Heinrich Böll Stiftung Derneği (HBSD) dış politika programı çerçevesinde başka ülkelerin sivil toplum temsilcileriyle birçok toplantı düzenledi. Bunlara bir örnek, Temmuz 2011’de Ermenistan ve Türkiye’den genç STK üyelerinin katıldığı II. Ani Diyaloğu toplantısıdır. Bir diğeri ise, Aralık 2011’de düzenlenen ‘Türkiye’nin Dış Siyasetini Çözmek’ başlıklı uluslararası konferanstaki ‘Boru Hatları ve Siyaset’ konulu yuvarlak masa toplantısıydı. Fukuşima’daki kazanın ardından (!) düzenlenen tüm bu resmi ve gayriresmi toplantılarda tıpatıp aynı argümanlarla karşılaştık:
a) Nükleer santrale sahip olmak hakkımızdır. Kimse bu teknolojiye sahip olmamıza engel olamaz ve kalkınma hakkımızı reddedemez. Nükleer enerji bir ulusal menfaat ve gurur meselesi haline gelmiştir. Bu yaklaşımı enine boyuna değerlendirdiğimizde, bir toplumun hesaplanamaz bir risk altına sokulmasının ulusal bir hak olarak göründüğü anlaşılıyor. Böylece, nükleer enerjiyi sorguladığınızda bir anda ulusal düşman olarak görülebiliyorsunuz.
b) Hatta kimileri, nükleer enerjiyi reddetmenin gelişmekte olan ülkelere karşı düzenlenen uluslararası emperyalist bir komplonun bir parçası olduğunu öne sürüyor. Ne ilginçtir ki, bu muazzam masraflı ve ekonomik olarak mantıksız teknolojinin temelinde kimin menfaatinin yattığını tartışmıyorlar bile. Fukuşima felaketinin doğrudan yarattığı maliyetin 50 milyar dolar civarında olduğu sanılıyor; önümüzdeki yıllarda ortaya çıkacak bedeller hariç. Ekonomik açıdan bakıldığında nükleer enerji verimli bir enerji türü değil -üstelik bunu anlamak için böylesi felaket bir kazanın bedelini hesaplamaya gerek yok.
c) Enerji boşluğunun doldurulması için nükleer enerji gerekli; başka enerji kaynağımız yok; yabancı enerjiye fazlasıyla bağımlı durumdayız; enerji kaynaklarımızı çeşitlendirmek ve nükleere girmek durumundayız. Ne ilginçtir ki, tıpkı enerji verimliliği gibi, alternatif senaryolar ve yenilenebilir potansiyeller hakkında soru sorulduğunda da nadiren yanıt alınabiliyor. Hatta kimileri elektriği kesmek zorunda kalacağımızı dahi iddia ediyor. Japonya büyük oranda nükleer enerjiye dayanıyor olmasına rağmen, bu enerjiyi yavaş yavaş kullanımdan kaldırmayı başarabildi. Japonya veya Almanya örneklerini incelemek faydalı olabilirdi. Fakat onun yerine, bu ülkelerin politikalarına dönüp bakmadan, bu iki ülkenin neden çok farklı olduğu ve buralardaki yerel koşulların başka örneklerle kıyaslanabilir olmadığı hakkında yeni yeni savlar öne sürülüyor.
d) Bazıları da ‘bizim’ nükleer santrallerimizde Fukuşima’nın yaşanmayacağını, bizim daha iyi, daha yeni teknoloji kullandığımızı/kullanacağımızı iddia ederek, yine bir tür ‘ulusal gurur’ dile getirip, Fukuşima’da meydana gelen kazanın büyüklüğünün, uzmanlar tarafından öngörülen en kötü senaryoları bile solda sıfır bıraktığını tamamen görmezden geliyor.
