Türkiye’nin Türk kimliği sorunu - Demokratikleşme

Doğu Ergil

“Türk sorunu”nun tohumları, Osmanlı’nın ellerinden kayarak tarihin sisli geçmişinde kayboluşuna tanık olan yönetici kadro tarafından, yıkılan imparatorluktan arta kalanlardan bir ulus-devlet kurmak çabası sırasında benimsenen uluslaşma/uluslaştırma (ulus inşası) sürecinde atıldı.

Özetle, “vatan” denen siyasî coğrafyada yaşayan herkesi içine alan “büyük ulus” tercihi yerine, yurttaşlarının bir bölümünün (çoğunluğun) soy ve inanç kimliği üzerinden bir “küçük ulus” anlayışı benimsendi. Başkaca söylendiğinde, olan üzerinden değil, olması gereken üzerinden bir ulus yaratılmaya çalışıldı. Devlet de olması gereken ulusun (“Türk”ün) egemenlik aygıtı olarak tasarlanmış ve işlemiştir.

Devletin ötekileştirilenlere ilişkin uygulaması ya onları tasfiye etmek (ülke dışına çıkarmak), ya dönüştürmek (asimile etmek) ya da marjinalleştirerek gözetim altında tutmak tarzında olmuştur. Bu tercihler, ülkedeki farklı grupların (kültür ve soy kümelerinin) gönüllü siyasal birliği yerine, çoğunluğun egemenliğine dayanan otoriter bir merkeziyetçiğin kurulmasına neden olmuştur. Ancak, bu egemenlik barışçı bir birlik yerine, zaman zaman zor kullanmayı gerektiren bir beraberlik biçiminde gerçekleşmiştir. İzlenen politikanın resmî söyleme yansıyan mantığı durumu tevil götürmez biçimde ortaya koymaktadır: 16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı Esnaf Cemiyeti’nin çayında Gazi Mustafa Kemal, Adanalı esnaflara sesleniyor:

“Adana’mıza hakim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler, sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır.”[1]

Böylece, en yetkili ağızdan Cumhuriyet’in Osmanlı’nın karmaşık nüfus yapısında var olan “çoğulluk”tan bir siyasal birlik değil, etnik veya soy benzerliğine dayalı bir teklik politikası benimseyeceği ilan ediliyordu. Bu politikanın kanıtları art arda geldi.

Haziran 1923’te, Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkarılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrımüslim azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur kaldı. Bu yetmezmiş gibi, Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine de engeller kondu.

Eylül 1923’te, Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı.

Aralık 1923’te, Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi, ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.

 24 Ocak 1924 tarihli Eczacılar Hakkındaki Kanun’la eczane açma yetkisi “Türk” olma niteliğine bağlandı.

3 Nisan 1924’te kabul edilen Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat “iyi ahlâklı olup olmadıkları” açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum ve Ermeni avukatların dörtte üçü işsiz kaldı.

17 Şubat 1926’da, Medeni Kanun’un kabulünden sonra, Ermeni, Yahudi ve Rum cemaatleri, birbiri ardı sıra, Lozan Barış Antlaşması ile kendilerine tanınan azınlık haklarından vazgeçtiklerini açıklamaya zorlandı.

1 Ağustos 1926’da, devletin Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 23 Ağustos 1924’ten önceki tarihlerde gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi.

13 Ocak 1928’de, rejimin gözüne girmek isteyen bir grup Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi öğrencisinin aldığı karar uyarınca vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına “Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlar asıldı. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle, pek çok gayrımüslim hakkında “Türklüğü tahkir” davası açıldı. Bu tür davaların hâlâ açılıyor olması Türk kimliğinin resmî tanımıyla kendisini kabul ettirmekte zorlandığını göstermektedir.

11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’la doktorluk “Türk olma” şartına bağlandı. Böylece gayrımüslimler doktorluk yapamaz oldu.

1929-1930 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda bırakıldı.

