Ekonomi ile ekoloji arasındaki uyuşmazlığın çarpıcı sonuçlarına sahne olan Türkiye, son dönemde izlediği politikalarla bir yandan ekonomik göstergeler açısından yüksek rakamlara erişirken bir yandan da kirletme hızını en çok artıran ülkeler arasında yer almaya başladı. Bir gün ülkenin çevre tarihi kaleme alındığında AKP yıllarının, doğal varlıkların ve tarihî değerlerin artık geri dönülemez biçimde tahrip edildiği bir dönemi simgelediğinin yazılacağına kuşku yok.
Ekonomik gerekçelerin ekolojik kaygılara ağır basmasından kaynaklanan bu durumun ülke içinde yeterince bilindiği, sorgulandığı, gündeme getirildiği söylenemez. Doğal dengenin ekonomik büyümeye feda edilmesinden kaynaklanan sorunlar, yalnızca sınırlı sayıdaki çevrecilerin, duyarlı grupların, uzmanların ilgi alanına giren uğraş konuları olarak kabul edilmiştir. Bu durumun bir nedeni siyasetteki oy kaygısı ya da akademideki aşırı uzmanlaşma ise bir diğer nedeni de ülkenin güçlü bir çevreci ya da yeşil oluşumu destekleyecek ekonomik ve toplumsal yapıya sahip olmamasıdır.
İşte bu yazıda, çevreciliğin ve yeşil hareketin içinde bulunduğu yapısal sorunlardan, önündeki engellerden ve karşılaştığı zorluklardan yola çıkarak siyasal alanda hareketin başarı kazanması için gündeme gelebilecek olası seçenekler değerlendirilmeye çalışılacaktır. İlk olarak, doğa temelli arayışların Türkiye’deki olağan sıkıntılarına değinilecek, ardından hareketin bugünkü resmine bakılmaya çalışılacak, son olarak da “ne yapmalı” sorusuna aranacak yanıtların neler olabileceği üzerine bir tartışma yürütülecektir.
A. Yeşil düşüncenin zorlukları
Türkiye gibi bir ülkede çevre sorunlarını temel çıkış noktası alarak siyaset yapmanın, olumlu ve olumsuz yönler barındıran kendine özgü bir durumu var. İnsanların büyük bölümünün kendisini bir anlamda çevre hareketinin doğal destekçisi olarak gördüğü, hatta etkinliklerinin önemli bir bölümüne dışarıdan sessiz bir onay verdiği söylenebilir; medya ve akademi için de benzer bir durum söz konusudur. Halkın, kamuoyunun bu gizli desteği bir biçimde devlet organlarına da yansımıştır. Örneğin, çevreciler ya da yeşiller, solun içindeki Aleviler, Kürtler, vicdani retçiler gibi gruplar kadar tehlikeli görülmez. 12 Eylül sonrasında çevreci ve yeşillerin diğer hareketlere göre seslerini biraz daha fazla çıkarabilmelerinde belki bu durumun da payı vardır. Ancak, sözünü ettiğimiz destek yalnızca içten içe verilen sessiz bir onaylamadan ibarettir; hareketin büyümesine, güçlenmesine yarayacak aktif bir katkı değildir. Çevrecilerin ve/ya yeşillerin, doğaya verilecek herhangi bir zarar karşısında tetikte olup eylem yapmaları istenir ancak onlara somut bir destek verilmez. “Nerede bu çevreciler?” sözü herhalde söz konusu durumu anlatmaya yeterlidir.
