Üç kıtanın buluşma noktasında stratejik bir coğrafyada bulunan Türkiye’nin dış politikasını da tarihi olarak bu coğrafya belirlemiştir. Küreselleşme çağında “coğrafya” hâlâ önemlidir ama bugün başka bir anlamı vardır. Bugün, Türkiye’nin dış politikasına yön veren “yeni coğrafya”, kolayca ulaşılabilen hızlı seyahat imkânları, yaygın sosyal medya, internet, çok kanallı televizyonlar, insanların ve sermayenin süratli hareketi, Türklerin, iş dünyasının dünya hakkında artan bilgileri bağlamında, artık coğrafi uzamdan öteye bir anlama sahiptir. Başka bir deyişle “yeni coğrafya” artık kısmen ekonomik, kısmen siyasi, sosyal ve kültürel alanlarla ilgilidir. Bunlara “güvenlik” kavramı, 11 Eylül New York saldırılarından sonra, yeni bir parametre olarak eklenmiştir. Ancak, bu güvenlik kavramının Soğuk Savaş dönemindeki askeri savunma kavramından farklı olduğunu belirtmeliyiz. Bu yeni tip “güvenlik” kavramı, savunma söylemini bireysel özgürlükler ve haklarla ilişkilendirip, bunları uluslararası ilişkilerin belirlenmesinde ön plana taşımıştır.
Böylece yeni küresel yapılanış, uluslararası ilişkilerin analizinin ancak çok katmanlı toplumsal ilişkiler üzerinden, iktisadi olan ile olmayanın, siyasi olan ile kültürel ve dini unsurların, hepsinin eşanlı olarak değerlendirilmesini gerektiren bir ortam sunmaktadır. “Yeni coğrafya”nın yeni parametrelerinin takip edilen politikaların desteklenmesi için halkın gönlünün ve aklının kazanılmasını gerektirdiği söylenebilir. Gerçekten de yeniçağda başarılı politikalar yürütmek, ancak kamuoyunu, ülkenin beşeri ve toplumsal sermayesini harekete geçirmekle mümkün olabilecektir. Buradan hareketle, herhangi bir dış siyaset analizinin, politika uygulayıcıların bu “yeni coğrafya”yı nasıl algıladığını anlamakla başlaması gerektiği açıktır. Özellikle de başarılı dış politika için kamu desteğinin harekete geçirilmesine yardımcı olacak, iktisadi, siyasi, kültürel yapıları nasıl değerlendirdiklerini çözümlemek önemlidir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki gelişmelere tepkisinin analizi de bu noktadan hareketle yapılmalıdır.
Türkiye’nin Ortadoğu politikası, “Yeni Osmanlıcılık” olarak özetlenebilecek şekilde, uygulayıcıların “yeni coğrafya” algılarının bir parçası olarak kurgulanmıştır. Bu bazı Türklerin hislerini gıdıklayan, “eski güzel günlerin” büyük güç kavgalarına geri dönüşü çağrıştıran bir “ci devant”, nostaljik fikirlerin canlanmasıyla koşut bir politika kurgusudur. Bu şekilde oluşturulan politikalar şimdi derinden yaralıdır ve siyaset yapıcıları Ortadoğu ile ötesinin gerçeklikleri üzerine kurulmuş yeni/yenilenmiş dış politika oluşturmanın güçlüğü ile karşı karşıya bırakmıştır.
“Yeni Coğrafya” içinde Türk dış politikasının epistemolojik kökenleri
Soğuk Savaş döneminde Türk dış politikası, NATO’nun stratejik çerçevesinde geniş olarak Batı İttifakı kapsamında formüle edip tanımlanmıştı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, onunla birlikte Soğuk Savaş’ın sona erişi, çeşitli uluslararası çekişmeleri belirli bir hukuki, siyasi düzen içinde, sınırları belirlenmiş mekanizmalar ve kurallarla çözüme kavuşturacak oluşumları yaratamadı. O günden bugüne değin varolan uluslararası sistem, değişik sorunları ad hoc temellerde çözümleyen bir karakter yansıtıyor. Açıktır ki böylesine karmaşık, müzakereli bir dünyada Türkiye’nin geleneksel statükocu dış politikası da merkezinde su ve enerji kaynakları bulunan “yeni uluslararası ortama” uygun bir güç ilişkileri sikleti yaratacak şekilde değişmeliydi (İşeri ve Dilek, 2012).
