağ geleneğin on yıllardır dillendirdiği, “yasama ve onun içinden çıkmış yürütmenin, seçilmemiş seçkinlerce kuşatılması” 2010 referandumuyla tarih olmuştur.

Bu durumda, AKP’nin söz konusu tercihini neye dayandırdığını anımsamamız yerinde olur. AKP’nin “2023 Vizyonu” belgesinde siyasal sistem değişimi şöyle temellendiriliyor: “Cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören referandum kararından sonra, Türkiye’de siyasî sistem değişikliği bir zorunluluk halini almıştır… Partili cumhurbaşkanı, yarı-başkanlık veya başkanlık sistemleri bu çerçevede tartışılmalıdır…Türkiye’nin yönetimde istikrarı kaybedip güçsüz, zayıf ve her tür müdahaleye açık iktidarlara mahkûm olmaması için; halkın iradesinin yönetime daha etkin yansıdığı; yasama ve yürütme kuvvetlerinin tam ayrı ve bağımsız olduğu; yürütmenin yasama tarafından etkin denetlenebildiği; istikrarlı, etkin, güçlü ve tekbaşlı bir yürütmenin olduğu; krizlerin ve her tür sorunun çözümü için daha cesur ve hızlı kararlar alınabildiği; halka hesap verme ve halkın hesap sorması bakımından açıklık ve şeffaflığın bulunduğu bir sisteme geçilmesi zaruridir.”1

Bu alıntıda üç alternatif önerinin yapıldığı görülmektedir: Partili cumhurbaşkanı, yarı-başkanlık veya başkanlık. Parlamenter sistemi savunanların yukarıdaki iddialara yanıtlarını da kısaca ortaya koymaya çalışalım. Türkiye’de çok partili siyasal hayata geçildikten bu yana, yaklaşık 70 yıldır parlamenter sistem içerisince ciddi bir deneyim elde edilmiştir. Bu sistem içerisinde bazı krizler yaşandıkça, sistemin kendi içinden bazı çözümler ortaya çıkmıştır.

Sözgelimi 1982 Anayasası cumhurbaşkanına, fiilî yarı başkanlık olarak yorumlanabilecek geniş yetkiler tanıdığı halde, cumhurbaşkanları bazı yetkilerini kullanmamayı tercih ederek bu yönde bir teamül oluşturmuşlardır. Kenan Evren bile kendisine tanınan, “Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek”, “gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulu’nu başkanlığı altında toplantıya çağırmak” anayasal yetkilerini kullanmamıştır. Böylece, fiilî yarı başkanlık sistemini gerçekliğe dönüştürebilecek bazı yetkiler kullanılmadığı için, başbakanların daha merkezî ve güçlü olduğu parlamenter sistem lehine bir deneyim ortaya konmuştur.

Oysa Erdoğan’ın kurmayları, yukarıda bahsedilen yetkilerin Erdoğan tarafından kullanılabileceğini iddia etmektedirler. Yine unutulmaması gereken bir husus, 2007’ye kadar yarı başkanlık sistemini andıran bazı yetkileri olmasına rağmen, cumhurbaşkanlarının TBMM içerisinden seçilmeleri geleneğinin, onları başbakanlar karşısında daha ikincil bir konumda tuttuğu gerçeğidir. Cumhurbaşkanları doğrudan halk tarafından seçilmedikleri için, yetki alanlarını zorlamalarını getirebilecek bir meşruiyetleri yoktu. Oysa 2014’te doğrudan seçilecek cumhurbaşkanı böylesi bir meşruiyet iddiasında bulunabilecektir.

AKP’nin 2023 vizyonunda “tekbaşlı bir yürütme” talebi vardır. Oysa 2014 cumhurbaşkanlığı seçimiyle beraber, parlamenter sistem ve yarı başkanlık sistemi arasında gidip gelen, potansiyel olarak iki başlılığa açık bir durum yaratmış olacağız. Bu potansiyel durum, Erdoğan gibi bir liderin cumhurbaşkanlığında çok daha hızla gerçekliğe dönüşecektir.