Ekonominin ekolojiye üstünlüğü
Türkiye’de çevre sorunlarını siyasal alana taşımaya çalışmanın yeşil düşüncenin bu topraklarda oldukça yeni olmasından kaynaklanan önemli zorlukları bulunuyor. Türkiye gibi bütün boyutlarıyla toplumsal-ekonomik ilerlemesini sağlayamamış, gelişmesini bütün coğrafyalarına yansıtamamış, modernliğe geçiş sürecinin sancılı yaşandığı bir ülkede güçlü bir yeşil hareketin olmamasını da olağan karşılamak gerekir. Hindistan devlet başkanı Indra Gandhi’nin 1972 Stockholm İnsan Çevresi Konferansı’nda dile getirdiği “en büyük çevre sorunu yoksulluktur” sözünü doğrularcasına, ortada daha yaşamsal sorunlar varken çevreciliğin bize “lüks” gelmesine şaşıracak bir şey yok kuşkusuz.
Sanayileşme ve kentleşmede gecikme
Sanayileşme ve kentleşme aşamasına varmada geç kalan, siyasal sisteminin işleyişinde sıkıntıları bulunan bir ülkenin yeşil hareketinin tüketim toplumunun doygunluğuna ulaşmış ülkelerden daha geride olması doğal. Sözgelimi, bundan dolayı makineleşmenin getirdiği çevre sorunlarını da geç duyumsamaya başladık. Şimdilerde bize olağan gelen hava kirliliği, tehlikeli atıklar gibi sorunlar, bütün bir ülke tarihini düşündüğümüzde, oldukça yeni konular aslında.
Kentleşme sürecini geç yaşamaya başlamamızın, başka bir deyişle çoğunluğumuzun kırsal kesimde değil de kentsel yerleşim yerlerinde oturuyor olmamızın çok eski tarihlere gitmeyişi ile yeşil hareketin bugünkü durumu arasında önemli bağlantılar var. Bu açıdan, küçük bir alanda çok sayıda insanın bir arada yaşamasından kaynaklanan sorunların yeni yeni ortaya çıkmaya başladığını unutmamak gerek. Trafik, çöp gibi konular yalnızca bir-iki kuşağın gündeminde sorun olarak bulunuyor. Kısaca, sorunların geç ortaya çıkması, çözüm için ortak harekete geçmeyi, çevre odaklı hareketleri geciktirmiştir diyebiliriz.
Kırsal kesim: Yoksulluk simgesi
Sanayileşme ve kentleşmede geç kaldığımız için köylerle, kırsal kesimle bağlarımızı uzun süre korumuşuz. Her ne kadar son dönemde mekânsal açıdan kırsal kesimden uzaklaşmaya başlasak da, bir-iki kuşak geriye gittiğimizde, çoğunluğumuzun kökeninde kırsal kesimden izler bulunduğunu, önemli bir bölümümüzün de akrabalar, hemşeriler dolayısıyla kırla bağımızı en azından manevî açıdan sürdürdüğümüzü söyleyebiliriz. Bu durumun çevre sorunları açısından yarattığı önemli bir sonuç var gibi görünüyor. Kent içindeki boş arsalar, doğal varlıklar, bize kırsal kesimi ve yoksulluğu hatırlatıyor. Bundan dolayı da “boşluk” olarak gördüğümüz yerde bir an önce bir şeyler yapmak, apartman dikmek, baraj kurmak; kısaca “geliştirmek” istiyoruz. Kırsal kesim ya da boş alanlar bize azgelişmişlik göstergesi olarak geliyor.1 Yeşil hareketin bütün bu “gelişme”, “kalkınma” adımlarını sekteye uğratacak engellerden biri olarak görüldüğüne kuşku yok.
Toprak düzeni
Yeşil hareketin zayıf olmasının ya da başka bir biçimde söylersek çevresel değerlere duyarsız kalmamızın nedenlerinden birinin de toprak düzenimizle ilgili olduğu düşünülebilir. Bizans’tan Osmanlı’ya topraklar devletin mülkiyetinde ya da gözetiminde olduğu için, toprağa sahip olarak onu kullanıma açmak istemek ya da doğal varlıkları devletten alıp bir an önce kullanılması gereken bir kaynak olarak görmek kolay olmuştur. Hazine arazisine gecekondu yapılması, lüks villalara kaçak kat çıkılması, kıyıların betonla doldurulmasıyla ya da günümüzden örnek verirsek, kentsel dönüşüm ve 2b uygulamalarından kaynaklanan sorunlarla bu durum arasında güçlü bir bağ var gibi görünüyor.