18 Eylül 1930’da, Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Yaylası’nda “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” şeklindeki ünlü vecizesini söyledi.2

Bu uygulamalar sonraki yıllarda da devam etti. Örneğin, 2007’de Ermeni gazeteci Hrant Dink’in İstanbul’da, misyonerlikle suçlanan (yasalarda böyle bir suç yok!) üç Hristiyanın (Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın, Uğur Yüksel) Malatya’da katledilmesi, ne münferit bir olaydı, ne de birkaç “kendini bilmez”in kıyıcılığı. Yürütülen soruşturma sonucunda ardında resmî bağlantıların olduğu ortaya çıkan bu cinayetleri onaylayan toplum psikolojisinin varlığı inkâr edilemez.

Bir ülkenin Adalet Bakanı resmî politikayı böylesine ayrımcı bir dille anlatıyorsa, temsil ettiği devlet, yurttaş (ve ulus) olma şartını bir soy kümeye ve bir inanca mensup olmaya indirgiyorsa, ülkenin çoğul gerçekliğiyle çelişkili bir siyaset tarzının ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kısaca “Türk sorunu”nun oluşumu, daha cumhuriyetin kuruluş yıllarında başlamış ve günümüze kadar farklı aşamalardan geçerek gelmiştir.

İki kimlik alanı

Türkleştirerek (ve inanç alanında Sünnî İslâmı yeğleyerek) ulus yaratmak tercihi, bu soy ve inanç mensubu olmayanları ulus dışına savurmuş, onları yurttaşlık haklarından mahrum bırakmıştır. Gayrımüslimler büyük ölçüde ülkeden ayrılmak zorunda kalmış, kalanlar sürekli baskı ve gözetim altında tutulmuşlardır. Sünnî veya Türk olmayan Müslümanların, mesela Alevîlerin ve Kürtlerin varlıklarına, resmî kimliğin sadece yarısına sahip oldukları için tahammül gösterilmiş, ama grup kimliklerinin tanınması, kültürel haklarının teslim edilmesi konularında hep kısıtlamalar yaşamışlardır.

Bu siyaset tarzında iki kimlik alanı oluşmuştur: 1. Resmî kimlik. Türklük ve Sünnî Müslümanlık (tercihan Hanefi yorumu). 2. Gayrı resmî kimlik.

Resmî kimlik, devletin yurttaşına sunduğu, hakların bu kimlik üzerinden kazanıldığı, tekçi ve kapalı (başka kimliklere) bir olgudur. Dolayısıyla, otoriter ve ötekileri dışlayıcıdır. Gayrı resmî kimlik alanı kültürel çoğulculuğa açık, birlikte yaşamaya yatkın, demokrasinin yeşerebileceği bir düzlemdir. Her iki kimlik alanı –yani siyasal ile kültürel alan– hep çatışmış ve ülkede derin fay hatlarının oluşmasına neden olmuştur. Siyaseten benimsenmiş veya üretilmiş bir kimliğin amacına bu kadar ters bir işlev kazanmış olması Türkiye için bir talihsizliktir. Laik-dindar, Alevî-Sünni; Müslim-gayrımüslim, Türk-Kürt, çoğunluk-azınlık hatlarında sürekli sürtüşmeler yaşanması, bunların bir kısmının, Ermeni ve Kürtlerle olan sürtüşmelerin, sınır aşan nitelikte olması, Türkiye’nin enerjisini sürekli tüketmiş ve uluslararası ilişkilerini olumsuz etkilemiştir.

“Ötekiler” ve üç itiraz

Kimlikler arası ilişkilerde dikkat çeken bir husus da şudur: her imparatorluk kuruyan ve çekilen bir deniz gibi geride nüfus adaları bırakır. Nitekim, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yaşayan pek çok imparatorluk bakiyesi veya 19. yüzyılda Rus baskısından kaçan Müslüman Kafkas halkları Türkiye’ye sığındıkları zaman ev sahibi ülkenin kendilerine sunduğu seçeneği benimsediler, Türkleştiler. Ama ülkenin otokton halkları, zaten bu ülkenin bir parçası oldukları için, eski kimliklerini sürdürmeyi yeğlediler. Bunların başında da Kürtler geliyordu. O nedenle cumhuriyet tarihi aynı zamanda bir Türk-Kürt çatışması tarihi olmuştur. Cumhuriyetin dar ulus anlayışına ilk itiraz Kürtlerden geldi denebilir.

