Toplam 17 kez değiştirilen 1982 Anayasası’nda 54 kez “Türk” sözcüğü geçiyor. Anayasa’nın, açılış metni olarak hem içerdiği anlam açısından hem de sembolik olarak son derece önemli olan “Başlangıç” kısmında, 10 kez Türk sözcüğü geçiyor. Cuntacı generaller baştan işi sıkı tutmak istemiş anlaşılan, bol bol Türk sözcüğünü kullanarak anayasanın kimin için yazıldığını en baştan ortaya koymayı tercih etmiş gibiler. Sadece “Başlangıç” kısmına bakarak bile “Türk” sözcüğünün iddia edildiği gibi yalnızca “Türk vatandaşları” anlamında kullanılmadığını görürüz. “Başlangıç” kısmında “Türk” sözcüğü çeşitli vurgularda kullanılmış: “Türk Vatanı ve Milleti”, “Yüce Türk Devleti”, “Türk Milleti”, “Türk millî menfaatleri”, “Türk varlığı”, “Türklüğün tarihî ve manevî değerleri”, “Türk vatandaşı” ve “demokrasiye âşık Türk evlatları”.
Diyelim ki, “Başlangıç” kısmı anayasalar için esasen sembolik önemdedir, o halde diğer temel maddelere bakalım. 5. maddede devletin temel amaç ve görevi “Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumak” olarak tanımlanmış. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu söyleyen meşhur 6. madde, namı diğer Egemenlik maddesi, önce egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu söylemiş sonra da “Türk milletinin bu egemenliği Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organların eliyle kullanacağı” belirtilmiş. Egemenliği kullanan millet “Türk milleti” yani, maddenin ikinci fıkrasıyla herhangi bir karışıklığa sebep olmaması için olacak, bu bilginin altı kalınca çizilmiş. Keza yasama ve yargı yetkilerinin “Türk milleti” adına kullanılacağı belirtilmiş. Ailenin korunması ve çocuk hakları maddesinde ailenin “Türk toplumunun temeli” olduğu söylenmiş, madde kesif ataerkilliğin yanında toplum ile neyin kastedildiğini de netleştirmiş. Meşhur “Türk vatandaşlığı” maddesinde ise sadece vatandaşlar “Türk” olarak tanımlanmakla kalmamış, aynı zamanda devlet de “Türk devleti” olarak ilan edilmiş. Maddede aynı zamanda “Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür” denerek kimlerin Türk olduğu da netleştirilmiş. Milletvekilliği seçimine ilişkin 76. maddede bu kez “25 yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilebilir” denerek vatandaş kelimesiyle birlikte olmaksızın tek başına Türk kelimesiyle yetinilmiş. Liste uzatılabilir, ilginç de olur doğrusu, ama bu makalenin çerçevesi bakımından bu kadarı yeterli. Anayasada Türk kelimesinin bu denli sık ve çeşitli anlamlarda kullanımı, sorunun vatandaşlığın “Türk vatandaşlığı” olarak mı yoksa “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” olarak mı tanımlanmasından çok daha karmaşık olduğunu ortaya koyuyor.
Anayasal yurttaşlıktan öte
1982 anayasası 12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrasında “23 Eylül 1982 tarihinde Danışma Meclisi tarafından ve 18 Ekim 1982 tarihinde Millî Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmiş, halkoyuna sunulmak üzere 20 Ekim 1982 tarih ve 17844 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmış, 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halkoylaması sonucu yüzde 91,17 oranında kabul oyu ile kabul edilmiş, bu kez tekrar 2709 sayılı Kanun olarak 9 Kasım 1982 tarih ve 17863 mükerrer sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.” Anayasanın bugün değiştirmek için mücadele ettiğimiz ve “çok tartışmalı” olduğu kabul edilen kimi kısımları ise Danışma Meclisi tarafından değil, beş faşist darbeci generalin tasarrufunda kurulmuş olan Millî Güvenlik Konseyi tarafından eklenmiş kısımlardır. Askerî cunta döneminde oluşturulan Danışma Konseyi dahi Anayasa’daki üç maddenin değişmez olması gerektiğini yazmamış; Türkiye’nin anayasacılık geleneğiyle uyumlu bir biçimde tek maddenin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir cumhuriyet olduğu maddesinin, değiştirilemez olması gerektiğini belirtmiştir. Ancak, Millî Güvenlik Konseyi’nde anayasa metnine hem devletin şekli hem de cumhuriyetin nitelikleri ve devletin bütünlüğü, resmî dili1 ile ilgili maddelerin “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeler olduğu ibaresi eklenmiştir. Yine anadilinde eğitim yasağını getiren “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42. maddenin son fıkrasındaki “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” cümlesi Danışma Kurulu’nun metninde yer almaz. Millî Güvenlik Konseyi generalleri bu cümleyi sonradan anayasa metnine, cümlenin tuhaf sentaksından anlaşılacağı üzere, Kürtlerin ve Lozan anlaşması statüsünde azınlık olarak tanınmayan tüm grupların anadilinde eğitim talebine set çekmek için özel olarak tasarlayarak eklemişlerdir.