Göçebelik
Yeşil düşüncenin bu topraklarda pek rağbet görmemesini, doğaya yaklaşımımızın pek de sıcak olmamasını, yerleşik düzene çok geç geçmemize, aslen göçebe bir toplum olmamıza bağlayanlar da var. Buna göre, yerleşim yerlerimizi ve doğal varlıkları bir yaşam ortamı olarak benimseyemediğimiz için onları bir an önce yararlanıp tüketilmesi gereken bir kaynak olarak görüyoruz. Örneğin, evlerimizin içi güzel eşyalarla, süslerle donanmışken sokaklarımızın, çevremizin içler acısı durumda bulunmasında göçebeliğimizden izler bulmak olanaklıdır. İlk bakışta önemli bir soruna parmak bastığı için açıklayıcı gücü olduğunu düşündüren bir sav olsa da, hem göçebe toplumların asıl olarak doğa ile barışık bir yaşantı sürdüğünü hem de Anadolu’ya Türklerden önce ev sahipliği yapan, daha eskiden bu topraklara yerleşmiş bulunan diğer halkların, sözgelimi Kürtlerin de bu açıdan çok farklı durumda olmadığını biliyoruz. O yüzden bu açıklamaya çekinceyle yaklaşmakta yarar var.
İslamiyet
Toplumumuzun doğaya sırtını dönmesinin kökenleri islamiyette de aranabilir. Kimi dinî çevrelerce -Kapital’den Marx’ın ne kadar doğa dostu olduğuna dair kanıtlar aramaya benzer biçimde- Kuran’dan çevreci ayetler keşfedilmeye çalışılsa da, diğer semavî dinler gibi, islamiyetin de özünde insan merkezli bir anlayışa sahip olduğuna kuşku yok. Kurban kesiminden, nüfus artışının teşvik edilmesine ya da kapitalizmle yakınlaşmasına bakıp islamiyetin bugünkü yaşanma biçiminin çevre sorunlarının çözülmesinin ve yeşil hareketin güçlenmesinin önünde bir engel olarak durduğu düşünülebilir. Ancak islamiyetin özü gereği bütün canlıların değerli olduğunu vurguladığını, sade yaşamı teşvik ettiğini, doğal değerlere özel önem verdiğini akla getirip, din temelli gerekçelerin de açıklama gücünün sınırlı kalacağını söyleyebiliriz.
Bütün bu yapısal zorlukların gölgesi altında siyaset yapmaya çalışan yeşil hareketin doğuş şartlarına kısaca göz atmak, bugün yaşanan sıkıntılar hakkında ipuçları verebilir.
B. Yeşil hareketin durumu
Dünya görüşü açısından çok farklı kulvarlardan gelen katılımcıları bünyesinde barındıran yeşiller, uzun bir geçmişe dayanmayan, geleneksel siyasal çizgilerin içinde yer almayan ve Batılı örnekleri kadar toplumsal alanda etkili olamayan bir hareketi temsil ediyor.2
Akkuyu’da nükleer santral kurulma söylentileri üzerine Silifke Taşucu’nda 1977 yılında ilk ses getiren çevre eyleminin yapılmasını,3 Türkiye’deki insan hakları ihlâllerine karşı Almanya’dan gelen yeşillerce 1983’te Ankara Kızılay’da ilk yeşil protestonun gerçekleştirilmesini4 ve 1988’de ilk Yeşiller Partisi’nin kurulmasını göz önünde bulundurursak, kabaca çevreci/yeşil hareketin otuz-kırk yıllık bir geçmişi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.5
Bugün de ekolojik bunalımı, çevre sorunlarını ya da doğal varlıkları ilgi alanı olarak gören siyasal oluşumların sayısı çok fazla değil. 1988’de kurulup 1994’te siyasal yaşamı sona eren ilk Yeşiller Partisi’nden sonra çevreyi kendisine dert edinen bir siyasal partinin kurulması için 2008 yılına kadar beklemek gerekmiştir. Yeni kurulan Yeşiller Partisi ise 2012 yılında EDP (Emek ve Demokrasi Partisi) ile birleşerek “Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi” çatısı altında varlığını sürdürme kararı almıştır. Kuşkusuz adında çevre ya da yeşil geçen partiler yalnızca bu ikisinden ibaret değil, “Gönül Birliği Yeşiller Partisi” ya da “Hayvan Partisi” gibi dar çevrelerin ürünü olan ya da gönüllülük temelinde işleyen oluşumlar da var.