Türkiye, Orta Asya, Rusya, İran’dan Avrupa’ya doğru akan enerji kaynaklarının ve doğalgaz boru hatlarının kesişme noktasındadır (Aybar ve Özgöker, 2009). “Yeni coğrafya”nın enerji boyutu Türkiye’yi, özellikle enerji kaynakları bağlamında, iktisadi işbirliğine doğru evirerek çok daha güçlü bir şekilde stratejik müttefiki ABD’nin çekim alanına doğru itmektedir. Bu da ABD’nin yeni güvenlik mimarisine uygun bir durumdur. Amerikan ekonomisinin günümüzdeki sıkıntılı durumu göz önünde bulundurulursa, Washington’un küresel stratejilerini yerine getirmek için müttefiklerine bugüne kadar olduğundan çok daha fazla ihtiyaç duyduğu görülür. Türkiye, Nabucco Boru Hattı veya Güney Akım Projesi’nde olduğu gibi, enerji kaynakları açısından Avrupa’nın Rus doğalgazı ve petrolüne bağımlılığını azalatmayı hedefleyen Amerika’nın küresel stratejisi ile uyumlu politika izlemektedir (İşeri, 2012).
ABD, AB ve NATO, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’ya yönelik dış politika oluşturmasında hâlâ en etkili unsurlardır. Gerçekten de Türk dış politikası, hem AB’nin hedeflerine uygun olarak hem de NATO’nun yeni uluslararası ilkelerine erişmek konusunda eskisine göre çok daha aktiftir. Böylece, Türkiye’nin “yeni uluslararası varoluşu”, “yeniçağda” (ve “yeni coğrafya”da) Batı kampına olan bağlılığını değiştirmemiştir. Daha da ötesinde, AKP liderliğinde Türkiye, Batı’nın değerlerini İslam dünyasına uygun bir şekilde uyarlayıp, Ortadoğu ve ötesi ülkelere en iyi şekilde kendisinin taşıyabileceğini düşünmektedir.
Bu temeller üzerinden hareketle, Türk dış politikasının mimarı, akademik kökenli Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, kurguladığı bu politikanın epistemolojik kökenlerini gayet “şık” bir şekilde ortaya koymuştur. Foreign Policy’de çıkan (2010) makalesi, kurgulanan bu politikayı; “yirmibirinci yüzyılın ilk on senesini geride bırakırken, tarihi rolü ve coğrafi pozisyonunun gerektirdiği şekilde davranan Türkiye’nin, çağın gerçeklerinin en iyi şekilde anlaşıldığı temeller üzerinde bir dış politika formüle edebilmiştir. Bu anlamda, Türkiye’nin Batıya oryantasyonu ve stratejik ittifakı, onun diğerleri yanında, Irak, İran, Kafkaslar, Ortadoğu barış süreci ve Afganistan’a karışması mükemmel olarak uyumludur” şeklinde tarif etmektedir.
Davutoğlu’na (2010) göre, Türkiye Ortadoğu’yu orada gayet etkin olabileceği biçimde çok iyi “anlamaktadır”. Aynı zamanda, en iyi Türkiye’nin iletebileceği, bölge halklarına ilham verecek olan piyasa ekonomisi ve çok partili demokrasi gibi Batı değerlerinin kurumsal işleyişi ile bağlantılı uzun bir deneyimi vardır. Bu inançlar, Davutoğlu’na şimdi “yörüngesinden çıkmış” olan “vizyoner, tutarlı, sistematik” yöntemsel ve operasyonel “stratejik derinlik” diplomasi ilkelerini formüle etmeye yardımcı olmuştu. Bu stratejinin derinliğinde ise AKP yöneticilerinin de sıkça andığı ama çok da belirli bir şekilde tanımlamadığı “Yeni Osmanlıcılık” bulunmaktadır.