Devletin sunduğu ve yüksek sesle ifade edilen Türklüğün yanında, sessizce ama, resmen onaylanan inanç kimliği olan Müslümanlık bir şartla kamu alanına girebiliyordu: şeffaf, yani görünmez olarak. Bu durum, kurucu bürokrasinin ve onun ideolojik ardıllarının devlet aygıtına egemen olduğu yıllar boyunca devam etti.

Devletin kültürel çoğulculuğu, siyasal katılmayı, ifade özgürlüğünü ve bireysel girişimciliği “devlet güvenliği” adına sınırlandırması (bu konuda görevli olan mahkemelerin adının “Millî Güvenlik” değil, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” olması son derece manidardır) hem ulusun gelişmesini hem de rejimin demokratikleşmesini yavaşlattı. Devletin enerjisinin hep düşmanlaştırılan ve tehdit kaynağı olarak gösterilen “ötekileri” denetim altında tutmak için harcanmasına neden oldu.

Böylesine zapt-u rapt (veya hacir) altına alınmış ulus anlayışına ikinci itiraz soldan geldi. Ancak, Türkiye’de sivil toplum, sendikalar ve sanayii gelişmediği için işçi sınıfı örgütlenmesinin sınırlı olması nedeniyle, sol geniş çaplı bir demokratik taban örgütlenmesini sağlayıp devletin hegemonyasını kıramadı.

Üçüncü itiraz “Millî Görüş”ten geldi. Buradaki “millî” kavramı, devletin benimeyip tüm topluma benimsetmek istediği, Türk, Müslüman, laik, milliyetçi, batıcı ve devletine itaatkâr yurttaş anlayışına karşı, batıcı olmayan, dindar, laikliği bir devlet dini olarak sorgulayan ve halkına uzak baskıcı devlet anlayışına karşı çıkan gelenekçi bir toplum anlayışı anlamına geliyordu. Bu görüşte olanlara göre, zaten bir millet vardı, ama o devletin tanımladığı ve varmış gibi gösterdiği ulustan farklıydı. Tarihi, kültürü ve bir ruhu (geist) vardı. Bunları devletin kalın kabuğundan kurtarıp azâd etmek gerekiyordu. Millî Nizam Partisi ile başlayıp Millî Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi ve AK Parti çizgisinde ilerleyen bu akım “Türk ulusu” tezini revize etti. Türklük ile Müslümanlığın ağırlıkları yer değiştirdi ve “dindar” bir millet anlayışı öne çıktı. Bu anlayışın Türklükle bir sorunu yoktu. Ama, Türk Müslüman olmalıydı. Müslüman da dindar...

Açılan sosyal mesafe

Resmî kimlik tanımından çıkarılan batıcılık ve silikleşen (devletçi) laiklik dışında Türk, Müslüman, milliyetçi ve devletine itaatkâr nitelikleri, yeni resmî kimlik oluşumunun ögeleri olarak varlıklarını ve ağırlıklarını sürdürüyor. Bu bileşimde Müslüman olan diğer etnik soy kümelerine kapı daha açık, ama gayrımüslimlere değil. Milliyetçiliğin etnik köken konusunda Türklüğe olan vurgusunda bir değişiklik yok. O da, örneğin, Kürt milliyetçiliği ile çelişiyor. “Devlete mutlak itaat” talebinde, iktidarın niteliği ne olursa olsun, bir esneme yok.