O zaman, meselenin anayasal yurttaşlık meselesinden çok daha karmaşık olduğunu mevcut anayasa maddelerine bakarak kabul ettikten sonra, argümanımıza şöyle devam edebiliriz: Millî Güvenlik Konseyi’nin paşalarının özel eklemelerinin de ortaya koyduğu gibi, 1982 Anayasası esasen Türk etnisitesinin üstünlüğüne dayalı olarak kurgulanmış ve kaleme alınmış bir metin. Burada Türk etnisitesi, kendini Türk olarak görenler ile “ırkî olarak Türk etnisitesine tabi olanlar” arasında cumhuriyet boyunca gidip gelen bir sarkaç olsa da, Müslüman topluluklar bakımından genel olarak asimilasyoncu bir tutum sonucu kendini Türk etnisitesine tabi görmek hakim yaklaşım olmuş gibi gözüküyor. Anayasa’da “Türk” kelimesinin farklı kullanımları bazı siyasî ikirciklere denk düşse de burada kabaca yapılmak istenen, her etnisiteden Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını Türklük dairesi içinde asimile ederek eritmek ve yine de bazı durumlarda “özde Türklük” ve “anayasal Türklük” ayrımını hatırlatmak için “Türk” terimini tekrar ederek en öz, hakiki Türklerin ancak etnik olarak Türkler olduğunu belirtmek. Dolayısıyla, 1982 Anayasası’nı aynı zamanda “Türk”lüğe hukukî bir övgü olarak okuyabiliriz, hem de normlar hiyerarşisinin en üstündeki yasal metin olan anayasa eliyle.
Dolayısıyla, eşit anayasal vatandaşlık maddesi sadece bir başlangıç aslında. Yeni anayasanın gerçekten demokratik bir anayasa olmasının yolu bugüne kadar Türklük, Sünnilik ve erkeklik üzerine kurulu bir hukukî ayrıcalıklar rejimini ortadan kaldırmak. Burada kültürel kimlik haklarının tanınması ve kabul edilmesinden, anadil hakkının anayasal garanti altına alınmasına, dinsel azınlıkların pozitif tedbirlerle korunmasından, seçimle oluşturulan ya da idarenin atamalarıyla yapılandırılan tüm organlarda kadınların eşit katılımını sağlayacak özel önlemler almaya kadar düzenlenmesi gereken birçok mesele var. Yeni anayasa tüm yurttaşların haklarını gasp edilmeden kullanması için destekleyici kimi düzenlemeler yapmak zorunda. Bu sadece kadınlar, LGBT bireyler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler gibi farklı sömürü ve tahakküm yapılarıyla ezilmiş kesimlerin eşit yurttaşlık haklarının tesis edilmesini sağlamayacak, aynı zamanda Türk, Sünni ve erkek olmaktan kaynaklanan ayrıcalıkların da tasfiyesini sağlayacaktır. Bugüne kadar akademide ve entelektüel çevrelerde lâyıkıyla ele alınmayan “Türklük ayrıcalıkları” 3 dokunulmadan kaldığı sürece gerçek bir siyasî eşitliği sağlamak mümkün değil.