2015 genel seçimlerinde muhalefet partilerinden bir iktidar seçeneği oluşması durumunda yürütmedeki iki başlılık çok daha keskin çatışmalara ve istikrarsızlığa yol açabilecektir. Bu durumda Erdoğan’ın, Özal’ın DYP-SHP Koalisyonu sırasında içerisine düştüğü meşruiyet kaybı ve güçsüzlük hissini tekrar tecrübe etme ihtimali söz konusu olabilecektir.

Erdoğan’ın bu ihtimalleri öngörerek, 2015 genel seçimleri sonrasında yarı başkanlık veya başkanlık sistemi lehinde anayasal düzenlemeleri zorlayacağı tahmin edilebilir. Fakat bu siyasî hedefin gerçekleşmesi kolay olmayacaktır. Yaklaşan genel seçimler 2014 yerel seçimlerine benzer bir tablo ortaya koyarsa, AKP’nin tek başına anayasa değiştirebilecek çoğunluğa ulaşması mümkün olmayacaktır. Bu durumda HDP’den destek alınması zorunlu hale gelebilecektir. HDP’ninse merkeziyetçi yapının aynen muhafazası üzerine inşa edilecek bir başkanlık sistemine onay vermesi ihtimali çok zayıftır.

Buradaki kritik soru şudur: AKP, büyük çaplı bir yerinden demokratik yönetim reformu gerçekleştirmeye hazır mıdır? AKP iktidarının bugün elinde tuttuğu muazzam merkezi gücü paylaşmasını zorunlu gale getirecek bir anayasal düzenlemeye gitmesi beklenebilir mi? Böyle bir hamleyi AKP’den beklemek gerçekçi gözükmüyor. Zaten temel mesele de budur.

AKP, Türkiye siyasetinin en büyük sorunu olan diğer siyasî aktörlerle yetki ve güç paylaşımını getirecek bir anayasal düzenlemeyi kabul etmek bir yana; elinde tuttuğu muazzam siyasî gücü kalıcı hale getirecek, hatta arttıracak arayışlar peşinde. Bu güç maksimizasyonu arayışının kendisi kaçınılmaz olarak istikrarsızlık üretmektedir.

AKP’nin sistem değişikliği önerisinin temel gerekçeleri, “halkın iradesinin yönetime daha etkin yansıması; yasama ve yürütme kuvvetlerinin tam ayrı ve bağımsız olması; yürütmenin yasama tarafından etkin denetlenebilmesi” olarak ortaya konmakta. Bu taleplerin mevcut parlamenter sistem içerisinde karşılanamayacağı iddiası inandırıcı olmaktan uzaktır. Halkın iradesinin yönetime daha etkin yansıması için, parlamenter sistem içerisinde yapılabilecekler tüketilmiş midir? Yüzde 10 seçim barajının ortadan kaldırılabilmesi bile bu konuda büyük bir rahatlama sağlayabilir(di). Yine Siyasi Partiler Yasası’nda değişiklikler yapılarak, milletvekillerinin liderlerin kurşun askerleri olmalarını getiren durum ortadan kaldırılabilirdi.

Amaç merkeziyetçi yapının daha da güçlendirilmesi

Başka bir ifadeyle, parlamenter sistem içerisinde kalınarak da yasama ve yasamanın yürütme üzerindeki denetim işlevi güçlendirilebilirdi. 2002 genel seçimlerinde yüzde 5 seçim barajı olsaydı, AKP 266 sandalye kazanabilecekti. Aynı seçimde AKP, 363 sandalye kazanarak anayasayı değiştirebilecek bir konuma ulaştı. Önümüzdeki genel seçimlere yüzde 10 seçim barajıyla gireceğimiz basit gerçeği bile, yasamanın güçlenmesinin ne kadar istendiği konusunda fikir verebilecek bir olgudur.

Parlamenter sistemde tam anlamıyla gerçekleştiremediğimiz “yürütmenin yasama tarafından etkin denetlenebilmesi” görevinin, başkanlık sisteminde daha etkin gerçekleştirebileceğinin garantisi nedir? Ülkeyi kararnamelerle yönetecek bir başkanın, TBMM’deki parti gurubunu ve başbakanlığı da denetimi altına alması durumunda, mevcut halden de geriye düşülecektir. Yasamanın yürütme karşısında güçlenmesi, ama yürütmenin de daha etkin çalışabilmesi, parlamenter sistem içerisinde de elde edilebilecek hedeflerdir. Asıl amacın mevcut merkeziyetçi yapının daha da güçlendirilmesi olduğunu görmek için siyaset bilimci olmaya gerek yoktur.