O zaman ne değişti? Yeni sosyal kategoriler (bugün en çok AKP’de temsil ediliyorlar) meşru yoldan, yani seçimle gelip devleti denetlenemeyen, sorgulanamayan bürokrasinin elinden aldılar. Bu bile önemli bir gelişme, çünkü şimdiye kadar dışlanan kümelerin kültürel alanda varlık göstermeleri (ve tanınmaları) ile hak aramaları mümkün olacak. Bu sürece, “kamu alanına geri dönme” denebilir. Bu gerçekleştiği oranda kimlik talepleri ve hak arayışları daha barışçı yöntemlerle yapılabilecek.

Bu gelişmenin ilk ipuçlarını görüyoruz. Ermeni sorunu konusunda tarihin yeniden ve farklı bir bakış açısıyla okunması, azınlık politikalarının eleştirel bir gözle irdelenmeye başlanması, Kürt isyanının silahlı gruplar arasında olmaktan çıkarak bir sivil toplum hareketine dönüşmesi ve hem Türk hem de Kürt tarafında (daha çok burada) geniş bir sivil inisiyatifin gelişiyor olması, gayrı resmî siyasetin kendine has yollarla çözüm üretme olasılığını artırıyor.

Ancak, bu kolay ve sancısız olmuyor. Kürt sorununa Kürt sivil toplumu müdahil oldukça, Türk sivil toplumu “müzakere edilecek bir muhatap oluşuyor” gözüyle değil, savunma refleksiyle cevap veriyor. Çünkü, Kürt siyasal hareketine öncülük yapan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) temel siyasal araç olarak şiddeti kullanıyor. Şiddet, zamanla hak aramaktan çok egemenliği paylaşma veya kendine bir egemenlik alanı oluşturmak doğrultusunda işlev kazanınca, artan bir Türk-Kürt ayrışması doğdu. Kürtler bunca senenin inkâr, baskı ve şiddet politikasına şiddetle karşılık vermeye başlayınca, Türkler resmî kimlikle özdeş olan kendi özgün kimliklerinin ve egemen statülerinin tehdit edildiği duygusuna kapıldı. Kısaca bugün “Türk sorunu”nun bir başka yönüyle karşı karşıyayız. Türkler ilk kez mağduriyet duygusuyla hareket ediyor. Haklılığını mağduriyet ve mahrumiyet üzerinden üreten her grup gibi, savunmalarında kullandıkları her yöntemi makûl ve meşru görüyorlar. İki grup arasındaki sosyal mesafe açılıyor.

İki araştırmanın göstergeleri

Belirtilen sürece ilişkin elimizde iki araştırmanın verileri var. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nce (BİLGESAM) hazırlanan “Terörle Mücadelede Toplumsal Algılar Raporu”na göre, Türkler ile Kürtlerin “beraber yaşama” (akraba ve komşu olmak) konusunda isteklilik oranları, Türklerin şimdiye dek ayrımcılık yaptıkları Kürtlere ne kadar yabancılaştıklarını gösteriyor. Kürtlerle yaşamak isteyen Türklerin oranı yüzde 24. Oysa, Kürtlerin yüzde 78’i Türklerle birlikte yaşama arzusu gösteriyor.3

Diğer bir veri de Metropoll araştırma kuruluşunun Eylül 2012’de gerçekleştirdiği “Türkiye’de Siyasal Durum Araştırması”nın dördüncü bölümünde sunuluyor. Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) kapatılmasını halkın yüzde 67’si onaylıyor. Bu partinin milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını isteyenlerin oranı ise yüzde 77.4

Verilerle sergilenen ayrışma, Türk milliyetçiliği ile onun gayrı meşru çocuğu olan Kürt milliyetçiliğinin birbirlerini bileyerek, özlenen “büyük ulus” projesini artık sabote eder hale geldiklerini gösteriyor. Bu durum başta benimsenen “küçük ulus” tercihinin sonucudur ve bu çatışmacı ideolojiler, Türkiye’de Türkleri de Kürtleri de (tabii diğer etnik ve kültür kümelerini de) içine alan bir siyasal ulus/birlik kurulmasını zorlaştırıyor.