Parti sayısı ne kadar fazla olursa olsun, Türkiye’de güçlü ve yaygın bir yeşil siyasal gelenekten söz etmek ya da bu hareketin geleceğine ilişkin iyimser öngörülerde bulunmak o kadar kolay değil. Sonuçta, çevreciler ve yeşiller, hem tıpkı savaş karşıtları, vicdani retçiler, feministler, eşcinseller, ateistler gibi “marjinal” gruplar arasında anılıyor, hem de çok küçük bir oy potansiyeline sahip oldukları için siyasal açıdan gözardı edilebiliyor.
Partileşme sorunları
Görece kısa sayılabilecek bir tarihe sahip Yeşiller Partisi geleneği için bugünden geçmişe bakıp bir başarı değerlendirmesi yapmak yerine söz konusu dönemi kuruluş ve arayış yılları olarak kabul etmek daha anlamlı olacaktır. Aşağıda daha ayrıntılı biçimde değineceğimiz gibi, hareket bir yandan yoksul bir ülkede siyaset yapmanın getirdiği yapısal engellerle karşılaşmış, bir yandan da solun kronik sorunlarının yansımalarıyla uğraşmıştır.
Yeşil hareketin Türkiye’deki en önemli dezavantajı kendi varoluş gerekçesi ile insanların istekleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor. Var olan ekonomik ve toplumsal sistem içinde daha iyi koşullarda yaşama isteği ancak çevreye zarar vermekle mümkün. Yeşiller Partisi kendi ilkelerine uygun hareket ettiğinde otomatik olarak, bu sistem içinde daha iyi bir yaşam beklentisinde olan büyük bir kesimi de karşısında bulacaktır.
Yeşillerin siyasal yaşamda başarısını olumsuz yönde etkileyen etmenlerden biri, son dönemde neredeyse bütün partilerin çevre sorunlarını bir biçimde programlarına, gündemlerine alarak bir anlamda Yeşiller Partisi’ni işlevsiz bırakması olmuştur. Örneğin, yeşil hareketin kendisine görece yakın görebildiği seçmenlerin partisi BDP’nin programına göz atıldığında, ekolojik bunalıma, doğal varlıklara ve kentsel sorunlara özel önem verildiği farkedilmektedir.5
Yeşiller hareketinin büyümesinde bir başka engel, siyasal yelpazenin çok farklı kulvarlarından gelen katılımcıları bünyesinde barındırması olmuştur. Aslında hem daha geniş toplumsal kesimlere dayanmanın hem de düşünce zenginliğinin bir göstergesi olabilecek bu durum yeşil partileri olumsuz yönde etkilemiştir. Sözgelimi Birinci Yeşiller Partisi’nde partinin iki kurucu unsuru olan çevreciler ve yeşiller arasında yaşanan gerilim partinin sonunu getirmiş, İkinci Yeşiller Partisi’nde parti içinde yaşanan görüş ayrılıkları partinin EDP ile birleşmesi sonucunu doğurmuştur.