Davutoğlu, bir tarafında “güvenlik ve demokrasi arasında denge”, diğer tarafında “komşularla sıfır sorun” ilkesi olarak tanımlanan kriterler bulunan bir AKP dış politika stratejisini sistematik ve tutarlı bir yöntemsel yaklaşımla formüle etmek istemiştir. Türkiye diğer küresel aktörlerle rekabetçi değil ama tamamlayıcı ilişkiler geliştirirken, uluslararası kurumlarda daha aktif rol oynamayı hedeflemiştir (ritmik diplomasi). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde 2010 yılında, Kuzey Kore, Afganistan ve Teröre Karşı Savaş komisyonlarında yer alarak, başkanlık yapması “ritmik diplomasinin” ritmine kanıt olarak gösterilmiştir.
Öte yandan, olaylar bu yöntemsel, işlevsel ilkelerin tam anlamıyla tanımlanmamış ve analitik olarak zayıf olduğu kanıtlamıştır. Uygulamacıların “yeni coğrafya”yı değerlendirişi, Amerika’nın gözetimi altında “küreselleşme”nin gelişmesiyle, ulus devletin rolünün küresel anlaşmazlıkları çözmekte yetersiz kalacağı yolundaydı (Aybar, 2008a). Her ne kadar küresel politik, kültürel ve ekonomik altüst oluşlarda ulus devletin bu tür tehditleri bertaraf etmek, çözüm üretme gibi bir rolü olduğu kabul edilse de bunun geçici olduğuna inanılıyordu. “Yeni küresel düzen” ihtiyaç duyduğu mekanizmaları yaratmaya çalışırken ulus devlet bu yeni oluşum içerisinde “yavaşça yok olacaktı” (Brzezinski, 2008).
“Yeni coğrafya”nın bu tür yorumlarının etrafında Türk dış politikası, “komşularla sıfır sorunlu ilişkiler” gibi geniş, esnek ve muğlak kavramlarla formüle edilmiştir. Dış politikanın epistemolojik yapımında gevşekçe kullanılan bu tür kavramlar, belki de başarılı politikaların yaratılmasının önündeki en önemli sorundur. Örneğin, Davutoğlu’nun (2010) kendi sözleriyle: “Türkiye’nin bölgesel politikası herkes için güvenlik, üst düzey politik diyalog, ekonomik entegrasyon ve karşılıklı bağımlılık ve birçok kültürün bir arada bulunmasına dayanmaktadır. Bu tür bir politika Türkiye’nin ABD ile stratejik ilişkilerini iki ülkenin ikili stratejik bağları ve NATO üzerinden görmektedir. AB üyeliği süreci, Rusya ile iyi komşuluk ilişkileri ve Avrasya’daki senkronizasyon politikasını her iki taraf için birbirini tamamlayan bir tutarlı politikanın bütünleştirici parçaları olarak addetmektedir. Bunun anlamı şudur ki, Rusya ile iyi ilişkiler AB ile ilişkilerin bir alternatifi değildir. ABD ile model ortaklık da Rusya’ya karşı rakip bir ortaklık değildir. ”
“Sıfır sorun”un ne anlama geldiği gibi soruların cevapları, tam olarak açıklanmamış durumdadır. “Sıfır sorun” durumuna ulaşıldığında, bunun yenilikçi politikalar üretilerek çatışan çıkarların idare edilmesine etkili bir biçimde son vereceği ima edilmektedir. Ancak, bir sorunun yok olması yani “sıfır” durumuna ulaşıldığının nasıl belirleneceği konusu belirsizdir. Bu özellikle sorunların sürekli olarak bir uçtan diğer uca mantar gibi türediği bir coğrafyada sorunlu bir konudur. Ayrıca, “herkes için güvenlik” içinde yer alan “herkes” ile neyin ifade edildiği, “üst düzey politik diyaloğun” ne kadar “üst” düzeyde olacağı, “ekonomik bütünleşme ve karşılıklı bağımlılığa” eşzamanlı olarak nasıl ulaşılacağı ve “birçok kültürün bir arada bulunacağı”, “kültürler”le neyin kast edildiği de açık değildir. Bu soruların cevaplarının tümü açık uçlu olarak bırakılmıştır. Aslında, bu ve benzeri birçok gevşek olarak kullanılan kavram politika yapıcıların onları değişen uluslararası koşullara, durumlara uydurarak istediği biçimde yorumlamasını mümkün kılmaktadır. “Rusya ile ilişkilere” karşın Türkiye-ABD ilişkilerinin” ve “Rusya ve ABD ilişkilerine” karşın “Türkiye - AB ilişkilerinin” yukarıdaki şekildeki tasviri belirsizliklere oldukça iyi örnektir.
