Yanlış bir kelime tutuklanmaya neden olabilir…

Ralf Fücks

Başbakan Erdoğan’ın birkaç hafta önce Alman siyasi dernekleri, Kürt İşçi Partisi PKK’yı siyasi ve maddi olarak desteklemekle itham etmesi tesadüf değil. İddialar zeminsiz olmakla beraber belli bir amaca, Kürt sivil muhalefetini uluslararası düzeydeki ilişkilerinden yalıtmaya ve bunlarla yapılacak her türlü işbirliğinin önünü kesmeye hizmet ediyor.

Oysa özellikle şu günlerde sivil Kürt inisiyatifini yalnız bırakmamak son derece önemli, zira bu hareket büyük bir baskı altında. Birçok örnek arasından bir tanesini ele alacak olursak: Büşra Ersanlı 31 Ekim tarihinde tutuklandı. Ersanlı, meclis bünyesindeki anayasa komisyonunda Kürt Barış ve Demokrasi Partisi’ni (BDP) temsil ediyor. Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde profesörlük yapan Ersanlı, BDP yönetim kurulu üyesi olmanın yanı sıra tanınmış bir insan ve kadın hakları savunucusu.

Evinin aranması sırasında kolluk kuvvetlerinin bulduğu notlara dayanarak, nöbetçi hâkimin kendisine şu soruları yönelttiği biliniyor: “Notlarınızda ‘kendi kaderini belirleme hakkı’, ‘idarenin yerel yönetimlere bırakılması’ gibi cümlelere rastlandı, bunları neden yazdınız? ‘İspanya örneği’ notunuzda ne demek istediniz? Neden ‘Türk vatandaş’ değil de, ‘Türkiye vatandaşı’ yazdınız? Roj TV’nin (Danimarka’dan yayın yapan, PKK’ya yakın bir televizyon kanalı) bir programına neden davet edildiniz?”

Hâkim, Büşra Ersanlı hakkında, “Kürdistan Topluluklar Birliği”ne (KCK) üye olmaktan tutuklama kararı verdi. KCK, Türk yetkili makamları tarafından PKK’nın öncü bir örgütü olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştı. Öte yandan tutuklamaların olduğu akşam kültür bakanıyla bir yemeğe davetli olan uluslararası tanınırlığa sahip yayıncı Ragıp Zarakolu da Ersanlı’yla beraber gözaltına alındı. Pazartesi günü gözaltına alınan kişilerin toplam sayısı 42. Kimlerin KCK’ya üye olduğu gerekçesiyle tutuklandığını ayırt etmek giderek zorlaşıyor. BDP, tutuklu bulunan ve aralarında belediye başkanları ve yerel yöneticilerin yanı sıra gazeteci, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu aktivistlerinin de bulunduğu toplam 3 bin 548 kişiyi adlarıyla biliyor. Bütün bu şahıslar şiddet fiilleri nedeniyle değil, fikir suçları nedeniyle tutuklu bulunuyor. Bunlar için siyasi suçlu dışında bir tanım mümkün görünmüyor. Toplam sayı tahminen 4 bin civarında. Türk Terörle Mücadele Kanunu, tutukluları on yıla kadar gözaltında tutmaya imkân tanımakta.

PKK’nın taş devrinden kalma, uğursuz bir güç olduğu ve suikastlar, saldırı ve adam kaçırma eylemleriyle şiddet döngüsünü giderek daha da tırmandırdığı su götürmez. Ne var ki, bu örgütle mücadelenin, hükümet, ordu ve yargının PKK’nın gerçek ve sözde sempatizanlarına karşı uyguladığı yöntemleri meşru kılıp kılmadığı ya da yürütülen bu politikanın PKK’yı kuvvetlendirmekten başka bir işe yarayıp yaramadığı pekâlâ tartışılması gereken bir gerçek.