C. Yeşil hareketin büyüme olanakları
Bir yandan doğaya dayalı siyaset yapmanın kendine özgü zorluklarıyla uğraşmak zorunda kalan, bir yandan da sol gelenekten beslenen bir damar olarak sınırlı bir büyüme potansiyeline sahip olan yeşil hareketin kitleselleşip önemli bir siyasal aktör haline gelmesini beklemek gerçekçi gözükmüyor. Dolayısıyla yeşil hareket kendi dışında kalan siyasal güçleri, aktörleri ve grupları etkileyebildiği ölçüde işlevini yerine getirmiş sayılmalıdır.
Yeşil düşünce asıl olarak bugünün insanlarının “gerçek” sıkıntılarını değil, gelecek kuşakların “olası” sorunlarını hedef alır. Böyle bir anlayışa sahip olmak, yeşil düşünceyi savunabilmek ya da onun savunduğu değerleri içselleştirebilmek için öncelikle temel yaşamsal gereksinimleri sorunsuzca karşılayabilmek ve yeşil bilinçlenmeyi kolaylaştıracak bir eğitim sürecinden geçmek; daha açık olarak belirtmek gerekirse, yoksul ve eğitimsiz olmamak gerekir. Dolayısıyla, yeşil düşünceden kaynaklanan akımlar Türkiye gibi bir ülkede zaten kendiliğinden, az sayıda taraftara seslenmenin verdiği bir yalnız bırakılma, tek başına kalma duygusu içinde siyaset yapmak zorunda kalmaktadır.
Gündelik yaşam sorunlarını öne çıkarmak
Siyasal alanda yeşil düşünceyi etkili kılmak ve daha geniş bir kitleye seslenebilmek için, geleceğin olası sorunlarına odaklanmak yerine, bugünün mevcut sorunlarına dönük çalışmalar yapmak, “küresel” değil de “yerel” gereksinimlerle ilgilenmek, toplumun önemli bir bölümü tarafından “lüks” sayılan konulara değil de gündelik yaşama ilişkin konulara yönelik politikalar izlemek kaçınılmaz gibi görünüyor.
Türkiye’nin kendine özgü yapısal sorunlarından dolayı hareketin kendisini salt çevre sorunları ya da doğanın korunması ile ilgili görmesi bu topraklardaki başarı olanağını sınırlı kılacaktır. Aslında, durumun diğer ülkelerde de benzer olduğu söylenebilir. Türkiye’de yaşasa AKP’ye oy verecek olan Almanya’daki Türk işçilerin, oranın Yeşiller Partisi’ne oy vermesinin ardında da bu gerçek yatıyor.
Söz konusu engeli aşmak için sözgelimi parti etkinliklerinde iklim değişikliği gibi insanların birebir etkilerini hissetmedikleri, onlara uzak, yabancı gelen bir konu yerine yoksulluk, barınma, susuzluk gibi daha yerli ve daha tanıdık sorunlar ön plana çıkarılabilir. İklim değişikliği örneğindeki gibi soyut ve uzak görünen konuların, mekânda ve zamanda yakınlaştırılarak –yani Türkiye’deki ve bugündeki somut etkilerine değinilerek– işlenmesi sorunların daha kolay algılanmasını ve dafa fazla ilginin çekilmesini sağlayabilir.
Halkın gerçek gereksinimlerine seslenmek
Buna benzer biçimde yeşil politikaların, halkın gerçek gündeminin ve yaşadığı sorunların ayırdında olarak geliştirilmesi gerekiyor. Örneğin, çevreci kamuoyuna, sol kesime, okumuş-yazmışlara 2b ya da kentsel dönüşüm haberleri, “doğal varlıkların kaybı” ya da “düzensiz kentleşme” gibi konular daha çok olumsuz çağrışımlarda bulunuyor. Ancak, sorunların içinde yaşayan geniş kitleler için aynı şeyi söylemek olanaklı değil; bu sözcükler önemli bir kesim için daha rahat bir yaşama geçme umudunu da beraberinde getiriyor. İnsanlar bu yasalarla gecekondulardan apartmanlara geçeceklerini, evlerinin değerinin artacağını düşünüyor. Bundan dolayı, yaşama geçirilmesi zor olsa da, her soruna ilişkin daha gerçekçi, daha uygulanabilir politika önerileri üzerinde çalışmak gerekiyor.