Bu analitik araçları kullanarak, Türkiye kendini çok taraflı sorunları çok taraflı cevaplayan aktif bir uluslararası aktör olarak lanse etmiştir. Türk politika yapıcıları, birincil olarak dış politikayı çeşitlendirerek “yeni coğrafya”da bir rol oynamaya devam etmek istemiştir. Afrika’daki başlıca rakiplerden Çin Halk Cumhuriyeti piyasa temelli bir ekonomiye doğru politikalar üretmeye çalışırken Türkiye de “Afrika kıtasına açılmıştır” (Jaques, 2009). Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çekişmede daha sağlam bir pozisyon almak isterken İran ile AB arasında manevra yapmıştır. Irak ve Afganistan’daki sonu belli olmayan gelişmelere cevaplar formüle etmeye teşebbüs etmiştir. “Dinci teröristlerin” “komünistlerin” yerini aldığı “terörle savaş”a Türkiye’nin hangi yollarla katkıda bulunacağını araştırmıştır. Ayrıca, “Medeniyetler Çatışması” tezine karşı “Medeniyetler İttifakı” (herhalde birçok kültürün bir arada yaşamasına örnek olarak) sürecinde de lider rol üstlenmiştir. “Yeni Osmanlıcılık”ın yaratılmasıyla aynı zamana denk geldiğine inanarak, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin de (BOP) aktif bir destekçisi ve eş başkanı olmuştur. Aras ve Fidan (2009), Türkiye’nin bu yeni jeo-stratejisi algısını, içerik olarak buradakinden farklı anlamda kullandıkları “yeni coğrafya” kavramı etrafında özetlemektedir.
Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu’daki şiddetli sorunlar, Türkiye üzerinde stratejik müttefikleri ve komşuları arasında uyumlaştırıcı bölgesel bir rol oynamakta devam etmesi için baskı yaratmıştır. Bu gerilimleri idare etmenin zorluğu, Davutoğlu’nun dış politika formülasyonlarını ve yukarıda açıklanan prensipleri de sınava tabi tutmaktadır. Aynı zamanda, ekonomik ve politik yapının değişen doğası yurtiçi meseleleri ile uluslararası ilişkileri uzlaştırmaya zorlamaktadır. Diğer bir deyişle, girilen uluslararası ilişkiler, AKP’nin yönetici kadrosunun “dünyanın mevcut gerçeklerini”, ekonomik, demokratik, sosyal ve dini kurgularını algılamasına göre belirlediği politikaları sınamıştır. Dolayısıyla, kavranılan “yeni coğrafya” gerçekliği somut olaylarla sınandığında, çoğunlukla hayal kırıklığıyla sonuçlandığı ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Ortadoğu’daki dış politikasının başarısızlığının ardında yatan temel nedenleri, bunların epistemolojik inşasını, hükümeti dış politika boşluğunu yeniden gözden geçirmeye ve içini doldurmaya zorlayan 2023 hedeflerinin sunumundan da takip etmek mümkündür.