Yeni Anayasa Komisyonu
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde herkesin şikâyet ettiği 1982 Anayasası’nı ortadan kaldırmak ve yerine yeni bir anayasa yazmak üzere bir komisyon oluşturuldu: Anayasa Uzlaşma Komisyonu. Mayıs 2012’ye kadar sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerilerini alan Komisyon Mayıs 2012 itibariyla yeni anayasa yazım sürecine geçti. Komisyon Meclis’te grubu bulunan dört siyasî partinin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve Barış ve Demokrasi Partisi’nin eşit sayıda milletvekilinin katılımıyla çalışmalara başladı. Her siyasî partiden üç milletvekili ve iki danışman yeni anayasa yazım sürecinde görev aldı. Burada bir noktaya dikkat çekmek isterim, Barış ve Demokrasi Partisi dışında hiçbir parti komisyona kadın milletvekili verme gereği duymamıştı. 11 erkek milletvekili ve BDP’nin tek kadın milletvekili ile toplam 12 vekil çalışmaya devam ediyor. Komisyonun sekiz danışmanından sadece üçü kadın, bu danışmanların ikisi yine BDP’den biri de CHP’den. Sadece bu durum bile Komisyon’da kadınların konumunun ve kurtuluş mücadelesinin tartışılma düzeyine ilişkin önemli şeyler söylüyor.
Komisyon’da Kürt meselesinden kadınların kurtuluşuna, Ermeni soykırımından Alevilerin temel haklarının gaspına, LGBT bireylerin tanınması ve ayrımcılık yasağında zikredilmesinden konut hakkı ve kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki zorla tahliyelere, askerî vesayetin tasfiyesinden anadilinde yaşam hakkına, demokratik özerklikten özgürlükçü bir laiklik inşasına Türkiye siyasetinin temel meseleleri konuşuldu, tartışıldı ve müzakere edildi. Komisyon’da bir maddenin üzerinde anlaşmaya varılması için dört siyasî partinin uzlaşması gerekiyor. Türkiye siyasetini biraz takip eden birinin bile kolayca görebileceği gibi, dörtlü uzlaşmayı sağlamak pek çok meselede çok zor, kimi meselelerde ise imkânsız. Halbuki bu kimi meseleler yeni anayasa yazım sürecini de zorunlu kılmış olan temel hak gaspı alanları. Örneğin, anadilinde eğitim BDP için yeni anayasayı gerçek anlamda yeni yapacak temel meselelerden biri iken MHP için bu, düşünülemez ve üzerine fikir dahi yürütülemez bir mesele. Dolayısıyla, MHP’nin masadaki varlığı sadece kendi önerilerini tartıştırmak bakımından değil, yapılan diğer önerilere söylemsel ve politik sınırlar ve kırmızı çizgiler getirmesi bakımından önemli. MHP’nin varlığı konuşulan politik meselelelerin içeriğini ve kapsamını daraltıyor, tartışmanın dilini de Türk milliyetçiliği lehine törpülüyor. MHP kendi “öneminin” yaptığı önerilerde değil, işte bu getirdiği kısıtlarda olduğunun farkında olsa gerek ki ne önerdiklerini anlatmak yerine, başta BDP’ninkiler olmak üzere diğer önerileri söylemsel olarak terörize etmekle ve neden diğer önerilerin ülkeyi bölmek anlamına geleceğini anlatmakla meşgul.
1982 Anayasası’nın kabul edilemez olduğu konusunda her parti anlaşıyor gibi gözükse de yapılacak anayasanın ne kadar “yeni” olması gerektiği konusunda ciddi bir anlaşmazlık var doğrusu. Tamam, bu anayasa yerine bir anayasa olacak, ama bu yeni anayasa Türklük ayrıcalıklarının tasfiyesi konusunda nasıl bir yerde duracak? Yerinden yönetim ve özerklik konuları bu anayasada nasıl bir yer tutacak? Anadilinde eğitim, kamu hizmeti alma ve yaşamın her alanında anadilini özgürce kullanma ve geliştirme anayasal güvence altına alınacak mı? LGBT bireylerden Alevilere herhangi bir gerekçeyle ayrımcılığa uğrayan, bedenleri yok edilen, hırpalanan, ruhları zedelenen, onurları kırılan kesimler eşit yurttaşlık haklarına kavuşacaklar mı? Kadın cinayetlerinden eve kapatılmaya, aynı işi yaparken erkeklerden çok daha düşük ücret almaktan siyasetten bir bütün olarak dışlanmaya kadar hayatın birçok alanında kadınlara karşı savaş yürütülen bir toplumda kadınlar eşit yurttaşlar olarak tanımlanarak pozitif ayrımcılık hükümleriyle güçlendirilecek mi?