Ayrımcılıktan ufalanmaya

Bu ayrışmayı önleyebilecek birleştirici bir etmen Türkiye’nin AB üyeliği olabilirdi. Nitekim, Kürtler AB üyeliğine Türklerden her zaman daha fazla taraftar olmuşlardır. Üyeliğin insan hakları ihlâllerini azaltacağını ve demokratik hakların benimsenmesini sağlayacağını düşündürmesinin Kürt ayrılıkçılığını frenleyen bir etmen olduğu söylenebilir. Ama devletin ve siyasal önderlerin bu konuda ağır davranmaları, gereken demokratik ve hukukî reformları zamanında yapmaktaki isteksizlikleri Kürtlerde düşkırıklığı yaratmış, radikal (egemenlik arayan) Kürt taleplerine zemin hazırlamıştır.

Türkiye’de ulusal birliği zora sokan etmenlerden biri resmî azınlıklar politikasıysa, ikincisi rejime Kürt itirazının siyasal ve hukukî çerçevede çözülememiş ve şiddet içeren bir mücadeleye evrilmiş olmasıdır. Bu durum Kürt sorunu ile Türk sorununu birbirini besleyen iki olguya dönüştürmüştür.

Bir başka önemli etmen de Türk kimliğinin parçalanması, mezhepsel ve ideolojik (siyasal) cemaatlere, parçalara ayrılarak ufalanmasıdır. Laik-dindar, Sünni-Alevî, milletçi-ulusalcı, gelenekçi-modern türü mikro-kimlik alanlarının oluşması Türk kimliğini atomize ederek ortak bir ulusal kimliğin veya siyasal ortaklığın oluşmasını her zamankinden fazla zorlaştırmıştır. Öyle ki, cumhuriyet bayramı bile farklı Türk grupları arasında farklı biçim ve içerikle kutlanmaktadır. İnsanlar birbirlerine ulusal bayrağı silah gibi sallayarak kendilerinin daha “has” Türk olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadır.

Türk siyasal/ulusal kimliğinin kapsayıcı ve tek olması istenirken benimsenen uluslaşma yöntemi Türkten gayrısını dışlamakla kalmamış, bugün Türkleri de kendi içlerinde ayrıştırmıştır. Ulusun mensupları birbirine güvenmez hale gelmiştir. Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından hazırlanan “Türkiye Değerler Atlası 2012”nin verilerine göre, Türkiyelilerin yüzde 90’ı diğer insanlara güvenmemektedir.5

İşte Türk sorununun bugün vardığı aşama budur. Türkten gayrısına karşı kurulan Türk kimliği, “farklı Türkler” arasında bir ayrılığa dönüşmüştür. Bu, onun kapsayıcı olmayan karakterinden gelmektedir.

Dipnotlar

1. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayın›, 2006, s. 519-521.)

2. Sunulan kronolojinin kaynağı: Ayş Hür, “Tarih Defteri”, Taraf gazetesi, 22.01.2012.

3. BILGESAM Stratejik Araştırmalar Merkezi, www.bilgesam.com/tr/index.php?option=com_content&view.

4. http://www.metropoll.com.tr/category/show/8.

5. http://www.bahcesehir.edu.tr/etkinlik/turkiye_degerler_atlasi_2012.

Prof. Dr. Doğu Ergil

Ankara Üniversitesi’nde sosyoloji ve psikoloji lisansı, Oklahoma Üniversitesi’nde modernleşme ve sosyal değişme konusunda yüksek lisans, New York Eyalet Ünivesitesi’nde (Binghamton) sosyoloji, siyaset bilimi ve ekonomi-politik dallarından oluşan disiplinlerarası gelişme çalışmaları alanında doktora aldı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, İstanbul Fatih Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Üçü İngilizce olmak üzere 36 kitabı vardır. Today’s Zaman ve Bugün gazetelerinde ve ayrıca Erbil’de yayımlanan Gulan dergisinde köşe yazarlığı yapmaktadır.