Ranttan yoksun kalanlara yönelmek
Aslında Türkiye’deki çevre sorunlarının son dönemde artmasının önemli bir nedeni, bir süreden beri ekonomik büyümeyi sağlamak için yatay ve dikey yönde toprakla ilgili faaliyetlerin yoğunlaşmasıdır. Bunun gözle görülen uygulaması dikey olarak kentsel dönüşüm ve gökdelenler, yatay olarak ise 2b ve HES’ler kuşkusuz. Toprağın her iki yönde aşırı kullanımı bir yandan çevre sorunu yaratmakta, bir yandan da oluşan rantın belli kesimlere aktarılmasına yol açmaktadır. AKP’nin tabanının genişlemesinin en azından bir bölümünün söz konusu çıkar paylaşımına, rant dağıtımına dayandığına kuşku yok. Bundan ötürü, topraktan kaynaklanan yeni değerin dağıtımından pay alamayan kesimlerin sıkıntılarına odaklanan, toprağın kendinde taşıdığı zenginliğin bütün topluma dengeli dağıtılmasını öneren ve doğal değerlerin korunmasını sağlamaya yarayan yeni politikaların geliştirilmesi gerekiyor.
Anadolu’daki çevre hareketliliği ile ortaklık
Özellikle son dönemde, artan çevre sorunlarına karşı tepki eylemlerinin çoğaldığını, nükleer santral projelerinin, maden arama faaliyetlerinin, kentsel dönüşüm uygulamalarının ve HES yapımının çevreci bir hareketlenme yarattığını görüyoruz. İlk bakışta bu durum yeşil hareket için önemli bir olanak sağladığı ve büyümek için elverişli bir alan bulunduğu kanısına varmamıza yol açsa da ortaya çıkan resmin biraz daha ayrıntısına inildiğinde, aslında söz konusu canlanmanın harekete sanıldığı kadar olumlu etkilerde bulunamayacağı anlaşılacaktır.
Hükümetin inşaat, madencilik ve enerji yatırımlarının doğaya verdiği ölümcül zarara karşı harekete geçen yerel halkın ve köylülerin aslında çevreci olmadığını yalnızca kendi yaşam ortamlarının bozulmasına, geçim olanaklarının zayıflamasına karşı tepki gösterdiklerini; büyük olasılıkla da AKP seçmeni olduklarını unutmamak gerekir. Belki onların bu durumunu, Batılıların “nimby” (not in my backyard) terimiyle yani “arka bahçemde olmasın” sözleriyle açıklamak daha uygun olacaktır.
Başka sözlerle söylemek gerekirse, HES’lere direnen köylüler aslında yalnızca santralin kendi yaşadıkları yerin yakınında kurulmasına karşıdır, başka yerlerdeki HES’lerle ya da temiz olmayan enerji kaynaklarıyla bir sorunları yoktur; dolayısıyla, hareketin eylemlerini çevreci ya da yeşil diye nitelemek yanıltıcı olabilir. Yine de sön dönemde yurdun dört bir yanında gösterilen tepkilerin, yeşil hareketin büyümesine değil ama etkisinin artmasına yardımcı olacak bir potansiyel taşıdığına kuşku yok.