Hazır kadınlar konusu açılmışken bu meseleye ilişkin kısa bir not düşmek isterim. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda kadınlarla ilgili en temel tartışmalar BDP’nin önerdiği kadınların karar alma mekanizmalarında, yasama yürütme ve yargı kurumlarında eşit temsiline ilişkin yaşandı. İtiraf etmek gerekir ki, meclisin erkek dünyası kadın kurtuluş hareketinin tartışmalarını, hayal ettiği dünyayı ve toplumsal cinsiyet rollerinin ortadan kaldırılmasına ilişkin radikal nefesini bilmekten ve anlamaktan epeyce uzak. Bir feminist olarak uzun zamandır duymadığım argümanları Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda yıllar sonra işitmek epey ilginç bir deneyim oldu. “Kadınlarımızın bizim de analarımız, bacılarımız olduğunu” söyleyen vekiller neden erkeklerle eşit sayıda kadının valilik yapamayacağını oldukça arkaik argümanlarla bize anlattılar. Kadın cinayetlerinin politik olduğunu anlatmak, eşit temsilin demokrasiyle ilişkisinin ne kadar kritik olduğundan söz etmek çoklukla bu erkek dünyasını kızdırdı. İktidar sahiplerinin iktidardan vazgeçmek konusundaki isteksizliğini ve kızgınlığını bir kez daha gördük, yaşadık. Türkiye kadın kurtuluş hareketinin kadınların sistematik olarak maruz kaldığı sömürü ve tahakküm ilişkilerini açığa çıkaran mücadelesi olmazsa erkek egemen dünyanın aynı argümanlarla bir beş yüz yıl daha gidebileceğini bir kez daha idrak ettik. Kadınları sadece ailenin içinde eş statüsünde görenler için önemli olan ailenin bekası maalesef. Sürekli tahkim edilen bu hegemonya kadınların kurtuluşunun önündeki en somut engel olarak duruyor.
Eşitliğe karşı direnç
İşte tam da yeni bir anayasa yazılmasını toplumsal bir ihtiyaç olarak duyuran bu alanlarda siyasî partilerin değişime ve demokratikleşmeye ayak direyen tutumları oldukça hayal kırıcı. Türklüğe övgü metni olarak kurgulanan anayasanın gerçekten tüm yurttaşların siyasî eşitliğini tanıyan bir metne dönüşmesinin önünde ciddi bir direnç var. Örneğin, Cumhuriyet Halk Partisi anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddeler olarak kalması gerektiğini savunurken beş faşist generalin anayasal metnini koruyarak cunta sonrasında yeni anayasayı yazan Danışma Meclisi’nin bile gerisine düşüyor. Örneğin, Adalet ve Kalkınma Partisi başörtüsüne dayalı ayırmcılıkların ortadan kaldırılmasını haklı olarak anayasal güvence altına alınmasını desteklerken anadilinde eğitimin anayasal bir sorun olmadığını, bu konunun zamana ve yasalara bırakılması gerektiğini söyleyerek muazzam bir çifte standarta imza atıyor. Yine Adalet ve Kalkınma Partisi LGBT bireylerin eşit yurttaşlık hakları konusunda kelimenin tam anlamıyla homofobinin doruklarına çıkmakta hiç tereddüt etmiyor. Dolayısıyla, formel bir demokratikleşme için bile asgarî nitelikteki talepler merkez partiler tarafından engelleniyor ve mevcut yapının ufak değişikliklerle sürmesi destekleniyor. BDP’nin bu konulardaki önerileri de “uçuk” veya “aşırı radikal” olarak damgalanıyor, gerçekleştirilemeyecek hayalci talepler olarak rafa kaldırılmak isteniyor. Dört siyasî partinin üzerinde anlaştıklarıysa talî diyebileceğimiz nitelikteki maddeler; temel tartışma konusu olan maddelerde gerçek bir demokratikleşmeyi sağlayacak adımlar atılmamamış vaziyette. Anayasa Uzlaşma Komisyonu bugün somut olarak bu noktada.