Heinrich Böll Stiftung Derneği Ofisi yöneticisiyle ekim ayının başında Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan bir bilgi edinme seyahatine çıktım. Durum hakkında geniş bilgi edinmek için avukat, Kürt siyasetçiler ve sivil toplum kuruluşlarıyla sayısız görüşme yaptık. Daha iki yıl öncesine kadar, Erdoğan’ın Kürtlere karşı farklı bir yol izleyeceği izlenimi hâkimmiş bölgeye. Kürtçe yayın yapan medya organlarına izin çıkmış ve silahlı çatışmanın sona erdirilmesi için PKK’yla gayrı resmi görüşmeler yürütülmüş.

Bugünse, Türkler ile Kürtler arasındaki ilişkiye sadece kısa süreliğine hâkim olan bu ılımlı havadan eser yok. PKK bir kez daha gerilla savaşına girişti ve muhafazakâr AKP, Kemalist seleflerinin baskıcı politikalarını devraldı. Hükümet, iki tarafta da derin yaralar bırakmış çatışmayı, siyasi yöntemlerle çözmek konusunda hevesli görünmüyor. Bu durum Kürt otonomi çabalarının özellikle iki alanında ön plana çıkıyor: Anadilde eğitime izin verilmesi ve Kürt belediye ve bölgelerine daha geniş karar hakkı tanınması. Buna benzer taleplerde bulunan kişiler, PKK destekçisi olarak gözaltına alınmayı göze almak durumunda kalıyor. Nitekim bir Kürt gazetesinin yayıncısı, hâlihazırda hapishanede bulunuyor. Belediye hizmetleriyle ilgili bilgilendirme broşürlerini çok dilli olarak bastırdıkları için yerel yöneticiler tutuklanıyor.

Oysa otuz yıldır yaşanan çatışmalar Kürt sorununun askeri yolla halledilemeyeceğini açıkça gösterdi. Şu günlerde yaşanan tutuklama dalgası nedeniyle Türk hükümeti barışçıl bir çözüm yolunu olanaklı kılacak bir dinamiği, yani ülkenin siyasi şekillendirilmesine katılacak bir sivil Kürt muhalefeti yitirmek üzere.

Tam da Türkiye’nin yeni bir anayasa üzerinde çalışmayı düşündüğü bir dönemde, söz konusu muhalefetin bu sürece dâhil edilmesi hayati öneme sahip. Bunun için devletin temeli olarak etnik-milliyetçi “Türklük” anlayışından uzaklaşılması gerekiyor. Yeni anayasa Türkiye’nin etnik, kültürel ve dini çeşitliliğine tekabül edebilmeli. Böyle bir tartışmaya izin vermeyen bir anayasa yazma sürecini, demokratik olarak adlandırmak mümkün değil. BDP üyesi milletvekilleri son tutuklamalara tepki olarak bu koşullar altında bir anayasa yazım sürecinin mümkün olmadığını açıkladı. Doğal olarak akla gelen soru, AKP hükümetinin, BDP’nin anayasa komisyonundan çekilmesini amaçlayıp amaçlamadığı. Böyle bir durumda yeni bir başlangıç ihtimali tamamen ortadan kalkmış olacaktır.

Başbakan Erdoğan, Almanya’da, Türk göçmenlerin avukatı olarak karşımıza çıkarken, Türkiye’de uluslararası örgütlerin vatandaşlık hakları konusunda yürüttüğü her çalışmayı, “içişlerine karışılması” olarak nitelendiriyor. Görülen o ki, bu söylemi uluslararası kamuoyunun gözünü korkutmaya yaramış. Aksi halde Alman hükümeti nasıl olur da, Türkiye’deki tutuklama dalgası karşısında böylesine suskun kalabilir? Federal Almanya Şansölyesinin, Türkiye Başbakanına terörle mücadelede destek vermesinde eleştirilecek bir yan yok. Ancak bu durum, hukuk devletinin temel normlarının ihlali karşısında suskun kalması anlamına da gelmemeli.

Ralf Fücks (60) Yeşiller Partisi’ne yakın duran Heinrich Böll Stiftung Derneği Eşbaşkanı. Türkiye Başbakanı, başka derneklerin yanı sıra Heinrich Böll Stiftung Derneği’ne de Kürt teröristleri desteklemekle itham etmişti.

Bu makale 7 Kasım 2011 tarihinde Alman Süddeutsche Zeitung’da yayınlanmıştır.

Fotoğraf: Özel arşiv