Ortadoğu krizi ve Türk stratejisi
Enerji kaynaklarının önemi ve bölgedeki siyasi gelişmelerin çok boyutluluğunun en ince haliyle ortaya çıktığı Suriye’deki son gelişmeler etrafında kristalize olan sorunlar, AKP iktidarı altındaki Türkiye’ye geçici/taktiksel çözümler veya belirli anlaşmalar etrafında çözümler bulmak yerine, “ekonomik ve siyasi çıkarlar”ına göre pozisyon almasını dayatmıştır. Türkiye kendisini, savaşçı bir söylem tutturmasına rağmen Suriye rejimine karşı etkin doğrudan askeri müdahalenin herhangi bir şekilde kullanılmasını bertaraf etmeye yarayan “insan hakları ve demokrasi” temelinde konumlandırmıştır. Suriye’ye karşı Türk pozisyonu uluslararası silahlı çatışma görmek istemeyen ABD ve AB’nin pozisyonları doğrultusunda oluşmuştur elbette. Bu duruş, Suriye içindeki uluslararası olmayan savaşın çözümüne herhangi bir şekilde İran’ın karıştığını görmek istememektedir. Suriye’deki gelişmelerin sıcak bir savaşa evrilmemesinin ardında, bu ülkenin Rusya’ya olan askeri, siyasi yakınlığı ve etnik yapısının çeşitliliğinin bulunduğu biliniyor. Batı pozisyonuna yakınlaşmış bir Rusya’nın, Suriye’de çözüm üretmek için en gerçekçi noktanın yakalanmasına katkı yapacağı kabul edildiğinden, tercih edilenin Rusya’yı Batı pozisyonuna yakınlaştıran politikalar izlenmesi olduğudur. İç savaş desteği bağlamında, Batı’nın ve Türkiye’nin izlediği Suriye politikasının özetidir bu.
Ortadoğu’da Türkiye’nin vizyonu, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmak ve Filistin’de uzlaşma sağlanması için maddi çözümler üretemedi. Irak’ta, Türkiye 2005 yılındaki parlamento seçimlerinde Iraklı Sünni grupların katılımını destekledi (Aybar, 2008a). O zamandan itibaren, Türkiye tarafından inkâr edilmesine, bölgedeki politikasının dini mezhep ayrımını esas almadığını iddia etmesine rağmen örneğin, Suriye Devlet Başkanı Beşşar El Esed’e karşı Türkiye’nin Sünni muhalefeti desteklediği suçlamaları devam etmiştir. Yukarıdaki açıklama ışığında, “haksız” bir suçlamadır bu. Türkiye şayet destekliyorsa, Rusya’yı Suriye’de sıkıştıracak olan her kimse, onu “desteklemektedir.”
Türkiye, İran’ın nükleer enerji üretimi konusunda dış siyaset vizyonunun bir parçası olarak tutum geliştirirken, Türk diplomatlar da, Türkiye’nin sivil ekonomik gücünü ön plana çıkartan yeni bir dil geliştirdi. Yukarıda belirtildiği gibi, demokrasi ve insan hakları ilkeleri söylemi yaygın ekonomik çıkarlar ile aşıldı. Ortadoğu’da tüm bölgeyi kapsayan ve Kürdistan İşçi Partisi (PKK) karşıtı mücadele ötesine taşınan Türkiye’nin yeni vizyonu, bölücü terör saldırıları ile başa çıkmada da başarısız oldu. Bunlara ek olarak, Türkiye’nin yükselen bölgesel emelleri, Türkiye ile komşuları arasında ve ayrıca mevcut stratejik müttefikleriyle gerilimler yarattı. Bu durum, etkin sıfır sorun politikasını (tüm iyi niyetine rağmen) diskalifiye etti. Suriye ve İran destekli tırmanan ayrılıkçı terör kampanyası söyleminin ardında yatan da bu başarısızlığı ifade etmektedir. Arap Baharı’nın sonuçları sadece “yeni gelişen demokrasiler” için sunulan “yumuşak İslam ülkesi” olarak Türkiye modeli fikrini zorlaştırmadı, aynı zamanda içeride de bazı olumsuz yansımaları oldu. Sıfır sorun politikası, diğerleri gibi samimi ve iyi niyetler ile formüle edilmiş olmasına rağmen beklenen sonuçları vermedi. Türkiye komşularıyla sorunlarını çözememekle kalmadı, aynı zamanda yeni sorunlar da eklendi. Ermenistan ile sorunları şimdilik ertelenmiştir. İranlılar ile derin şüpheler ve güven eksikliği mevcuttur. Kıbrıs sorunu da, Türkiye’nin AB ile tüm tam üyelik sürecini derinden etkilemeye başlamıştır.