Kopuş anayasası
Yeni anayasanın tüm siyasî sorunları çözen bir metin olmayacağı aşikâr; hukuk metinleri nihaî kertede mevcut güç ilişkilerine göre şekillendirilen ve zaman içinde değişmeye mahkûm metinlerdir. Dolayısıyla, yeni anayasa demokratik özerkliği kuramaz, kadınlarla erkekleri eşit hale getiremez, sömürüyü ortadan kaldıramaz. Ama tüm bunlar için verilecek mücadelenin daha elverişli koşullarda yürütülmesini sağlayacak ortamın oluşmasını ve yurttaşlar arasında siyasî eşitlik kurulmasını sağlayabilir. Bu, hem “hakim millet olarak Türklük” mekaniğini bozacak hem de demokratikleşmenin ilerlemesini teminat altına alacaktır. Tüm bunlar ancak bir “kopuş anayasasıyla” mümkün. Ancak bir kopuş anayasası bir etnisitenin, Türk’lüğün, ayrıcalıklarının düzenlendiği bir metinden eşit yurttaş haklarının düzenlendiği bir metne geçmeyi mümkün kılabilir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez Meclis’te bulunan tüm partilerin eşit katılımıyla sivil bir anayasa masası kurulmuşken tüm demokrasi güçlerine düşen görev, Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl biçimde çözümünü de güçlendirebilecek bu masada demokrasi, adalet, özgürlük ve eşitlik talebini daha güçlü bir şekilde ve geniş bir ittifaklar ağıyla dile getirmektir. Kopuş anayasası ancak bu kolektif çabanın siyasî sonucu olarak yazılabilir. Bir ülkede demokrasinin ne kadar kurumsallaşabildiği, aşağıdakilerin ve ezilenlerin siyasî ve sosyal taleplerinin ne kadarının kazanıldığı sadece devletin niteliğiyle değil, aynı zamanda o ülkede daha eşitlikçi ve adil bir toplumsal yapı için mücadele edenlerin kapasiteleri, politik yetenekleri ve örgütlenme kabiliyetleriyle de ilişkilidir. Yeni anayasa masası topyekûn savaş döneminde öldürülmüş onbinlerce Kürdün, Ermeni soykırımını dile getirdiği için sokak ortasında vurulan Hrant Dink’in, sokakta dövülerek, işkence edilerek öldürülen transseksüellerin, boşanmak veya evlenmek veya çalışmak istedikleri için kadın cinayetlerinde öldürülen kadınların, son yıllarda KCK tutuklamalarıyla hapse atılan tutsakların bedenleri ve tüm bu sömürü ağlarına karşı yürütülen mücadelelerin üzerinde kurulmuştur. Bu masada daha demokratik maddelerin yazılması için sürekli olarak mücadele etmek, yeni yöntemler ve stratejiler bularak anayasal taleplerimiz etrafındaki desteği artırmak ve demokratik kamuoyu basıncını sürekli diri tutmak gerekiyor.
1 Burada da tuhaf bir muğlâklık olduğunu not etmek gerekir. 1982 Anayasası’nın 3. maddesinin başlığı “Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti” olarak yazılmışken madde içinde “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” olarak yazılır. Dolayısıyla, madde başlığındaki “devletin resmî dili” ibaresi madde metninde “devletin dili” olarak değiştirilir.
2 Mesut Yeğen, “Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa, Cumhuriyet ve Kürtler”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.
3 Bu konuda bilgi üreten az sayıda çalışma şöyle özetlenebilir: Barış Ünlü, “’Türklük Sözleşmesi’ ve Türk solu”, http://www.tr.boell.org/web/103-1534.html, Kaya Akyıldız “Türklük halleri: ‘yalnız ve güzel ülke’nin ruhu – 1” ve “Türklük halleri: ‘yalnız ve güzel ülke’nin ruhu – 2”, Birikim, sayı 274 ve 289-290. Tanıl Bora’nın kimi çalışmaları da Türk milliyetçiliği üzerinden benzer temalara kısmen bakar: Tanıl Bora, “Türkiye’nin Linç Rejimi”, Birikim Yayınları, İstanbul, 2008.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Özgür Sevgi Göral
Hafıza Merkezi kurucularından olan Göral 1977 yılında Bursa’da doğdu. Saint Joseph Fransız Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde erken dönem cumhuriyette çocuk suçluluğu ve ıslahevleri üzerine yazdığı tezle master derecesini aldı. Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’da zorunlu göç ve göçün İstanbul kentsel alanındaki etkileriyle ilgili doktora tezini yazmaktadır. İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde dersler veren Göral 2009’dan beri İstanbul Barosu üyesi. Özgür Sevgi Göral Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeni anayasa yazımı için kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda Barış ve Demokrasi Partisi’nin danışmanı olarak görev yapmaktadır.