Hem mevcut parlamenter sistemimiz hem de AKP’nin başkanlık sistemi önerileri, demokratikleşme sürecimizin derinleşmesini sağlayabilecek çözümlerden uzaktır. Türkiye mevcut merkeziyetçi yönetim yapısını koruyarak, hatta güçlendirerek meselelerini çözüme kavuşturamaz. Asıl mesele, bütün yasal ve enformel güç pozisyonlarını tekelleştirmeyi amaçlayan tekçi ve merkeziyetçi yapıyı dönüştürmektir. Bu da çok aktörlü bir siyaset gerçeğini kabul ederek, aktörler arasında güç ve yetki paylaşımını esas alan reformlarla mümkündür.

Böylesi reformlar, parlamenter sistem içerisinde de gerçekleştirilebilir, başkanlık sistemi içerisinde de. Kanaatim, gerekli reformların 70 yıldır ciddi tecrübe biriktirdiğimiz parlamenter sistem içerisinde yapılmasının daha kolay olacağı yönündedir. Sözgelimi, cumhurbaşkanının üniversite rektörlerini “atamasını” ilke olarak yanlış buluyorsak, bu türden yetkilerin asıl muhataplarına, yani üniversitelere bırakılması gerektiğini savunmamız gerekir. Cumhurbaşkanı, yargı erkinin seçimlerinde nereye kadar söz sahibi olabilmelidir? TBMM, yargı mensuplarının seçimlerine iştirak edecekse, bunun partiler arasında işbirliğini zorunlu kılacak “nitelikli çoğunluk” gerektiren seçim usûlleriyle olması daha doğru değil midir? Görüldüğü gibi, asıl mesele, sistem meselesinden ziyade demokratik zihniyet ve yapıların nasıl işlevsel hale getirileceğiyle ilgilidir.

Yerinden demokratik yönetim reformu

Mevcut yerel yönetim anlayışımız ve yapımızı koruyarak başkanlık sistemine geçiş ise telafisi mümkün olmayan sorunlara gebedir. Bugün yerel yönetim mevzuatımız, “güçlü başkan zayıf meclis” anlayışına dayalıdır. Başka bir ifadeyle, yerel yönetimlerde başkanlık sistemine zaten geçmiş durumdayız. Merkezî sistemin de başkanlık haline gelmesi, yerel ve merkezî alanların ikisinde de yasamanın etkisizleştiği bir durumu daha da derinleştirecektir.

Oysa yapılması gereken tam tersidir: Yerel alanda, “güçlü meclis, etkin başkanlık” anlayışını oturtabilmek, ancak Ankara’da da aynı durumun yasama lehine oluşabilmesine bağlıdır. Başka bir ifadeyle, parlamenter sistemimizi yerel yönetimlerin güçlenmesi lehinde dönüştürmemiz gerekiyor. Yerinden demokratik yönetim reformunu gerçekleştirmek, 21. yüzyıldaki en temel sistem meselemizdir. Tartışmanın başkanlık sistemine kilitlenmesi, esas meselenin bilinçli olarak ötelenmesine yol açıyor.

Sadece Kürtlerin değil, tüm Türkiye’nin bu şekilde yönetilmesi artık mümkün değildir. Düşünün, okullara dağıtılacak süt ihalesinin bile merkezden yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu meselenin bile yerel yönetimlere ve okul aile birliklerine devredilemediği bir Türkiye istikrarsızlıktan kaçamaz. Başkanlık sisteminin en basit ifadeyle yanlış teşhis ve tedavi anlamına geldiği açıktır. Yerinden demokratik yönetim reformu veya devrimi, 21.yüzyılda demokratik bir cumhuriyet olup olamayacağımızın kilit meselesi olmaya devam ediyor.

-------------------------------------------------

1 AK Parti 2023 Siyasi Vizyon, Siyasal Sistem  http://www.akparti.org.tr/site/akparti/2023-siyasi-vizyon#bolum_