Ekonomik cephede, komşularıyla ve yakın bölgeler ile Türkiye’nin ticaretinin son yıllarda büyük ölçüde arttığı doğrudur. Türkiye’nin büyüyen ekonomisi komşu ülkelerde yeni fırsatlar aramayı gerektirmiştir. Öte yandan, Irak ile İran gibi diğer ülkelerle ekonomik ilişkileri olumsuz etkileyen gelişmeler, Ermenistan ve Suriye ile olan ilişkilere de zarar vermiştir. Tüm bunlarla bağlantılı olarak içerideki Kürt huzursuzluklarının zedeleyici etkisinin vurgulanması da gerekir. Bu gelişmelerin AKP dış politikası destekçisi KOBİ’ler üzerine etkisi şiddetli olmuştur. AKP’yi destekleyenler nezdinde ise takip edilen dış politika son derece tartışmalı hale gelmiştir.
Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik “Yeni Osmanlıcılık’ı”
BOP’ye dayalı yeni güvenlik mimarisi, Türkiye’nin Afrika işlerine ilgi göstermesini gerektirdi. Soğuk Savaş’ın sona erişi, hemen ardından 1992 senesindeki Irak Savaşı ve Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin güvenlik vurgusunu daha geniş bir alana, Sahra’nın ötesine yaymasını getirdi. Güvenlik kaygılarının bu kaymasıyla ilgili olarak 1998 yılında geliştirilen yeni operasyonel plan, ”Afrika’ya Açılım Politikası” olarak isimlendirildi (Aybar, 2008b). Böylece yirmibirinci yüzyılın başında Afrika kıtası, Çin ve Hindistan gibi başka gelişmekte olan ülkelerden ilgi görmeye başladığında, Türkiye’nin de kıtaya ilgisi arttı. Bugün Türkiye’nin Afrika’daki ilgisi stratejiktir ve Afrika Birliği de ülkemizi stratejik ortak ilan etmiştir. Bu durum, Türkiye’yi, Afrika’ya en fazla yardım eden gelişmekte olan ülke konumuna taşımıştır.
Kıtadaki en son Osmanlı toprağı bugünün Libyası, 1913 senesinde terk edilmişti. Kuzey Afrika’daki Türk varlığı geride Yeni Osmanlıcılık için ilham kaynağı olacak, geniş miktarda bir nüfus, dini ve kültürel bağlar bırakmıştı (Aybar, 2008b). Türkiye’nin, Kuzey Afrika’daki varlığı da yakın zamanda Libya’da Muammer Kadaffi’nin rejimi devrildikten sonra, orada 1970’li yıllardan itibaren faaliyet gösteren KOBİ’ler ile inşaat şirketlerinde çalışan Türk işçilerin, Türkiye’ye taşınmasıyla tehdit edildi ve neredeyse sona erdi.