Yeşil hareketin olası destekçileri
Bu noktada, “peki Anadolu’nun dört bir yanındaki HES karşıtı hareketler de yeşil hareketi büyütemeyecekse, çevre mücadelesinin başarıya ulaşması için ne yapılmalı o zaman?” sorusu sorulacaktır doğal olarak. Belki yapılabilecek en doğru şey doğanın insan tarafından ezilmesi, sömürülmesi ile toplumsal olaylar arasında bağ kurarak seslenilen kitleyi genişletmektir. Türkiye’de bunun karşılığı doğal olarak Kürtler, Aleviler ve diğer dezavantajlı gruplardır. Üstelik bu birlikteliği doğal kılacak somut koşullar da önümüzde: Ormanların yakılması, köylerin boşaltılması, barajlarla tarihî kentlerin yok edilmesi, büyük ölçekli kamulaştırmalara gidilmesi, insanların göçe zorlanması… Bunların hepsi aynı zamanda çevre sorunudur.
Yeşil hareketin geleceği
Eğer sanayileşme ve kentleşme eğilimlerinde radikal bir değişiklik olmazsa hava, su ve toprağı kullanma sınırlarına varılacağı için, uzun vadede herkes bugün yeşil düşüncenin arzuladığı daha sade, daha duyarlı bir yaşam biçimine geçmek zorunda kalacak; tabii kapitalizmin yapısına uygun ve onun izin verdiği biçimde. Gerçekçi olmak gerekirse, yeşil hareketin en büyük katkısı söz konusu gönüllü sadeliği, çevreyle uyumlu yaşamı biraz daha öne almak olabilir. Eskiden çevre sorunları marjinal sorunlar olarak bilinirdi; şimdi gündelik hayatın parçası olduğu için herkes bir biçimde bu sorunları yaşıyor. Domatesler hormonlu, hava kirli, trafik sıkışık, ormanlar yakılmış, dereler heslenmiş, kıyılar betonlaşmış ise çevreci hareket de elbet güçlenecektir. Umarız bir gün Türkiye’de yeşil deyince akla islamî hareket değil de yeşil hareket gelir.
Dipnotlar
1) Bülent Duru, Doğayı AKP’den Korumak, Radikal İki, 7 Kasım 2010.
2) Çevreci – Yeşil Ayrımı
Bu iki terim arasında her ne kadar herhangi bir fark yokmuş gibi gözükse de ve kimi zaman aynı olgulara işaret etseler de çevreci ve yeşil terimleri aslında farklı yerlere göndermede bulunuyor. Çevreci sözcüğü daha çok, çevrenin korunması ve kirliliğin giderilmesine yönelik çalışmalar gerçekleştiren ve kurulu düzen içinde “yapıcı” etkinliklerde bulunan eylemcileri anlatmak üzere kullanılıyor. Yeşil sözcüğü ise çevre sorunlarının aslında var olan ekonomik-siyasal sorunların bir yansıması olduğundan yola çıkan, çevre sorunlarını siyasetin bir parçası olarak gören daha radikal eylemcileri ifade ediyor.
3) Erol Özbek, “Biz Zaten Ölmüşüz”, Yeni Gündem, S. 13, 2-8 Haziran 1986, s. 26, 27.
4) Tanıl Bora, “80’lerde Yeşil Hareket: Salonlardan Sokaklara, Sokak, S. 19, 31 Aralık, s. 20, 21.
5) Bülent Duru, “Türkiye’de Çevrenin Siyasallaşması: Yeşiller Partisi Deneyimi”, Mülkiye, S. 236, C.24, Eylül-Ekim 2002, s. 179-200.
6) Barış ve Demokrasi Partisi Programı. (bdp.org.tr)
---------------------------------------------------------------------------------------------
Bülent Duru
1971 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda sürdürdü. Yüksek lisans tezi gönüllü çevre örgütleri, doktora tezi ise kıyı politikası üzerinedir. Çevre politikası, yerel yönetimler ve kentleşme konularında çalışmaları bulunmaktadır. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde Kentleşme ve Çevre Sorunları kürsüsünde öğretim elemanı olarak görev yapmaktadır.