Bu konular sözde ‘ulusal çıkarlar’a denk sayılınca, bir akıl tutulması yaşanıyor sanki. ‘Sanayileşmiş dünyadan kaynaklanan iddialar’a yönelik, kökü çok derinlere dayanan -ve tarihsel olarak izah edilebilir- bu şüphe, bir açıdan, daha başka savlara engel olmak için bir araç olarak kullanılıyor. Nükleer enerji şirketleri neden gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarına daha çok hizmet ediyor olsun ki sorusu ise tamamen tartışma dışında bırakılıyor. Böylesi tehlikeli bir teknolojinin nasıl olup da ‘bir ulusun çıkarına’ hizmet edebileceği ise asla sorgulanmıyor.
İran’ın nükleer programı konusu tartışılırken de benzer bir tıkanma gözleniyor. Bu konuda yine, barışçıl amaçlara hizmet eden nükleer teknolojiye sahip olmak hiç sorgulanmadan bir kez daha ‘hak’ olarak tanımlanıyor. Ülkelerini terk etmek zorunda kalan rejim karşıtları dahi ‘nükleer enerjiye sahip olmak konusundaki ulusal hakkı’ canla başla savunuyor. İran’ın enerji ihracatında önde gelen ülkelerden biri olduğunu söyleyerek bu mantığa karşı çıktığımda ise şu yanıtla karşılaştım: ‘Bu ziyadesiyle Alman bir bakış açısı.’ Hadi bunun bir Alman söylemi olmadığı gerçeğini bir kenara bırakalım. Asıl çarpıcı olan nokta, bu ulusal savların kendi ülkelerinden kaçıp sığınmak zorunda kalanlar tarafından bile öne sürülüyor olması. İran örneğinde ortak paylaşım konusu olduğu anlaşılan bu yaklaşımın nedenlerinden biri, nükleer silah programı, İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine ilişkin Antlaşma (NPT) uyarınca Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) tarafından yapılacak incelemelere izin verme yükümlülüğü ve İran’ın bu yükümlülüklerine uymaması nedeniyle uygulanan müeyyideler hakkında süregiden tartışma olabilir. İran’daki rejim karşıtları arasında bu müeyyidelerin reddine dair de geniş bir fikir birliği var gibi görünüyor. Dahası, NPT’ye göre nükleer enerji programının değil, nükleer silah programının yasaklanmış olduğu savunuluyor. Dolayısıyla İran’ın bu teknoloji programına sahip olma hakkı bulunmaktadır. Bu hukuki savda ısrar etmek, avantajlar ve dezavantajlar hakkında her türlü eleştirel tartışmaya sekte vuruyor. Bu hukuki sav kendi içerisinde doğru olmakla birlikte, nükleer enerji hakkındaki tartışma yasal haklara ilişkin bir tartışma değildir; daha ziyade sürdürülebilir enerji politikalarına ve nükleer enerjinin tehlikelerine ilişkin bir tartışmadır.
Nükleer enerji hakkındaki tartışma ‘ulusların hakları’ söylemine paralel bir çerçevede sürdürüldüğünden, tartışmadaki kavramı ‘toplumların ve halkların menfaati’ne döndürmeyi öneriyorum. Böylece tartışmadaki çıkmaza son verip bu akıl tutulmasının üstesinden gelmenin yolları açılabilir. Burada söz konusu olan mesele hakların reddi değil, toplumları tehlikeye atmayan akılcı enerji politikalarının araştırılmasıdır. Çernobil ve Fukuşima’dan görülebileceği üzere, nükleer santraller sadece kurulu oldukları ülkeler açısından risk yaratmamaktadır, nükleer kazaların etkileri ulusal sınırların ötesine taşmaktadır. Milliyetçi söylemleri aşıp, enerji politikaları gibi küresel hale gelmiş zorlu konulara cevaplar sunan biçimde düşünmek durumundayız.
Nükleer güç ve silahlanma hakkındaki tartışmaya dair daha kapsamlı okumalar için sizleri www.tr.boell.org ve www.boell.de adreslerindeki ‘Nükleer Enerji Masalı’ başlıklı yayınımıza yönlendirmek isterim.