Türk – Afrika ilişkilerinin doğasının, boyutlarının daha kapsamlı bir içerik etrafında araştırılması, bu ilişkinin, ticari ve sektörel tamamlayıcılıklarının dünya işbölümü içerisindeki bağlantılarıyla şartlandırıldığını ortaya çıkartacaktır. Uluslararası iktisadi bağlantıların doğasının daha yakından incelenmesi ise daha büyük şirketler ile KOBİ’lerin iş starejilerinin, kapsam, derinlik ve nefeslerinin farklı farklı olduğunu işaret eder. Büyük firmalar ihracatları için dikkatlerini daha çok AB’ye çevirirken Birleşmeler ve Satın Almalar (M&A) yoluyla AB kökenli şirketlere yönelmekte, KOBİ’ler ise komşu ülkeler, Kuzey Afrika ve Sahraaltı Afrika’yı tercih etmektedirler (Aybar, et al., 2010). Dışarıya yatırım yapan farklı farklı yatırımcıların bölgelere yönelik hedefleri de farklıdır. Büyük ölçekli firmalar AB’deki yüksek teknolojilere, kabiliyetlere ulaşmak isterken Afrika ve Asya’da ucuz işgücünü hedeflemiştir. Ayrıca, yeni bağımsız Türkî ülkelerde doğal kaynaklara ulaşmak istemişler, Asya ve Afrika’daki yükselen pazarlarda artan talebe cevap vermeye çalışmışlardı. Ürün çeşitlemesine ek olarak bölgelerin çeşitlenmesi, 2008 dünya krizini fırsata çevirmek isteyen Türk firmalarının iş stratejilerinin bir parçasıdır (Aybar et., al, 2010).
Türk, dışarı doğrudan yatırımlarının (OFDI) nasıl biçimlendiği, hükümetin aldığı uluslararası pozisyonlara da yansımaktadır. Yeni uluslararası oluşumda hükümet, “Anadolu Kaplanları” diye bilinen KOBİ’ler (hükümetin temel oy kaynağı) ile daha büyük firmaların çıkarlarını uzlaştırmaya çalışmaktadır. Bu belki de dış politika oluşturmada hükümetin önündeki zorluklardan bir başkasını temsil etmektedir. Görünen odur ki Türk OFDI’nın arkasındaki ana kuvvet olan büyük firmalar, hükümetin bu alandaki uzlaştırıcı tavrını kendilerinin daha geniş iş stratejileri ve yönelimleri ile uyumlu olduğu müddetçe destekleyecektir.
Sonuç
Bu makalenin açılış paragraflarında politika yapıcıların değişen uluslararası düzene olan yanıtlarının dünyadaki yeni yapıların metodolojik kavramsallaştırmalar etrafında oluştuğu fikri ortaya atılmıştı. Türkiye için ise politika formülasyonunun oldukça akışkan ve belirsiz kavramlar çevresinde yapıldığı iddia edildi. Türk dış politikasının analizinden elde edilen en önemli ders ise “yeni coğrafya” kavramının politika yapıcılar tarafından dış politikaya hükmedecek şekilde yapılan yorumun beklenen sonuçlar üretmeyişidir. Bu, aynı zamanda gereğinden fazla esnetilen mevcut kaynaklar ile ortaya konulan hedefler arasında uyuşmazlığa neden olmuştur. Kısaca, yerel kaynaklar ile uluslararası hırslar arasındaki yanlış hesaplamalar, politikaların başarısız olmasına neden olmuştur. Ortadoğu’nun gerçekleri, etnik ve dini oluşumu, Türkiye’nin stratejik konumu, karmaşık su ve enerji sorunlarıyla birlikte yerel ekonomik, siyasal düzen, Türk dış politikasını ulusal çıkarlarını sürekli değişen bir dünyaya uydurmak adına “hükümsüz” kılmıştır.
Ek olarak, Türk beşeri ve sosyal sermayesi, arzu edilen dış politika hedeflerini izleyebilmek için seferber edilmek zorundaydı. Burada da gösterildiği gibi “yeni coğrafya” parametrelerinin varlığı, dış politika hedeflerinin izlenmesinde, kamuoyu desteğini zorunlu kılmaktaydı. Bunu sağlamak adına girişimler olmuştur, örnek olarak Sudan ve Somali’de izlenen politikaların desteklenmesi için “Live Band” tarzında müzik konserleri tertip edilmiş, öte yandan pop yıldızları Afrika’ya yapılan devlet destekli ziyaretlere davet edilmiştir. Bu ve benzerlerinin, arzu edilen kamuoyu desteğini canlandırmak adına hayal kırıklığı yarattığı söylenebilir. Hatta yakın zamanda “Suriyeli misafirler” hakkındaki şikâyetlerin artmasıyla birlikte, özellikle Suriye sınırında bulunan vilayetlerde kamuoyu, süratle hükümetin mülteci politikasına karşı oluşmakta, bu genel Suriye stratejisinden desteğin çekilmesine doğru evrilmektedir. Kamuoyunun eleştirel olduğu bir diğer alan da OFDI alanıdır. Türkiye’den yurtdışına doğrudan yatırımlarının artması, kamuoyunda yanlış olarak yurtdışına yapılan yatırımlar sonucu “işlerin Türklerden çalındığı” gibi endişelerinin artmasına neden olmaktadır.
Sonuç olarak, ülke gerçekleri üzerine somut bir analize dayalı olan bir dış politika formüle edebilmek için piyasaya dostane, uluslararası işbölümünü, endüstriyel tamamlayıcılıkları göz önünde bulunduran bir kalkınma ve sanayi stratejisi tasarlamak ve bunu iyi belirlenmiş küresel prensiplerle bağdaştırmak gerekmektedir. Eğer Türkiye, 2023 hedeflerinde de öngörüldüğü gibi aktif bir uluslararası oyuncu olmak istiyorsa, yukarıda açıklandığı gibi toplumsal sermayesini de bu uğurda seferber etmelidir. Ne yazık ki bugüne kadar hükümetin kamu bilincini yükseltmek için çabaları hayal kırıklığı yaratıcı, Somali’ye yardım ya da İran ile Suriye’yle ilişkiler hususunda olduğu gibi oldukça dağınık ve dışlayıcı olmuştur.
Referanslar
1. Aras Bülent ve Hakan Fidan (2009): “Turkey and Eurasia: Frontiers of a new geographic imagination”, (Türkiye ve Avrasya: Yeni Coğrafi Hafzala’nın Hudutları), New Perspectives on Turkey, No. 40, s. 195-217.
2. Aybar Sedat (2012): “Turkish Economy and the Development of Its Financial Sector”, in Aybar and Charambides, Turkey on the Doorstep of Europe, Panteion University, Athens, ISSN 1986 – 4698, s. 32–39.
3 Aybar et. al. (2010): Emerging Markets Global Players Report – Turkey, with University of Columbia, Vale Columbia Center.
4. Aybar and Ozgoker (2009): “Batı Enerji Güvenliği ve Türkiye”, (Energy Security of the Western World), Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 2, Cilt 11, ss. 319–334.
5. Aybar Sedat (2008a) (Editor): Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, (Turkey’s Middle-Eastern Politics), Kadir Has University Publications.
6. Aybar Sedat (2008b): “Türkiye–Afrika İlişkileri”, (Turkey – Africa Relations), Almanak 2007 Analizleri, Sosyal Arastırmaları Vakfı (SAV), s. 353–373.
7. Brzezinski Zbigniew (2008): America and the World: Conversations on the Future of American Foreign Policy, Basic Books (Eylül 2008), ISBN 0-465-01501-8.
8. Davutoğlu Ahmet (2010): “Turkey’s Zero Problems Foreign Policy”, Quoted on 28/08/2012, from http://www.foreignpolicy.com/articles/2010/05/20/turkeys_zero_problems_….
9. İşeri Emre ve A. Oğuz Dilek (2012), “Yeni Enerji Jeopolitiğinde NATO’nun Enerji Güvenliğinde Tamamlayıcı Rolü ve Türkiye’nin Potansiyel Katkıları”, (NATO’s Complimentary Role in Energy Security and Turkey’s Potential Contributions at the New Energy Geopolitics), Akademik Bakış, Cilt 5, Sayı: 10, s. 229.
10. İŞERİ Emre (2012), “Ya İran Nükleer Programı Enerji İçinse? Türkiye’nin Enerji Güvenliğine Yansımaları”, (What if Iran’s Nuclear Program is for Energy? Implications for Turkey’s Energy Security), Ortadoğu Analiz, Cilt 4, Sayı: 42, s. 55.
11. Martin Jaques (2009): When China Rules the World, Allen Lane, London.